23 Mayıs 2018 Çarşamba

HOCALI-DAĞLIK KARABAĞ KATLİAMINA TANIK OLAN GAZETECİLER


Karabağ-Hocalı Olaylarının Görgü Tanıkları Gazeteciler
Anatol Lieven, Londra’daki Kings College’ın Savaş Çalışmaları Bölümünde öğretim görevlisi, 1990’larda “London Times” adına Kafkasya’da muhabirlik yapıyordu. Hocalı katliamının ardından Ağdam’a gelen Thomas Goltz onunla 2011 Ekim günü röportaj yaptı. Dağlık Karabağ’daki savaşında gördüğü gerçekleri anlattı. Şöyle:

“Duygusal açıdan Ermenilere sempati duyuluyordu... Karabağ meselesi her zaman bir Ermeni ulusal hareket olrak ve sıklıkla da bir  “kurtuluş”  hareketi havasında aktarılıyordu. Böylece kısmen Batılıların daha genel geçer önyargıları yüzünden, kısmen de Ermeni lobisi sayesinde bazı tam anlamıyla alakasız ve dış öğeler eklendi.

Yani, hiç unutmam, 1992 başlarında Bakü’deydim ve o dönemin ABD’nin Dışişleri Bakanı James Baker peşine her zamanki gibi Washington merkezli dışişleri muhabirlerinden oluşan bir uzun kuyruk takıp ziyarete geldi. Bende Azerbaycanlı meslektaşların ile birlikte düzenledikleri basın toplantısına katıldım. Washington muhabirlerinden  “Azerbaycan’da yükselmekte olan İslam-i köktencilik”  hakkında sorular geliyordu ve orada olan bizler de,  “Ne!...”  diyorduk. Elbette bunun nedeni Washington’da kendilerine söylenenden ve kebdi kişisel önyargılarından sonuç çıkarıyor olmalıydı”

Olay yerinde gördüklerini şöyle anlatır Anatol Lieven:
“The Times için çalışan bir muhabir olarak Hocalı’nın akıbetini haber yaptım. Hattın Azerbaycan tarafındaki Ağdam’da hep birlikteydik ve ardından tepelere saçılmış cesetleri görmek için helikopterle gezmiştik ve o zaman benim için Ermenilerin Dağlık Karabağ’da ve aynı zamanda Ermenistan’ın içinde de, etnik temizlik yaptıkları gayet açıktı. Dağlık Karabağ veya her hangi bir başka yerde gerçekleşecek bir Ermeni işgalinin Azerbaycanlı nüfuzun zorunlu sürgünüyle sonuçlanacağından ve Hocalı’da da gayet net bir biçimde bunun gerçekleştiğinden emindim. Bu süreçte onca insanın nasıl öldürüldüğü bugün bile benim için hala tam olarak net değil...

Yani bu ne ölçüde sistemli bir katliamdı ve ne ölçüde, diyelim ki; bir tür uzun süredir davam eden kavga bağlamında son derece istekli bir biçimde şiddet uygulanmasından ibaretti? Tam anlamıyla net olmasa da bu süreçte çok sayıda kadının çocuğun öldürüldüğü ve benim gördüğüm cesetlerden hatırı sayılır bir kısmının yakın mesafeden vurulmuş olduğuydu.”  Diyordu.

Frederique Lengaigne Foto Muhabiri
Bir belgesel yapımcısı olarak 1992’de Sovyetler Birliğinin çöküşü ve ardından yaşananlar sırasında Moskova’da Reuters’in baş fotoğrafçısı olarak bulunuyordu. Dağlık Karabağ’da çatışmaların başlamasıyla Azerbaycan’a gitti. Şubat ayında Ağdam’a ulaştı. Ağdam’da, Hocalı’dan yığınla gelen öldürülmüş cesetleri ve yaralı yarasız perişan mültecileri gördü ve onların resimlerini çekti.

2012 yılında, yanı katliamdan 20 yıl sonra o çektiği 65 fotoğrafların Bakü’de sergisini açtı ve konuşmasında olayları 1992’de Ermenilerin nasıl katliam yaptıklarını anlattı:

“Hepimiz katliamdan bir kaç gün sonra oraya varmıştık, neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Eğer yanlış hatırlamıyorsam, sadece bölgedeki çatışmaların şiddetlendiğini düşünmüştür. (Ağdan’da) Oradaki ruh hali, panik doğru kelime olmayacak, bir tür isteri biçimiydi. İnsanlar aşırı yüksek sesle konuşuyorlardı, aşırı hızlı yürüyorlardı; aşırı hareketliydiler. Doğruca, sanıyorum hükümet konağıydı, oraya gittik; kayıt yaptırmamız gerekiyordu...

Orada, çektiği fotoğraflar hakkında soru sorana:
“Öncelikle orada fotoğraf çekip çekmeyeceğimi bilmiyordum, biraz şüphedeydim... Ama insanlar fotoğraf çekmemi istediler ve bu bana şaşırtıcı geldi... Bir caminin içinde olmak... Erkeklerin fotoğrafını çekmek... Hem de bir kadın olarak. Ancak belli ki insanların akıllarında başka meseleler var. Fotoğraflara baktığım zaman çok ağlamış olmalarını gerektiğini görüyorum, özellikle de kadınların ama ne kadar düşünürsem düşüneyim, sesleri anımsayamıyorum, aklımda çok sessiz kalmış. Kadınlar ağlayıp feryat etmiş olmalı ama ben oldukça sessiz olduğunu düşünmüştüm.

Günün sonunda insanlar (cesetleri) görmeye geliyorlardı ve gözlerine inanamıyorlardı. Haberi sokakta duymuş olmalıydılar. Bakıyorlardı, öyle bakıyorlardı... İnsanları çoğunun orada bir akrabası yoktu ama yinede ama çok sessizdiler...

Bir tür sahra hastanesine çevrilmiş bir tren vagonunda çekmiş fotoğrafları hakkında:

“Bu hastane tereni ne zaman düzenlenişti bilmiyorum ama bir süredir oradaymış gibi bir hali vardı. Orada bazı resimler çektim ama bu benim için... yani ölülerin fotoğraflarını çekmek başka bir şey ama yaralı, acı içindeki insanların fotoğrafını çekmek, bu nerdeyse katlanılmaz bir şeydi. İnsan kendisini yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissediyordu. İnsanlar, doktorlar, hemşireler ve ışık, hepsi birlikte sanki bir filim seti gibiydi. Amacım kalabalık etmek değil ama ışık yüzünden öyle görünüyordu. Çok organizeydiler; karmaşa ya da panik hali yoktu...”

Reza Deghati, Uluslararası Foto Muhabiri
Reza Deghati, 1992 Şubat ayında farklı insani yardım örgütlerinden bir grup Fransız doktora eşlik ederek, kuzeyden güneydeki Karabağ savaşının Azerbaycan sınırına geçer ve bölgedeki son Azerbaycan kasabası olan Şuşa’ya ulaşır. Kendi deyimiyle, Ağdam’a vardığında çoğu kadınlar ve yaşlılardan oluşan insanlarla karşılaşır. Şöyle der: “Bunlar 26 Şubat gecesiydi, Hocalı’dan kaçmışlardı ve Ermeni güçlerinin Azerbaycanlı sivilleri nasıl toplu kıyma uğrattığına dair dehşet verici öyküler anlatıyorlardı. Dolaysıyla bilgi toplamaya başladık ve günümüzde Hocalı Katliamı olarak biline trajedinin önemini kavradık”  diyor ve gördüklerini sürdürüyor:

“Times, Newsweek, Paris Match ve benzeri birçok medya kuruluşu adına çalıştığım kariyerim boyunca, pek çok savaşa, çatışmaya ve devrime tanıklık ettim, savaşın vahşetini gördüm ve o vahşeti haber yaptım, çünkü gördüklerimi dünyaya anlatmanın bir gazeteci benim görevim ve sorumluluğum olduğuna inanıyorum...

Hocalı olayında bir katliamına tanıklık ediyordum...
Ağdam meydanı çevresinde bir morgun yakınında dolanıp duruyor, Ermeni askerler, Hocalı ile Ağdam arasındaki tarafsız bölgede cesetleri toplaması için Kızıl Haç’ın izin verdiğinden, cenazelerin gelmesini bekliyorlardı.

Bekleyenlerin çoğu kadındı. Ya katliamdan kurtulmuşlardı ya da katliamdan akrabalarıydılar, bir cesetten diğerine koşup, aile fertlerinin, herhangi bir akrabalarının ya da komşularının cesedini teşhis etmeye çalışıyorlardı.

Hepsi günlerdir oradaydı. Kızıl Haç ne zaman yeni bir grup ceset getirse, bekleşen kadınlardan bazılarının ölülerden bazılarına sahip çıkacaklarını o zaman, feryat eden kadınlar hala kana bulanmış sevdiklerinin donmuş bedenlerini öperken bütün meydanın katlanılmaz bir acının sahnesine dönüşeceğini biliyordunuz...

Özellikle dikkatimi çeken bir kadın vardı. Üç gündür orada oğlunu ve kocasını arıyordu ama nafileydi. Yine de ne zaman diğer kadınlardan biri bir sevdiğini bulup, acı ve ıstırap içinde yere çökse, onları teselli etmek için ilk o yanlarına koşuyordu.

Sonra; Ağdam’daki üçüncü günümüzde, bana doğru, direk kamerama doğru konuştuğunu gördüm: 

“Gel, gel’”  diye bağırdı.  “Oğlumu gördüm, erimi buldum, gözleri yok!” Gözleri yok, düşünebiliyor musunuz?  İşte bu feryat eden kadının resmini çeken Foto Muhabiri Reza, sergisinin baş resmi yapar.

2010 yılında Paris’deki Luxembourg Metro İstasyonunda. Bu sergide, 30 yıllık çalışmalarına dair, Ruanda’dan, Afganistan’dan, Azerbaycan’dan fotoğraflar vardı. Hocalı katliamında ölen oğlunun ve kocasının gözleri olmayan cesetlerini daha o an bulmuş, “Feryat Eden Kadın’ın”  fotoğrafını kullanmaya karar verir. Dahi, fotoğrafın altına küçük bir not düşer...

Şöyle anlatıyor Reza:  “Serginin açılışından bir kaç gün sonra Ermenistan Büyükelçisi aradı ve benimle konuşmak istediğini söyleyerek, öğle yemeğine davet etti. Bu kendi başına alışılmadık bir şey değildi. Oldukça iyi tanınan bir muhabir ve gazeteci olarak, çalışmalarımla ilgilenen diplomatlar da dâhil, çok çeşitli insanlarla tanışmaya alışkınım. Daha da önemlisi, beni davetinin Luzembourg Metro İstasyonu’ndaki sergiyle bir ilgisi olmadığına inandırmak için aşırı çaba harcadı ve ben bu yüzden kabul ettim.

Ancak öğle yemeği sırasında büyükelçi konuyu yavaş yavaş Hocalı’ya ve benim Feryat Eden Kadın portreme getirdi. Önce bana Hocalı katliamının Ermenistan tarafından yapılmadığı konusunda bilgilendirdi.; katliamı gerçekleştirenler ya Azerbaycanlı ya da Afganlar; konuştuğum, gördüğüm herkes Hocalı öyküsünü canlandırmak için Ağdam’a gönderilmiş oyunculardı...

Söylediklerine itiraz edince, büyükelçi ses tonunu değiştirdi...

“Burada, Fransa’da Azerbaycan hakkında konuşan yanınızca bir kişisin, dedi, pek de örtülü olmayan bir tehditle, bizse (Ermeniler) 500 bin kişiyiz”  der.

Reza:  “Sayın Büyükelçi, sanırım hayat hikâyemi okumuşsunuzdur ve çalışmalarımı biliyorsunuzdur”  diye yanıtladım. İran’da Şah zamanı düşüncelerim ve gerçekleri söylediğim için hapsedildim; gerçekleri söylediğim için beş ay boyunca işkenceye uğradım. Bakın sayın büyükelçi, 500 bin değil 500 milyon kişi de olsa, gerçekleri anlatmama engel olamaz...

Ne yaptılar biliyor musun?
Önce, eğer Feryat Eden Kadın’ın fotğrafı kaldırılmazsa Fransız Metro’su yetkilerine ve ban karşı karalama davası açmakla tehdit ettiler. Metro yetkilileri fotoğrafı kaldırmayı reddetti; herhangi bir dava açılmadı...

Aradan ‘kimliği belirsiz’ kişiler Luxembourg Metro İstasyon’undaki sergiyi ziyaret ederek, Hocalılı kadının portresindeki açıklamanın üstüne grafiti karalayıp, bana yönelik çirkin şeyler yazdılar...

Her saldırının ardından grafitiler temizlendi. Metro yetkililerine göre tam 27 kez, ardından, bir gün Paris Metrosu’nun müdüründen bir telefon aldım. ‘Çok üzgünüz’  dedi ‘ama holiganlar gelip, fotoğrafın açıklamasını yırtmışlar’ dedi. Kulaklarıma inanamıyordum. Paris’te, özgürlüklerin ve insan haklarının başkentinde mi yapmışlardı bunu?

Bu yüzden onları kendi gözlerimle görmek için oraya gittim ve gördüklerim ruhumda, bugün hala orada olan, koca bir delik açtı. İşte o zaman fark ettim ki, eğer bu insanlar Paris’in merkezindeki bir sergideki iki satır metne tahammül edemiyor ve onu koparıp atmak gereği hissediyorsa, o zaman Azerbaycan halkına, kendi karşı bir satır yazmaya cüret edecek gazeteciler, şairlere ve yazarlara neler yapabilirlerdi. Peki ya Karabağ halkına?  Anlamıyor musunuz?

NOT: Fotolar ve görgü tanıkları, Anatol Lieven, Frederique Lengaigne, Kalaus Reisinger, Viktorya İvleva, Reza Daghati Feyta eden kadınla  


13 Mayıs 2018 Pazar

BU NE KİN, BU NE NEFRET BU NE HİDDET, BU NE CELAL


Recep Erdoğan, Ne Diyor Ana Muhalefet Patisine?
Sokaktaki, kültürsüz, görgüsüz, maganda bir insanın bile ağzına yakıştıramayacağı edepsizce sözleri Ana Muhalefet partisi için ahlak sınırların aşan şu sözleri söylemiş ve söylemeyi sürdürüyor: “CHP demek ‘tezek’ demektir. Aradan bir kaç gün geçiyor, yine ağzını açıyor: “CHP ‘pisliktir” diyor. Daha önceleri ise: "CHP’nin cibilliyet sorunu var”, CHP kanalizasyondur”, “CHP çapsızdır”, "CHP’nin geçmişi lekelidir”, "CHP’nin sicili bozuktur”, "CHP sabıkalıdır”, diyor. Bu sözler bile saygının bittiği, vatandaşın saygısızlık yaptı diye kusursuzluk değildir. Bu hal ile nerede nasıl buluşup ülkenin bütününe hizmet eden bir cumhurbaşkanı olarak bakacaksınız sorarım?

Atatürk’e ve İsmet Paşa’ya “iki ayyaş” dedi. Camileri ahır yaptı dedi Ecdada ihanet yaptı, Ezanı yobazlık olarak gördü, Ankara’yı ezansız bıraktı” dedi.

Recep Erdoğan: “1919'dan başlatılan tarih anlayışını reddediyorum, birileri bize Lozan'ı zafer diye yutturmaya çalıştılar, milletin ekmeğini karneye bağladılar, milletin inancıyla uğraştılar, bakın raflarda kafatasları var. Reisicumhur Mustafa Kemal, İsmet Paşa'nın imzası var, insani midir, vicdani midir” dedi.

Onuncu Yıl Marşı'nda geçer demir ağlarla ördük falan, neyi ördün be, hiçbir şey örmüş değilsin” dedi.  

Recep Erdoğan’ın gidişatını Hitlere benzetenlere ise: “CHP'liler Hitler'e benzetecek siyasi figür arıyorlarsa eski genel başkanlarının fotoğraflarına baksınlar, adını anmak istemiyorum, Cumhuriyet Bayramı'nda vals yaparak insanımızı taciz ettiler” diyordu.

Yetmedi, "CHP kanalizasyon çukurunda debeleniyor, CHP çuvalının içi cüruf oldu" dedi. 16 yıllık iktidar gücünün verdiği kibirle: "CHP cücedir, bizim sıkletimize uygun değildir." dedi. 

Muharrem İnce içinse: “CHP'nin aday yaptığı gariban, kukla, eşeğe altın palan vursan eşek yine eşektir” diyerek hakaret ediyor.

Son söz: CHP İstanbul Belediye Başkanlığı döneminde 40 yıl önce bir çöplük patlaması kazasını hiddetli bir biçimde abartarak meydanlarda anlatan Recep Erdoğan, 16 yıllık iktidarında tren kazası oldu 41 can öldü, Soma'da maden ocağı patladı 301 canımız öldü, Aladağ'da kaçak yurt yandı yavrularımız öldü, Karaman'da tecavüz olayları oldu, "Bir kereden bir şey olmaz" denildi unutulduysa hatırlatayım demiştim...

1 Mayıs 2018 Salı

DİKTATÖR, MİLLİ İRADE ve VESAYET


Kendisine “Diktatör” Denmesini Asla İstemeyiz!
Yolları ayıran ile yolları ayrılan
Tarihte hiçbir diktatör kendi diktatörlüğünü asla kabul etmemiştir. Hele siyasi İslamcı ne kadar diktatörler varsa, bahaneleri, her şey “Allah adına, İslam adına” diye bütün diktatörlüklerine dini kılıf olarak kullanmışlardır.

Recep Erdoğan: “Bana diktatör diyor ya, esas diktatör Bay Kemal’dir. Bakın 15 milletvekilini bir emirle başka partiye gönderdi. Bunu ancak diktatörler yapar. Bu milletvekillerini halk seçmedi mi? Ne oldu halkın oyları” diye sordu?

İzan ve irfanla bir an düşünün! Daha kısa bir süre önce: Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i koltuğundan kim kaldırdı...

İlk kez bir Başbakan olarak seçimlere katılıp %49.5 oyla partisini tek başına iktidar yapan Ahmet Davutoğlu’nu görevden kim alıp alaşağı etti? 

Kadir Topbaş’ı İstanbul Belediye Başkanlığından kim alaşağı etti?
Bursa Belediye Başkanı’nı Ağlayarak istifaya zorlanan Balıkesir Belediye Başkanını kim alaşağı etti? Ve dahi, “hadi naş” diyerek onlarca belediye başkanlarını görevden alan kimdi?

Haydi, soralım; bunları halkın iradesi seçmedi mi; seçti. O halde halkın iradesi bir kişiye bağlı olunca, istediğini yapma yetkisini kendinde bulup, “halkın iradesi” diye konuşmayacak tek kişidir.

Hele 12 milyon seçmene “tezek” diyecek kadar kendisini kaybetmiş birisi, halkın iradesiyle alay etmekten başka nedir ki? Demek ki, “diktatör” olmasa da, “demokrat” değildir.

Çünkü Recep Erdoğan, geldiği iklimden dolayı, şartsız “biat” ve “itaat” isteyen bir yapıya sahiptir. Sözünün üstüne asla partisinde söz söyleyen bulunmaz, bulunanlarda dışlanır ve cezası ağır olur. Aslında bir bakıma Recep Erdoğan, kendi partisinde bile kimseye güvendiği falan yok. Bırakın il kongrelerini, en küçük kasaba kongrelerine bile kendisi katılıyor, kendisi müdahale ediyor, kimin il başkanı, kimin ilçe başkanı, kimin ocak başkanı olacağına tek elden o karar veriyor. Hatta maçlara bile müdahale ediyor, kendi takımı oynuyorsa, taraftarlarına “statları doldurmaya var mısınız” diyor “evet” nidaları yükseliyor ve “ansızın gelip göreceğim ha” diye de uyarıyor. 

En son olarak ta, “Askeri Vesayet”i ortadan kaldırdık diye propaganda yaptılar yıllarca. Ne oldu? Meğerse kendilerinin vesayeti için askeri kullanır olmuşlar. Hani “milli irade” nerede kaldı? Bu Millet uyumaya devam ederken, Askeri Vesayetten nefret eden AKP önderliği, Türk Ordusunun Genelkurmay Başkanını, 24 Haziran Cumhurbaşkanlığı seçimi için “posta modern” darbe ile Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar Paşa’yı, Devletinin helikopteri ile Abdullah Gül’ün başına bir balyoz gibi indiriyor ve “cumhurbaşkanı adayı olma” diye talimat veriyorlar.

Vesayetse Vesayet Budur...
Bu ülkede “askeri vesayeti kaldırdık” diyen iktidar, kendi askeri vesayetini kurmuş, karşısında siyasi rakip istemeyen Cumhurbaşkanı, Genel Kurmay başkanı ile birlikte Cumhurbaşkanı sözcüsü İbrahim Kalın’ı Abdullah Gül’e göndermesi, gözdağı sopası niteliğinde, ülke için vahim bir olaydır. Buna demokrasi dilinde “post modern darbe”  denir.

Milli İrade Ha...
15 vekil için “Milli İrade”ye saygınlık yapıldı demekte Recep Erdoğan. O halde seçime girip %49.5 oyla başbakan olan Ahmet Davutoğlu’nu bir darbe ile alaşağı edenken milli iradeye darbe değil miydi? Dahi birçok belediye başkanlarını “milli irade” seçtiği halde, ağlayarak başkanlıklarından alaşağı eden sanki kendisi değildi...


27 Nisan 2018 Cuma

TÜRKMENLERİ KATLETTİLER KADIN ve KIZLARININ IRZINA GEÇTİLER

OSMANLILARIN KARAMAN OĞULLARI'NI 1487'DE                           KÖTÜ BİÇİMDE ORTADAN KALDIRIŞI

Oğuzların Afşar boylarından olan Karamanoğulları; Karaman Bey tarafından güçlü bir beylik olarak Konya ve Karaman’da 1256’da kuruldu. Anadolu’da ilk kez Türkçeyi resmi dil olarak kullanan Türk beyliği oldu. Osmanlı Devleti ile diş söktüren mücadelesi sonunda Osmanlılar tarafından 1487’de ortadan kaldırıldı ve Osmanlı hâkimiyeti altına girdi. Kısacası buraya kadarından sonrasını, zamanın tarihçilerinden dinleyelim:

Türkmen devleti olan Karamanoğulları, 1443’de Sultan 2. Murat Sırplardan oluşan Haçlı Ordularıyla Morava’da savaşırken, Karamanoğulları Bey’i Osmanlıya arakadan saldırmasına öfkelenen Sultan 2. Murat, Karamanoğullarının üzerine yürümüş, gittiği yerlerde taş üstünde taş bırakmayarak, çoğunluğu Hıristiyan olan askerlerden oluşan Osmanlı ordusu, Anadolu’da binlerce Türkü kılıçtan geçirtmiştir.

Kadınların, Kızların Irzına Nasıl Geçildiğini Tarihi Kaynak; Âşık Paşazade, Sultan 2. Murad’ın Konya yürüyüşünü şöyle anlatır: “Hünkâr keşker-i azim cem etti (çok sayıda asker topladı) hem Rumeli’nin ne kadar kâfir leşkeri varsa kendüyü tabi, anı dahi bile sürdü. Konya’ya çıktı; yağma buyurdu, vilayet-i Karaman’ı şöyle vurdular: kim köylerini ve şehirlerini elek elek ettiler, harap ettiler ve ol yıl nice oğlan kız doğdu mechulünneseb (o yıl nice çocuk doğdu babası belirsiz)" demektedir.

Sultan 1. Murat zamanında başlatılan Osmanlı-Türkmen çekişmesi, gederek kanlı düşmanlığa dönüşmüştür. Âşık Paşazade’nin anlattığına göre, Karaman Beyliğine yapılan saldırıda yağmalama izni verilirken, Karamanlı kadınların kızların ırzlarına geçilmesine de izin verilir ve günlerce kadınların ırzına geçilir...

Türk Katliamları ve Acımasız Yöngüç Paşa
Yine, Sultan 2. Murat, Şehzadeliğinde Lala’sı olan, Lala Yöngüç Paşa’yı 1426’da Amasya Türkmenlerine karşı görevlendirir. Lala Yöngüç Paşa, Padişahın ağzından çıkmış gibi aldatıcı armağanlarla pohpohlayıcı mektuplarla güya yardıma çağırdığı Canik’li Kızılkoca Oğullarından kardeş dört Türkmen beyini nasıl kandırıp tuzağa düşürüldüğünü  (Âşık Paşazade: “Bunlar; Türkmenlerin gayette yarar ve bahadır erleriydi” dediği 400 arkadaşın nasıl tuzağa düşürülüp, zalimce öldürüldüklerini Hoca Sadeddin Efendi şöyle anlatır:  

“Yöngüç Paşa’nın buyruğu üzerine, Osmanlı askerlerinden bir nice yiğit, gökten düşen bela misali içki meclisini basmış, dördünü de bir anda yalın kılıçtan geçirivermişlerdi. Geriye kalıpta kaçanlarıysa, bir bir yakalayıp zincire ve prangaya bağladılar, hepsini bir mağaraya doldurup ağzını tıkadılar, içini kara dumana boğdular, kızgın ateş helak eyleyip, ülkenin eteklerini bu Türkmenlerin vücutlarının pisliğinden temizlediler.

Ertesi sabah, Yöngüç Paşa, seçtiği yiğitler, bu uygunsuzlukların, çoluk çocukların yurdu Çorumlu ovasına baskın verdi. Oradaki Türkmenleri de kırıp geçirdi, sürü ve davarlarına el koydu. Ganimet o kadar çoktu ki, bir koyun 1 dirheme kadar düştü. Bunların çokluk çocukları da, dilenciliğe dönüp, bütün ülke içine dağıldılar. (1)

Ayrıca dönemin vakanüvislerin belirtilerine göre Lala Yöngüç Paşa, eline geçirdiği Türkmenlerin çoluk çocuk demeyip kılıçtan geçirmesi ile yetinmeyip, tellallar çıkartıp, her kim Türkmen başı getirenin ödüllendirileceği duyurulur.

Bu olayı yine Hoca Sadeddin şöyle anlatır:  “Yörgüç Paşa, bir Türkmen getirene, bir Türkmen kellesi getirene bir kaftan adamış, bunu da tellallar ile duyurmuştu. Bu yolla da Türkmenlerden pek çok kimseyi temizlemiş oldu. O tarihten sonra Türkmen eşkıyası, başsız ve güçsüz kaldı” diye övünerek yazar.

Türk’e karşı düşmanca tavırlar ile ünlü Sultan 1. Murat’ın ani ölümünden sonra iki oğlundan biri olan Yakup, Osmanlı Sarayındaki iktidar kavgasında, onu Türkler destekler. 2. Oğlu ise Rum anadan doğma Beyazıt ise, Sultan Murat’ın öne çıkardığı, yani Hıristiyan ve dönme unsurların desteklediği adaydı. Daha Türkmen beyleri Sultan Murat’ın öldüğü haberini bile almadan, Beyazıt’ı oldubittiye getirerek Hıristiyan ve dönme devşirmeler tarafından Sultan ilan edilir. Burada, babasının öldüğü bildirilmeden çağrılan Yakup, tuzağa düşürülerek boğdurulmasıyla, taraftarlarıyla birlikte öldürüldü...  

1. Murat’ın annesi, Orhan Gazi’nin karısı ve Rum’dur. 1. Murat’ın karısı da Rum’dur. Bu Rum kadından Beyazıt doğdu, Osmanlı’da Türk sözcüğünü, bir yüzyıl kadar süre içinde ağza bile alınmaz olmuştur. 

Orta Asya’dan gelerek, göçebe Oğuz boylarının kurduğu gerçeğini unutturabilmek için, tarih dahi yatsınmış, okullarda salt İslam Tarihi okutulmuştur. En ilginci, okutulan bu İslam tarihi içinde Türklerde hiç söz edilmemiştir. Yani, Osmanlı’da 15. Yüzyılda başlayan “Lisan-ı Osmanî” adı verilen Osmanlıca dediğimiz ne olduğu belirsiz, yozlaştırılmış Arapça-Farsça ağırlıklı, içinde tek tük Türkçeden oluşan yazı dili 16. Ve 17. Yüzyıla gelindiğinde ise Türkçe dil tamamen olmaktan iyice çıkarılmış ve bu hal ancak Tanzimat’a kadar sürmüştür...

1453’de İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un değişik semtlerine sekiz adet medrese açtırmıştır. Bu sekiz medresede dil tamamen Arapçadır. Yani, ne Türkçe vardır, ne de Türkçe diye bir ders vardır...

Amerikalı Prof. Stanford Shaw, sözünü ettiği kitabında, Osmanlı Türkmen çekişmesi, sanıldığı gibi basit bir yerleşik-göçebe sürtüşmesi değil, Tezlere göre daha 1. Murat döneminden beri salt Anadolu içlerindeki göçebe Türkmen aşiretlerinden bazılarını, yeni fethedilen uç, sınır bölgelerine zorla yerleştirerek, asıl gerçek, imparatorluktan uzaklaştırmak, ordunun Türk savaşçılar egemenliğinden kurtarmaktı. Ayrıca, Türklerin saraydan, saray yönetiminden, çevresinden bir an önce kovularak uzaklaştırmaktı.
Selman ZEBİL

(1) Tac-üt Tevarih”, cilt 1, s.332-335 ve “Aşık Paşaoğlu Tarihi”,  MEB Yayınları İst. 1970, s.118-119           

21 Nisan 2018 Cumartesi

1917 EKİM SOVYET DEVRİMİ ve İSTANBUL'A KAÇAN BEYZ RUSLAR


RUS MÜLTECİLER (1918-1921) SOVYET DEVRİMİNDEN                      İSTANBUL'A YIĞILMALARI

Salt Türkiye’ye İspanya Yahudilerinin Hıristiyan engizisyonundan kaçanlar, sonra Alman Nazileri toplama kamplarından canlarını zor kurtarıp kaçanların sığındığı ülke değil, 1917 Sovyetler Devriminden kaçanlara da ev sahipliği yapmıştır. Museviler en ilginci de, Sovyetlerin kuruluşunda katkıları olanlar da zamanla devrim kendilerini yer hale gelince Türkiye de almışlardır soluğu..

Lev Troçki’nin Kaderi
1917 Ekim devriminin iki ünlü adından biriydi Lev Troçki, Lenin’in 1924’de, beklenilmedik bir anda ölümü üzerine Komünist Pati içi iktidarı ele geçiren Stalin’in 1925’te Savaş Komiserliği görevinden aldığı ve 1927’deki 15. Kongre’de Komünist Partisi üyeliğinden atılır. Ve ardından Kazakistan başkenti Almatı’ya sürgüne gönderdiği Troçki, 1929 yılında sınır dışı edilince, Stalin’in elinden canını zor kurtarıp Türkiye’ye sığınmıştır. Troçki, 4 yıl yani 1933’e kadar İstanbul-Büyükada da yaşamıştır.

Lev Troçki Büyükada’da kimlerle yaşar bir bakalım...
İnanılmaz ama gerçek; bu adaya, Kızıl Ordu’nun elinden canını zor kurtarmış devrim karşıtları da oradalar. Yani, Beyaz Rus soyluları, Rus prensleri, Heybeli’ye, Burgaz’a Büyükada’ya Kınalıada’ya önceden yerleşmişlerdi. Tam manasıyla Troçki, Stalin’in elinden kaçarak 17 Devrim düşmanlarının aralarına düşmüştür. Hatta ne gariptir ki, Lev Troçki’nin komşuları arasında Rus Çarı’nın yakın çevresinden dükler, kontlar, baronlar, generaller de vardır.

Jak Deleon, 1917’den sonra kaçarak İstanbul’a sığınan Ruslar hakkında ilginç, kaynak sayılabilecek kitabında Beyaz Rusların İstanbul’a 1919’da nasıl gelmeye başladıklarını ele almış ve yazmıştır.

1918’de ülkede kanlı bir iç savaşın patlamasının başlamasından hemen sonra Troçki, “Savaş Komiserliği”ne getirilmiştir. Troçki’de, o güne kadarki gönüllü askerliği zorunlu duruma getirerek orduyu yeni baştan örgütlemiş ve “Kızıl Ordu”yu kurmuş; bu yeni orduyu da, hem doğudaki, Amiral Kolchak’ın, hem de güneydeki General Denikin’in Beyaz Ordularını yenerek, kanlı karşıdevrimin, kanlı bir biçimde bastırılmasını sağlamıştır.

İşte böyle, 1919’un başlarından itibaren akın akın gelip İstanbul’a sığınan bu Beyaz Ruslar da, Kızıl Ordu’nun önünde canını zor kurtarıp kaçmış General Danikin’in askerleri, subayları, onların eşleri, çokluk çocukları ve yakın akrabaları da adalardadırlar. Bütün buNları dağıtan Kızıl Ordu’ya emir veren Troçki’nin de, bir gün kaçarak sığındığı yerde, General Danikin’in sığınmacı komşusu oluvermişti.

Jak Deleon’un sözünü ettiği "Spassibo Bosphorus” dediği araştırmasında, 1917 devriminden kaçıp Türkiye’ye gelen Rusların kapılarını açmıştır. 1917 devriminden kaçan Rusların sayısı bazı kaynaklara göre 40 bin, kimi kaynaklara göre ise 150-200 bini bulduğu doğrultusunda (1)

Yine aynı kaynakta verilen bilgilere göre, 1919-1921 yılları arasında İstanbul’a sığınan Beyaz Ruslar sayısının 200 binin bile çok üzerinde olması gerekir. Sadece, “14 Aralık 1920’de, kayıtlara göre 7802’si yaralı ve hasta olmak üzere tam 118 bin 963 kişi Moda Kıyılarına ayak basmış” deniyor. O günlerde Moda Kıyısına ayak basanlardan biri olan Alexis Tchebycheff, gene aynı kaynakta o günleri şöyle anlatır: “kırım kıyıları, Romalı askerlerden canlarını kurtarmaya çalışan Hıristiyanlarla doluydu sanki. Çar Nikola’nın ünlü Beyaz Ordusu tümüyle parçalanmış, subaylar, erler, soylu hanımefendiler genelev kadınları birbirlerine karışmışlardı. Kızıl Ordu Kafkasya’yı da almış, Kırım’ı kuşatmıştı Sivastopol’ü (Sebastopol) ulaşması an meselesiydi. Bolşevikler, özellikle Beyaz Ordu mensuplarına acımasızca davranıyor, gördükleri yerde kılıçtan geçiriyorlardı. General Wrangel’in kaçmak üzere olduğu haberleri de Kızıl Ordu komutanlarının büsbütün galeyana getirmişti. Tek çare bir an önce gemilere atmakta yatıyordu” diye yazıyor. (2)

Sivastopol limanından kaçarak İstanbul’a sığınalar arasında Beyaz Rusya ordusundan ünlü komutan General Baron Wrangel de vardı. Yanına, Beyaz Ordu’nun kurmay heyetinden sağ kalabilmiş subayları da yanına alarak Korniloff destroyeriyle Amiral Dumesnil’in filosuna katılmış ve İstanbul’a gelmiştir.

Rusya’da 1917 Ekim Devriminden sonra, 1918-1921 yılları arasında Kızıl Ordu’dan İstanbul’a kaçan Beyaz Rusların sayısı 200 bindi. 1927 yılındaki sayımda 690 bindi. Düşünür müsünüz; daha 1918-1921 yıllarında İstanbul’un nüfuzu 500 bin falandı. Bu 500 bin nüfuz, 200 bin göçmen Beyaz Rus’u barındırıyor, yedirip içiriyordu.

Jak Deleon, şöyle diyordu: “İstanbul’daki Beyaz Rus olgusu 1918’den 1940’lara kadar sürdü. Beyaz Ruslar varlıklarını en çok duyumsattıkları yıllar 1918-1924 arasıdır. Bu yıllarda Beyoğlu Beyaz Rus istilasına uğramıştı sanki” diye yazmaktadır.

Spassibo İstanbul!
İstanbul’a o günlerde yerleşen kaçak Ruslar, 1924 yılında Rusça "spassibo" Rusça (Şükran, teşekkür) anlamına gelen, bir tür şükran belgesi niteliğinde sayılabilen bir kitapçık yayınladılar. Kitapçıkta “Senin İçin Türkiye” başlıklı bölümde de “İkinci vatanımızdayız, Gözyaşları ve umutsuzluk içinde, kıyılarına ayak bastığımız Türkiye’de sıcak bir dostlukla karşılaştık. Bu konuksever topraklar bizi bir kardeş kucağı gibi sardı ve ısıttı. İstanbul’da yeniden insan kimliğimize kavuştuk. Bir bölümümüz Batı Avrupa ve Amerika’ya gidiyor. Ama hiçbiri Türkiye’yi unutturmayacak, tümümü beraberinde Türkiye’den güzel anılar götürecektir. Bu nedenle kardeşçe şükranlarımızı ve yine kardeşçe elvedamızı lütfen kabul edin. Bu küçük kitabın amacı, İstanbul’da yaşayan her ulustan, her dinden insana Rus insanının şükranlarını sunmaktır Spassibo Constantinopole! Şükran sana İstanbul. Bize kollarını açtın, barındırdın, iş buldun, hayatımızı kurtardın. Sizleri hiç unutmayacağız. Seni hiç unutmayacağız, dünya güzeli şehir!” diye yazılıydı.  

Jak Deleon’un yukarıda sözünü ettiği kitapçığında anlattığına göre, 1918’den itibaren Kızıl Ordu’nun elinden zor kurtulup, çok zor şartlarda Türkiye’ye kaçanlardan yaşlı bir Rus: “Rusya’dan kaçarken hep, 1492 yılında İspanya engizisyonundan kaçan Yahudilere kapılarını açan tek ülke olan Türkiye, 1920’lerde de bizi geriye çevirmeyecektir elbette, diye düşündük” dediğini yazmaktadır.

1917 Rus devriminden sonra ülkeden kaçan, sayıları yüz binleri bulan Çarlık yanlısı Beyaz Rusların, canlarını zor kurtarıp İstanbul’a gelmişlerdi. Büyük çoğunluğu birkaç yıl kaldıktan sonra da başka ülkelere taşınmışlardı.

Haraşolar...
Rusça, haraşo: bir tür yün örgü (argo: Rus Kadını) anlamına kullanılmıştır...
Aynı kaynağa göre, bütün zorluklara rağmen, “Haraşo” diye adlandırılan, güzel ve açık saçık Rus kadınlarından kocalarını kıskanan Türk kadınları, “Asrı Kadınlar Cemiyeti” adlı bir dernek kurarlar. 1922’de bir basın toplantısı düzenleyip, Rus kadınlarının meyhanelerde, kahvehanelerde garsonluk yapmasının, tombala (3) oynatmasının, sigara satmasının yasaklanmasını ve “ahlaka mugayir” davrananların da sınır dışı edilmesi istenilmesi dışında Ruslarla Türkler arasında önemli bir sorun yaşanmamıştır.

Refik Halit Karay: “… Haraşoların derdiyle insanlar nasıl yandı, kavruldu, bunu deniz kenarlarının dilleri olsa da anlatsalar! Kim bilir kaç genç Florya Kumsalından Kalamış Körfezi’ne kadar o upuzun mesafeyi grupta ve mehtapta dalgalardan teselli aranmak, mahzun gönüllerini avutmak ve feryatlarına germi vermek için gezdiler, o yerlerde ağladılar, kaç kişi kaçar defa o yerlerde intiharı düşündüler ve inlediler.” Der. (4)

Geçmişte, Haraşolar yüzünden ülkede yaşanan manzara, nikâh bozup karısından ayrılanları mı dersin, Haraşalarla yeni nikâhlananlar mı dersin. Birçok evlerin, konakların arazilerin satılıp Haraşalarla yenip içilmesine mi dersin, ne derseniz deyin ama o günlerin tapu kayıtlarına bir bakmak gerekir, köşklerin, evlerin arsaların nasıl, niçin el değiştirildi.

Nataşalar...
Rusçada Nataşa, kadın adıdır, nasıl bizde çok kullanılan Ayşe, Fatma vs. gibi kadın adı ise, Ruslarda en çok kadın adı Nataşa’dır. (bir süreliğine Türkiye’de Nataşa, argo olarak başka amaçlı kullanılmıştır)

1917 Ekim devrimi sonucu, devrim karşıtlarından 200 bin Rus, Kızıl Ordu kıyımlarından kurtulabilenler çok zor şartlarda Türkiye’ye, kaçarak İstanbul’a kadın, erkek, çoluk çocuk gelmişlerdi. Bu gelen bazı Rus kadınlar, Türk erkeklerle zevk sefa sürmeye başlamaları sonucu, Türk kadınları erkeklerini kıskanmışlardır. Bu Rus kadınlara, “Haraşo” adını vermişlerdir. Yani değişen bir şey yok, gelinmiş 1990’lara, salt adlar değişmiş, 1920’lerin “Haraşo”su, 1990’larda olmuş sana “Nataşa” Halef, Selef olmuşlar.

Ne var ki, tarihin tekerrürü, “Haraşo” olmuş “Nataşa!”...
1917 Ekim Devriminin 1990 yılında son bulmasıyla da kapılar açılmış, yine Rusya’dan binlerce kadın Türkiye’ye akın etmişler, yine Türk kadınları, kocalarına tebelleş olan bu güzel Rus kadınlardan kocalarını kıskandıkları için, “Nataşalar” adını vermişlerdir.  

Halkımızın 1990’larda, yani Ekim 1917 Sovyet Devriminden yaklaşık 75 yıl sonra, başlayan “Nataşa” adını taktığı ve nerdeyse 15-20 yılı yakın süre dilden düşmeyen birçok Rus kızlarının Türkiye’de Türk erkeklere, gönül ilişkileri işçiliği yaptıkları süreçte takılmış bir argo addı “Nataşa.” Çünkü bu “Nataşalar” yüzünden birçok evlikler bitirdi, birçok yuvalar yıkıldı, birçok erkek karısını terk etti; çocuklar perişan bırakıldılar.

Bu furya, 1990’larda başlayıp 15-20 yıla yakın sürdü. Lakin 1920’lerdekinden farklı gelişmeler oldu. On binlerce Rus-Türk evlilikler ortaya çıktı ve “Nataşa” olayları yerini düzenli aileler ortamına evirildi. Rus gelinler, artık yukarıdaki bağlamda ele alınamaz ve onlar bizim vatandaşlarımız oldular, evlilikler yoluyla Türk vatandaşı oldular. Böylece onların evliliklerden doğan çocuklar, bizim çocuklar, hem Türkçeyi hem annelerinin dilini, kültürünü öğrenerek yetişiyorlar ülkemizde.
Selman ZEBİL

(1) Jek Deleon, “Beyoğlu’nda Beyaz Ruslar”, Ç. Gülersoy, Vakfı Kütüphanesi Yayınları İst. 1990 
(2) Jak Deleon, aynı yapıt, s.14-15.
(3) Demirtaş Ceyhun, “Ah Şu Bizim Kara Bıyıklı Türkler” 2017, ist, s.359
(4) Refik Halit Karay, “Haroşaları Azimet Münasebetiyle, Aydede 10 Nisan 1922” İnkılâp Yayınevi

19 Nisan 2018 Perşembe

ASYA'DAN "KAFİR" TÜRKLERİ, KOVAN MÜSLÜMAN TÜRKLER


Şu Bizim Şamanist Türkler Var Ya!
Türkler, Türkleri sürdüler. Türkler, Türkleri Orta Asya’dan kovaladılar. Apar topar geldiler Anadolu’ya Türkleştirdiler. Yani, 11.Yüzyılda atalarımız bir yarısı göçmek zorunda bırakılmışlar. Orta Asya’da İslamlaşan Türkler, uyup Arap’ın kışkışına İslamlaşmamış Şamanist Türkleri sürgünlere mahkûm etmişler, işi kendi aralarında kanlı savaşlara, sürtüşmelere kadar vardırmışlardır. En belirgin nedeni, atlı göçebe Şamanist Türkler, İslamlaşmış, yerleşikleşmiş Türkler, uymuşlar Arap’ın sözlerine, kendi kandaşlarına, “Kâfir” demeye başlamışlardır.

İşte bu “kâfir” Türkler, ilk Müslüman olan Karahanlılar, bir bozkır düzeni yerine, klasik İslam devleti düzenini kendilerine model seçmişler ama ilk zamanlarda göçebe Şamanist bozkır Türkleri ile işbirliğini sürdürmüşler. Örneğin, Karahanlı Sultanı Ali Tegin’in kendisi de Buhara’da sarayda değil de, göçebe savaşçı Türkler arasında çadırlarda yaşamıştır.

Sonra olan olmuş...
Bu göçebe Türkler “sart” denilen Tüccar, çiftçi Müslüman Türklerin ekili arazilerine sürüleri zarar verdikçe araları açılır ve kanlı düşman kardeşler olurlar. Çatışmalar başlar, Devlete egemen yerleşik Türk Müslümanlar, Müslüman olmamış Şamanist Türklerin sürülerini ekili alanlarda pervasızca otlatmalarıyla baş edemezler. Bunlara karşı Karahanlı Devlet, kölelerden oluşan ücretli özel ordu kurarlar ve dahi onları, göçebeliklerini unutturmak içinde uğraşırlar, başaramazlar...

Yay çekip ok atamasınlar diye başparmaklar kestirilir...
Daha sonra yine Türklerden oluşan ikinci Müslüman Devleti Gazneliler ortaya çıkar. Karahanlılar Devleti gibi benzer göçebelerden kaynaklanan sıkıntıları yaşarlar. Hatta Gazneliler, bu göçebe Türkler, iyi ok atamalarını engelleyebilsek belki savaştan alıkoyup, yerleşik düzene geçirebiliriz umuduyla, yay çekip ok atamasınlar diye erkeklerin başparmaklarını bile kesmişlerdir...

İşte bu dönemlerde Selçuklular da, Karahanlılar ve Gazneliler, Aral Gölüne dökülen Seyhan Irmağı kıyısında oturuyorlardı. Karahanlılr, Gazneliler ve Samanoğulları ile sürekli savaş halinde, bir gün biriyle, bir gün diğeriyle savaşarak bu devlet kurulmuştur. Yani, Selçuklular, iki Türk Müslüman Devletle vuruşarak, kırışarak Müslümanlaşırlar. Abbasi Halifelerinin yardımına bile koşarlar...

Türkler için, “savaşta melek, savaşta ifrit gibidirler” özdeyişi vardır...  
Rus Prof. Gordlevskiy, kitabında aktardığı, İranlı Ubeyd Zakani’nin, “Risale-i Tarifat” adlı yapıtında, Türkler için: “Türkler Deccal’ın ön habercisidirler” dediğini aktarır.

Hala Türkün, Türk’e düşmanlığı Anadolu’da da sürmektedir. Örnek mi? Müslüman Kızılbaş-Alevi Türklere karşı, Müslüman Sünni egemen güçlerce 500 yıldan bu yana, bu topraklarda çeşitli katliamlar ile yüz yüze getirilmişlerdir.

İslam’dan önce Türkler, birbirleriyle sürekli çatışmalar yaptığı bir gerçektir. Ama Türkler hiçbir zaman Tanrı adına, din iman ve cennete gitme adına birbirlerini öldürdükleri tarihte ala görülmemiştir. Anacak, Türkler İslamlaştıktan sonra birbirlerini Tanrı-din adına, farklı mezheplerinden dolayı birbirlerini öldürmeye başlamışlardır.

Anadolu’da Türkler, birçok beylikler kurmuşlar ve üç tanede tarihe geçmiş güçlü devletler kurmuşlardır. 1. Selçuklu Devleti, onların mirası üzerine 2. Osmanlı devleti, son olarak ta her ikisinin mirası üzerine Türkiye Cumhuriyetini kurmuşlardır.

Selçukluyu kuran göçebe Oğuzlar olmuş, güçlenip İslamlaştıkça kendisini kuran, destekleyen göçebe Oğuz Türkleri dışlanmış, horlanmış, Türk olan Sultanların adları Araplaştırılmış ve Farslaştırılmıştır. Sonuçta Türkmen Babailer ayaklanmasından sonra dikiş tutturamamışlar 1240’tan sonra fazla ayakta kalamayıp batıp gitmişlerdir...

Selçuklular battıktan sonra, onları mirası üzerine, önceleri küçük bir aile olan, daha sonra Selçuklulara bağlı bir küçük beylik olan Osmanlılar, çevresinde toplanan göçebe Türkler ve heterodokus tasavvufçu bilge kişiler desteğinde 1299’da Osmanlı Devleti temeli atılır. Bu ilki Türk devletinin kuruluşlarında Haçlılara karşı ölümüne göğüs geren adsız Türkler olmuştur. Bu devletlerin her zayıf yanını kolladıkça Haçlılar harekete geçmişlerdir.

M.S.1147’de Konya Savaşında Selçuklu Sultanı Mesut’a karşı, İmparator Manuel Komnenos yönetimindeki Bizans ordusunu bozguna uğratıp planlarını bozan göçebe Oğuzlar olmuştur. Bu göçebe Oğuzlar, Bizans Ordusunun önüne tuzaklar kurmuşlar, baskınlar düzenlemişler ve sonuçta yenmişlerdir. Bu savaştan sonra en çok Batılı kaynaklar, Anadolu’ya “Türkia” demeye başlamışlardır. Yani, Türlerin ülkesi denmesi, bu savaşçı göçebe Türklerin sayesindendir.

2. Haçlı Ordusu, Alman İmparatoru 3. Konrad ve Fransız Kralı 7. Louis yönetimindeki orduları, Anadolu’ya güçlü bir saldırıya kalkıştılar. Göçebe Türkler karşısında Eskişehir dolaylarında bozguna uğradılar. Böylece bir kez daha Selçuklular göçebe Türkler tarafından korundular...

Biraz geri gidersek, 1048’de Hasankale, 1071 Malazgirt, 1147, Konya savaşı, Anadolu’nun Türkleştirilmesi açısından çok önemliydi, Türklerin Anadolu’yu vatan yapmada dönüm noktasıydı. Dahi, 1176’da 2. Kılıçaslan’ın Konya Savaşını yenmesinde gene göçeri Türkler ön plandaydı. Bu savaşa Bizanslı tarihçiler “ikinci Malazgirt Savaşı” demişlerdi.

Sonuç, Selçukluları Anadolu’nun en güçlü hale getiren göçebe Türk savaşçılardı...
İlginç olanı; Anadolu Selçuklu Devleti, bu göçebe Türklerin savaşçılığıyla güçlenip genişledikçe, gelirleri arttıkça, değiştiler. Kuruluş felsefelerinde fetih ve yağmacılığa dayalı göçebe devlet biçiminden, güçlenip geliştikçe, bir feodal devlet konumuna dönüşüp tarıma, ticarete, zanaata dayalı bir tür ekonomi siyaseti uygulamaya başlamaları 13. Yüzyılda Selçukluların Bizans ile iyi ticari ilişkilere girmeleri ve hatta Selçuklu-Bizans savaşları sırasında Hıristiyanların Anadolu içlerinden Bizansların yönetimindeki batıya bölgelerine kaçmışlardı. O batı bölgelerine kaçan Hıristiyanların geriye, Anadolu içlerindeki kendi köy ve kasabalarına dönmelerine bile izin verilmişti.

Daha açıkçası, Orta Asya’dan beri süregelen orduyu Türklerden oluşturup, temizleme operasyonlarını yaptırdıkları Türkleri, temizleme yollarına başlamaları, kendilerine göre ücretli askerlerden oluşan ordular kurarak, ordudan türlü yöntemlerle temizleme yoluna gitmişlerdi. Bu; kendini kuran, ayakları yere sağlam bastığını sanan Anadolu Selçukluları, savaşçı Oğuzlardan söz ederlerken, onlara ilk kez, “Türkmenler” demeye başladılar. Selçuklular bu “Türkmen” sözcüğünü bilinçli bir biçimde, göçebe Oğuzlar anlamına, aşağılayıcı bir terim olarak kullanmaya başlamışlardır...

Mevlana’nın Oğlu Veled, “Türkmenleri Kurban Et...”
Selçuklular da Türkmen sözcüğü, tarihi belirtilere göre, git gide öyle bir duruma gelmiş ki, soykırım aşamasına gelmiştir. Mevlana’nın oğlu Veled Çelebi, Selçuklu Sultanı Mesut’a bir Türkmen kırımı bile önerir, şöyle der: “Âlem yıkıcı bu Türkmenler, öyle zarar vermişlerdir ki, Şah’ım sakın sen onlara acıma, halkın yaşamasını istiyorsan onların tümünü kurban et (öldür)" demiştir.

Prof. Stanford Shaw’un yazdığına göre Selçuklu Hükümdarı 2. İzzettin’in annesi vaftiz edildiğini, sarayda da Gürcü Prensesinin Konya’ya yanında papazlar ve kutsal (ikona) eşyalar ile gelmesine ses çıkarmaz. Osman Turan, “Selçuklu Tarihi 
ve Türk İslam Medeniyeti” 1965. S.257’de yazdığına göre, Hatta Gürcü prensesin sarayda dinsel inançlarını yerine getirebilmesi için özel bir ibadethane (chapelle) yaptırmıştır. Ama Türkmen sözcüğü bilinçli bir biçimde aşağılayıcı göçebe kavramının karşılığı olarak kullananlar, dahi, git gide kendi öz kültürlerine bile yabancılaşmaları, dahi, kendi öz dilleri olan Türkçeyi artık Selçuklu saraylarında konuşulması yasaklayan Selçuklu Sultanlarıydı.

Öyle hal aldı ki, Selçuklu Sultanları, temelde kendilerinin kökeninin Türk olduğunu gizleyerek, kendi ana dillerini bile yasaklayan, yerine Arapça-Farsçayı dil diye seçmeleri; en acı tarafı ise, kendilerinden söz ederlerken ya “Rumi” veya “İslamlar” diye söz etmişlerdir. Hatta önceleri Türkçe adlarını, sonraları Keykubat, Keykavus, Keyhüsrev, Rüstem, Hürrem vs. gibi birçok Farisi, 10 yüzyılda İranlı Fidevsi’n yazdığı “Şahname adlı destanımsı kitapta geçen, kahramanlıklarını Turanîlere yani Türklere karşı yapmış hayali savaş kahramanların adlarını kullanmışlardır.    

Âşık Paşazade tarihinde göçeri “el-il”, Oruç Beğ Tarih-i Al-i Osman’ın da ve Neşri Tarihinde “göçer konar yürükler” diye geçer. Lakin Selçuklular, “göçebe” anlamının Türkmen sözcüğü anlamında kullanıldı. Yani Arapça-Türkçe karışımı bir dil olarak, dil bilimcilerine göre “men” eski Arapçada “o kimse” veya “kim ki” anlamınadır. Türkmen sözcüğü, ilk kez 11. Yüzyılda Müslümanlığı kabul eden Oğuz Türkleri için, yani göçebecilikten yerleşikliğe geçmiş, kentli anlamına kullanılmıştır. Lakin Selçuklular da Türkmen sözcüğü git gide, öyle bir hal almış ki, düşman hale getirilmiştir...

1176, Konya Savaşında tutsak düşen Bizans İmparatoru Manuel Komnenos, törenle İstanbul’a gönderilirken, yolda üzerlerine yine Türkler saldırınca, onu korumakla görevli birlik komutanı Selçuklu Beyi’nin, bu durma şaşıran İmparatora “onlar Türkmenlerdir, bizden değildir” dediği bile söylenir.

Selçukluların giderek artırdıkları Türklere şiddeti dayanılmaz boyutlara ulaşır. 13. Yüzyılda Türkler arasında aşağılanma, horlanma, dışlanma, baskılar nedeniyle yer yer homurtular başlar. Bir gün gelip, karşılarına başkaldırı olarak çıkar ve kurdukları devletin yıkıcı unsurları da göçebe Türkler olur.

Tam bu sıralar Orta Asya’da Cengiz Kağan yönetiminde Moğolların Orta Asya’yı kasıp kavurduğu günlerdir. İlk önce Moğol İmparatorluğu 1218’de Pekin’i, 1220’de Buhara’yı, 1221’de de Harezmşahlar İmparatorluğuna son verirler. Böyle olunca, Moğolların baskılarından Oğuz Türkleri can havli ile dalgalar halinde Anadolu’ya doğru yeni bir göç akımına başlarlar...

Bundan dolayı Selçuklu-Türkler ilişkileri daha da sert bir biçimde gerginleşerek düşmanlığa dönüşür. Anadolu artık gittikçe her geçen gün kargaşa ortamına doğru sürüklenmektedir. Biryandan da Anadolu’ya akın akın gelen göçebe Oğuz Türkleri, Anadolu’nun yerli nüfuzu Hıristiyanları oldukça çok geçer, Hıristiyan nüfuz azınlığa düşer...

11. Yüzyılda Anadolu’ya gelen göçebe Şamanist Türklerin Orta Asya’da yağma yapmaktan vazgeçmedikleri için, yağma yaptıkları yerleşik Müslüman Türkler tarafından, bunlara Anadolu’yu göstererek yağma yapılacak en uygun topraklar olarak olduğunu göstererek göndermişlerdi. 11. Yüzyılda Anadolu’ya gelen bu Müslümanlığı kabul etmemiş Şamanist göçebe Türkler, Anadolu’da Sünni Hanefi mezhebinden Müslümanlaşırlar...

13. Yüzyılda Moğol kasırgası önünden kaçarak Anadolu’ya gelen göçebe Türkler ise Orta Asya’da iken Müslümanlaşmışlardı ama onlar salt Hanefi mezhepli olmayıp çok farklı değişik mezheplere sahiptiler. Bu farklılık Anadolu’da kısa sürede fark edildi, çok sayıda Anadolu topraklarında farklı tarikatlar kuruldu. Bunlar Bektaşilik, Kadrilik, Melamilik, Yesevilik, Mevlevilik vs. gibi belli başlı tarikatlardı...

13. yüzyıldan itibaren kurulan bu tasavvufi disiplinli Türk tarikatları, İslamiyet’in kurallarına sıkıca sarılmak yerine, eski dini gelenekleri, töreleri ve Şamanizm dini İslamiyet’e uyarlanmış halde birer Mehdi Babalar, Abdallar 13. Yüzyıldan itibaren ortaya çıkmaya başlar ve böylece Anadolu’da farklı bir görünüm ortaya çıkmaya başlar. Farklı görümlerin sergileyen farklılıklar, Anadolu’da ne kadar ezilen, horlanan, dışlanan, gale alınmayan göçebe Türklerin gözünde, Baba İshak, Barak Baba, Sarı Saltuk Baba gibileri birer peygamber sıfatı taşırlar. Anadolu göçebe Türkler arasında Baba İlyas, “Baba Resul”, yani peygamber Baba olarak anılır olmuştu.

Daha çok Anadolu’da 13. Yüzyıldan itibaren gelişen tarikatlar, pekte Arabî İslam kurallarına uymazlar, müziği, semahı, İslam’ın hor görmeyeceğini iddia ederek dini ayinlerin bir parçası yaparlar. Daha Şamanist etkisinden arınmamış bu Anadolu’daki yeni Müslüman Türkleri çok kolayca etkilemiş “Dede”, “Baba” veya “Abdal” diye nitelenen dervişler birer kurtarıcı gözle görülmüşlerdir. Hatta bu babalar ve dervişler salt dini ritüellere değil, gaziler harekâtına katılmışlar, savaşarak da böylece kitleler yön vermişlerdir.

13. yüzyıl Anadolu’ya Türkistan’dan gelmiş Türkmen Babaların, Yesevi dervişlerinin, Horasan Erenlerinin, Bektaşi Babalarının, Abdalların hepsi de, ezilmiş, horlanmış, sahipsizleştirilmiş, zulüm görmüş Türklerin hiç kuşkusuz aksakalı uluları, pirleri ve birer kurtarıcı Mehdileriydiler. Gösterişten uzak bu aksakalı pirler, ulular Anadolu’da Şaman din adamları gibi giyiniyorlardı. Ozandılar, yol gösterendiler, Türk töre ve geleneklerine bağlıydılar, bir lokma, bir hırka, akşam olunca başlarını altına yastık bir taş, bir kaşık, bir tastı bütün varlıklarıydı.

Selçuklu ve Osmanlıların aslını inkâr edip öz dilini yasaklayıp Farsça, Arapça konuşmuyorlardı. Göçebe Türklerin anladığı dil arı Türkçe konuşuyorlardı. İslam’ı da Şamanist bir düşünce ile buluşturarak basitleştirerek yorumlayıp anlattıkları için herkes anlıyordu. Yani Arapçanın anlaşılmaz karmaşasından arındırılmış tük dili ile toplumlara hitap ediyorlardı.

Gelirsek Babailer isyanına, Babailer isyanı,13. Yüzyılda Anadolu’nun Türk tarihine en önemli damgasını vuran olaylardan biri ve Türkler için bir dönüm noktası olmuştur. 1237’de 1. Sultan Alâeddin’in genç yaşta ani ölümü üzerine yaratılan kargaşa ortamında, ezilen, horlanan, kimsesizleştirilen, insan yerine konulmayan göçebe Türkleri de yanına alarak yürüyüşe geçen Baba İshak’a karşı Selçukluların topladığı paralı Gürcü ve Frank askerleri ile bastırıldılar. Ama takatten düşen Selçuklular 1243’de bu kez Moğollara karşı Kösedağ Savaşında yenik düştüler, Anadolu bütünüyle Moğol istilası altında 1243’ten 1336’ya kadar 100 yıla yakın süren Moğol valilerin yönettiği ülke durumunda kaldı.

Müslümanlaşmışlar, Şamanizm’e Cilala Yapmışlar...
Yine söylersek, Osmanlı devletini Müslüman Türkler kurmuştur, kuşku yok. Ama bu Müslümanlık, Arap-Acem Müslümanlığından çok farklıydı. Bu konuda Prof. Osman Turan, “Selçuklular Devri” kitabında, Türk Müslümanlar için: “çok satı” der. Ve “Türk İslam Medeniyeti” kitabında Fuat Köprülü: de, Anadolu Türklerinin Müslümanlık anlayışı hakkında ise: “Bu Türk aşiretler genellikle Müslüman olmakla birlikte, her tür bağnazlıktan uzak, din kendileri için, çapraşık ve gerçekleştirilmesi zor hükümlerine uymaktan çok eski budunsal geleneklerinin dıştan Müslümanlık cilasıyla cilalamış basit bir şekline uygun eski Türk Şamani, dış görünüşü İslamlaşmış bir devamı”  diye yazar. 

Ziya Gökalp ise, “Türkçülüğün Esasları” yapıtında: "Türkler eski dinlerinde zühdü ibadetleri yoktur” diyerek, Türklerin hiç bir zaman dine aşırı düşkün olmadıklarına açıklık getirmiş olur. Yani, kısacası, aşırı bir dine bağlılığı, din bağnazlığı yoktur...

Prof. Stenford Ahaw: “Büyük bir gelir kaynağını karatmamak için bile olsa, halkı kütleler halinde din değiştirmelere zorlama gibi bir çaba göze çarpmamaktadır” der.
Selman ZEBİL

Yararlanılan Kaynaklar:
Prof. Osman Turan, “Selçuklular Devri” yapıtı
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye Tarihi" 
Fuat Köprülü, İslam Medeniyeti” yapıtı.
Aşık Paşa, "Garib-Name" 1,2,3,4,5 ciltler
Fuat Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar 
İlhan Arsel, "Arap Milliyetçiliği ve Türkler
John Freely, At Üstünde Fırtına (Anadolu Selçukluları)
Julius Wellhausen, İslamiyet'in İlk Devirlerinde Dini-Siyasi Muhalkefet Patiler" 
Bahattin Ögel, "İslamiyet'ten Önce Türk Kültür Tarihi" 
Ahmet Yaşar Ocak, Osmanlı İmparatorluğunda Marjinal Sufiler Kalenderiler" 
Ahmet Yaşar Ocak, "Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve Sufiler" 
Ahmet Yaşar Ocak, "Babailer İsyanı" (Aleviliğin Tarihsel Altyapısı, Yahut Anadolu İslam'ı-Türk Heterodoksinin Teşekkülü) 
Halil İnancık, "Makaleler" 
Faruk Sümer, "Oğuzlar, Tarihleri-Boy Teşkilat-Destanları"
Faruk Sümer, Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü" 
Abdülkadir İnan, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Materyaller ve Araştırmalar
Mustafa Akdağ, Türk Halkının Dirlik ve Düzenlik Kavgaları, (Celali İsyanları)
Burhan Oğuz, "Türk Halkının Kültür Kökenleri" 2. cilt
Claude Cahen, "Türkler Nasıl Müslüman Oldu" 4. Baskı
Jean-Paul Roux, "Türklerin Tarihi, (Pasifik'ten Akdeniz'e 2000 Yıl)
Wilhelm Radloff, "Türklük ve Şamanlık" 3. Baskı
B.Y..Vladimirtsov, Moğolların İçtimai Teşkilatı, (Moğol Göçebe Feodalizmi) 
V.V. Barthold, "Moğol İstilasına Kadar Türkistan"
Mikail Bayram, "Siyasi Boyutlarıyla Ahi Evren-Mevlana Mücadelesi"



13 Nisan 2018 Cuma

DP ve MENDERES DÖNEMİ (1950-1960) İÇ ve DIŞ GÖÇLERİN BASLADIĞI DÖNEM OLUR


Şatafatlı günlerinde Menderes meydanlarda

Köylülükten kentliliğe, çiftçilikten işçiliğe; kendine efendilikten, başkasına kulluğa Türkler

DP ve Menderes Dönemi (1950-1960) İç Göç ve Dış Göçlerin Başladığı Dönem Olur

27 yıllık CHP tek parti yönetimine son verilen 1950 seçimlerini DP kazanmış, 14 Mayıs 1950’de iktidarı eli geçirmiştir. 14 Mayıs 1950’den sonra, büyük göç, köylerden kentlere bir tür iç göç olarak başladı; bütün toplum ayaklanır gibi köyleri boşaltıp büyük kentlere korkunç bir biçimde, başta İstanbul’a akın ettiler...

1950’lerde daha 1 milyonu bile bulmayan nüfuzu, 1960’lara gelindiğinde 1.5 milyonu çoktan aşmıştır. 1970’lerde ise, 2.5 milyonu çoktan aşmış, 1990’larda ise 10 milyon iken, 2018’de ise 16 milyonun üzerine doğru koşmaktadır.

1950’de ülkenin toplam nüfuzun %25’i kentlerde iken, %75 nüfuz kırsal kesimlerde oturmakta idi. Aradan geçen 60 yıl içinde bu oran tam tersine dönmüş, kırsal kesimlerde oturan nüfuz, %25’e inmiş, kentlerde oturan nüfuz ise %75’e yükselmiştir.

Daha ilginci, 1950’lerde başlayan iç göç, ülke sınırlarını aşarak dış göçüde tetiklemiştir. 2. Dünya Savaşının yaralarını sarmaya, harabeye dönmüş yıkıklarını yeniden onarmaya, işçi gücü kalmamış fabrikalarının iş gücü olmaya çağrılmışlar. Ülke sınırlarını aşarak dış göçe katılıp, daha karasabanın sapından tutup ilkel metotlarda çiftçilikten başka bir bilgisi olmayan yağız Türkler, işçileşmeye doğru başta Almaya olmak üzere Avrupa ülkelerinin işçi açığını kapatmak için işçi göçü olarak gönderilmişlerdir.

Almanya, iş gücü açığını kapatmak üzere, ikili anlaşmalarla 1960’larda Türkiye’den konuk işçiler almış, ilk gelen işçileri tren istasyonunda bando-mızıkasıyla karşıladılar.

Türkleri kitaplardan tanıyan Almanlar, yakından görmek için karşılama törenine binlerce Alman katılmış, alkışlarla karşılamışlardır. Bu konuk Türk işçiler, önceki konukluklarından vazgeçip, Almanya’ya yerleşmeye başlamışlar, Almanya’yı, şairin dediği gibi  “Acı vatan” yapmışlar. Dahi, Avrupa’nın bütün devletlerinde var olmuşlar, arkası kesilmemiş, Afrika, Asya, Amerika, Kanada, Avustralya’ya gibi, bütün dünyaya dağılmışlar. Kimi yasal yollardan, kimi değişik yöntemler kullanarak çeşitli yollarla, kimisi kaçak yollardan, çoluk çocuk göç etmişler. 10. Yüzyılda Orta Asya’dan başlayan Türk göçü, 21. Yüzyılda bitmiş değildir, hızıyla sürmektedir.

Peki, bu göçlerin temelinde ne var? Elbette ekonomik şartlar, hala bu toplumun genlerinde diri duran göçebecilik kalıntıları, yüz yıllar geçse de, vazgeçilmez tutkudur. Öyle siyasilerin, arada bir görece özgürlüklerden açılım yapsalar da, Türklerin, göç özgürlüğünü frenleyememişlerdir.

Keşke cezası idam olmasa

Gelelim işin gerçeğine...
Örneğin Türk toplumu, gezmekten (turist) ülke, ülke dolaşmaktan hoşlanmazlar, ülkelerin tarihleri, yaşam şartlarını merak edip, gidelim, gezelim, görelim diye bir gelenekleri yoktur. Hala Türk insanının %80’ı yurtdışı gezisi yoktur. Yurtdışına akınla işçi olmaya, işçileşmeye gider, yani ekonomiktir göçü. Yani kısacası bu ülkede, 15 yaşın üstünde pasaport sahibi %8 ve ancak nüfuzun %21’idir bu

1950 seçimlerinden galip çıkan DP, siyasi ekolünün ve dahi, bilimsel bir bilgi birikimi, daha çok taşralı aydın ve tüccar ve daha çok CHP’ye kırılgan, öfkeli toprak ağaları DP’ye desteklerini esirgemediler. Ama DP, ülkede siyasi boşluğu asla dolduramadı, büyük toplumsal deprem yarattı ancak. Oy uğruna ülkede ayrılmaların önünü açtı. Toprak ağaları ağa-maraba düzenine döndü. Aşiretler de öyle, kırsal kesimlerden kentlere, köylülükten kentliliğe, çiftçilikten işçiliğe; kendine efendilikten, başkasına kulluğa, yani, sokakları süpüren, evlerde temizlik yapan, inşaatlarda ameleliğe akın akın aktılar kentleri doldurdular. Kentlerin kıyılarındaki hazine arazilerine gecekondular yaparak yerleştiler, kentlerin doğan dokusunu bozdular. Yani kentleri kuşattılar, git gide bu kuşatmalar, çarpık bir kentleşmeye doğru, arabeskleşerek doğru ilerlemiştir. Keşmekeş halde DP, kentlerin kuşatılmasına karşı duracağı yerde, teşvik bile etmiştir. Hazine arazileri yağmalanmasına adeta göz yummuştur. 

Selman Zebil 2018 Antalya

  

  

TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...