14 Eylül 2016 Çarşamba

NORVEÇLİ HEYKELTIRAJ GUSTAV VİGELAND (1869-1943)


GUSTAV VİGELAND ve Açık hava müzesi 
OSLO-Frogner Park’ın Yaratıcısı  

Norveçli bir değerli heykeltıraştır. 11 Nisan 1869’da, çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu ölümsüzleştirmektedir.

Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır.  Yetiştiği ortamdan dolayı  “ilahi bir korku”  ile “cehennem korkusu”  Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var olmuştur: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok fazla karanlık, çok az ışık”  ünlü sözüdür.

1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören heykeltıraş, Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.

20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu anlatan “Hagar ve İshmal” adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.


1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri cefaları söyleyemeyip, müzikle alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.

Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan, heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar bulur. Yeniden “Cehennem”i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla, anlattıklarıyla ilgili  “Şeytan”  varlığı, sağdan doğru cehenneme itilen, anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.  

Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü, Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş”  tasarım düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan babası gibi Gustav Vigeland dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında 19 yaşında İngerid Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.   

Vikeland, kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları, kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın, anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.    

Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gibi nesnelerdi. Bu hale isyan eden Gustav:  “Artık dayanamıyorum, insanlığıma dönmek istiyorum”  diyerek, kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik, kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata geçirmek için.

Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20. Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürün vermesi yolunda adımlar atar. 1902’de kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava  heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister. 1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya başlar yontularında.

Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.

Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.

Bu çok zengin salt Vigeland’ın eserleri olan açık hava müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, Norveç-granit taşı, bronz, dövme demir ve 192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu yapıtlara imrenmek elde değildir.

Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde, görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakarak şaşırmış halimi hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her seferinde bir mana, çevremde yaşayan nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...

Vigeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland, ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…

Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı. Vigeland öldükten sonra bu yer  “Vigeland Müzesi” yapılır ve Vigeland’ın yakılmış külleri bu müzede bir kulede korunmaktadır

11 Eylül 2016 Pazar

OSMANLI'NIN TÜRKMEN SÜRGÜN YERİ RAKKA ÇÖLLERİ

Gök renkler, Türkmenleri yoğunlukta
yaşadıkları Suriye toprakları
Osmanlının Zorunlu Türkmen Sürgün Siyaseti
Osmanlı Devleti vatandaşlarıyla kavgalı olmuş, kaynaşamamış ve vatandaşına huzurlu bir ortam sağlayamamış, devlet-vatandaş ilişkileri zamanla kızgınlıklar artmış, kin ve nefrete dönüşmüştü. Osmanlı’nın yanlış Türkmen sürgünü siyaseti yüzünden Anadolu’da pek çok verimli toprakları ekecek, biçecek, işleyecek insan kalmamış, topraklar atıl duruma düşmüştü. Osmanlı ile Türkmen halklar arasında kin ve nefrete dönüşmüş kızgınlık, cumhuriyete kadar sürmüştür.

16. yüzyılda itibaren Yavuz Sultan Selim iradesinde Osmanlı idaresi altında yaşayan topraklarda Türkmen Alevi din adamların başları kopartıldı, kıyımdan geçirildi, öldürüldü, sürüldü, zulümlerin en acımasızlığı ne varsa reva görüldü. Sunni Türkmen olsun Alevi Türkmen olsun Osmanlının uygulamaya çalıştığı yerleşik sisteme geçmeleri ve daha kolay yönetim altına alınmalarına tepki koyan Anadolu konargöçer Türkmenleri zulme uğradılar. Bu nedenle Osmanlıya kırgın, kendi haline ulaşılması güç, sürüleriyle birlikte sarp dağlara çekildiler. Osmanlı devlet adamının uğramadığı dağlık alanları kendilerine yurt ettiler. Yüz yıllarca sistem dışında, hatta Alevi Türkmenler, aynı soydan olmalarına rağmen Sünni Türkmen toplumdan etkin iftira propaganda ile ayrıştırılmış halde uzun süre izole bir yaşama tutundular.

Türkmen Sürgün Yeri Rakka Neresi?
Ruha eyaleti olarak da bilinen Rakka1516 yılında Osmanlı Topraklarına katıldı. Günümüzde Suriye sınırları içinde kalan, hala günümüzde orada Anadolu'dan sürgün edilmiş Türkmenlerin yaşadığı yerdir. Osmanlı bu bölgeyi, Anadolu’da Türkmen ayaklanmaların bastırılmasında kullanılan sürgün yeri olarak kullanmıştır. Bu sürgün zulmü Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan selim ile başladı, oğlu Kanuni ile hız kazanarak 300 yıldan fazla sürdü.

Osmanlının Rakka’ya sürgün ettiği, Oğuzların Üç Ok kolundan Beydili-Boz Ulus Türkmenlerine sürgün bölgesi yapar. Günümüzde Suriye sınırları içerisinden kalan Rakka 1516 yılında Osmanlı topraklarına katıldığında Rakka, Diyarbakır, Halep eyaletleri arasında kalan bölge merkezi ile Urfa olmak üzere bölge 6 Sancaktan oluşmaktaydı. Ayrıca, Rakka Beylerbeyliği 37 zeamet ve 616 tümenden oluşuyordu. 

Osmanlı yönetimi bölge için özel iskân siyaseti uygulayarak buraya, daha çok orta Anadolu’dan Beydili ve Boz Ulus Türkmenlerini Fırat boylarına yerleştirmek ister. Osmanlı böylece başta ekonomik olmakla birlikte, inançsal, siyasal, kültürel nedenlerle yaşamlarına müdahaleye karşı koyan disiplinsiz konargöçer Türkmenlerden kurtulmak içindi Rakka sürgünleri olurlar.

Sonuç olarak, Türkmenlerin düzenlerini bozan Osmanlı iskân siyaseti büyük bir başarısızlıkla sonuçlanır. Rakka ve çevresinde yaşayan yerli Arap aşiretleri ve bazı eşkıyalığı sanat edinmişlerden iyice rahatsızlaşırlar. Bu karışık bir ortamda bölgede Türkmenler 19. Yüzyıllarında meydana gelen ayaklanmada Mısır Hidivi İbrahim Paşa’nın bölgeyi alması sonucunda, Türkmenler yöreden çekilirler. 1840 yılında bölge tekrar Osmanlı topraklarına katılır. Rakka eyaletlikten kaldırılır, Urfa, Halep’e bağlanır ve Sancak statüsü verilir. 

Göçebeciliğin Yerleşik düzene geçirilme talimatları 11 Ocak 1691 yılından itibaren çeşitli ferman, hüccet ve emirler yayımlanır. Özet olarak şöyle izah edebiliriz; Harap ve boş toprakların iskân edilerek imar ve ziraata elverişli duruma getirilmesi. Konargöçer oymakların zapdedilemez, göçebecilikten çıkartılıp yerleşik yaşama geçirilmesi, kontrol altına alınması için konargöçerlikten eker biçerliğe uyum sağlamalarının sağlanması amaçlıydı.

Lakin bir mücadele vardı. Akıncılarla, ekincileri, çoban ile sabanın mücadelesi öyle kolay halledilecek bir olay değildi. Yani, yeni bir yaşama boyun eğdirmek kendine buyruk Türkmenlere öyle kolay olmadığı pek çok deneylerde anlaşılmıştır.

Faruk Sümer’in deyimiyle, 24 Oğuz boyundan olan Begdili boyunun güzel günleri sona ermiş, acılı ve hüzünlü günleri başlamıştır. En çok Begdili boyunun, bugün Suriye sınırları içinde kalan Halep ve Rakka bölgelerine sürgün günleriyle karşılaşmışlar. Yeni İl (Mersin, İçel) de bütün obalar 3200 vergilendirilenler idiler. Pek çoğu iç kesimlere “Urum” dedikleri yerlere kaçmışlar. Beydili’nin başı Firuz Bey ise, bu fena yerlerde durulmaz” diyerek aşireti ile İran’a göçer. İran'a Anadolu'dan göçen, Erdebil ve Tebriz böklgelerine yerleşen ve orada Şiileşen Türkmenlerden olşan günümüzde 200 köy bulunmaktadır. 

Firuz Bey obasından bir şair, turna ve semah ritüelli deyiş şöyle:

Seherde avazın bağrımı deler
Durnanın kanadı köz gibi yanar
Kaldırmış kanadın yavru baş sanar
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Yedi atlı ile bindik Allah emanet
Yetmiş bin evliya eylesin himmet
Yurdumu beklesin oğlum Muhammed

Çağrışı çağrışı yayladan inin
İnin ayn-Elize bir semah dönün
Beğden izin oldu koruya konun
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Benden selam söyle Hazna Hatuna
Çıkarsın alları, karalar bağlasın
Küçük oğlu ile gönül eğlesin
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Rakka’ya gitmeyenler “Urum” dedikleri Anadolu içlerine parçalanarak kaçarlar. Rakka’ya sürgün edilip de bir fırsatını bulupta Rakka’dan kalabalıklar halinde Anadolu'da değişik yerlere kaçanlar vardır. Ancak şiddetli biçimde takibe alınırlar. Yakalananlar geriye getirilirler. Bu iskânın icrasına yapan Kadı-Zade Hüseyin Paşa başlatmıştı. Yusuf Paşa adlı biri de tamamlamıştır. O dönemi şiirinde anlatan “Taşdemir” adlı bir ozan, Kadı Oğlu Yusuf Paşa için şöyle der:

Kadı Oğlu Yusuf Paşa gelende
Yalan dünya benim derdi Begdili
Seksen bin evle Rakka’ya iskân olanda
Tayı, Muvali’yi kırdı Begdili

(…)

TAŞDEMİR’im de söyler özünden
Methedelim Begdili’nin yazından
Ala bucak Kette’lenin düzünden
Hamed’in sancağını bastı Begdili

Alıştıkları serin, sulak, otlak yaylalardan en zor olanı Rakka çöllerinin susuz yakıcı sıcağı sürülmeleri bir yana, “Tayy ve Aneze” adlı Arap aşiretler oldukça kalabalık nüfuzlarıyla bölgelerini payşamak istemedikleri Türkmenlere dirlik, düzenlik vermezler. O dönem Türkmen ozanı Mehmet şöyle seslenir deyişinde Arap aşiretlerinin yanında olan Halep Valisi Abbas Paşa’ya:

Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
Aşiret sizde böyle zamana
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa

Haydarlı, Çelebi çıksın bu yana
Araplı, Kadirli döndü aslana
Dört çevremiz döndü kara dumana
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

Güneşli, Ulaşlı dövüşe insin
Bayındırlı, Kazlı arkada dursun
Torunla, Şark-evli hazırlık görsün
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

MEHMET’İM der ki, belim büküldü
Gözüm yaşı sineklere döküldü
Dağıldı aşiretim, bendim söküldü
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
 
Yararlanılan Kaynaklar: 
Faruk Sümer, "Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişiminde Anadolu Türlerinin Rolü" TTK yayılnlarından
Ali Rıza Yalman, "Cenupta Türkmen Oymakları  1 ve 2. cilt
Fuat Köprülü, "Saz Şairleri" Akçay Yayınları
Selman  ZEBİL

7 Eylül 2016 Çarşamba

EDVARD MUNCH (1863-1944 NOEVEÇLİ RESSAM


KARŞILAŞTIRMA!
Topraktan yapılmış MÖ 3000, yani 5000 yıllık resimde gördüğünüz heykel, Türkiye-Afyon civarında bulunmuş, çığlık atan ana tanrıçadır. İkinci resim Norveçli ressam Edvard Munch'un 1893 tarihli “Çığlık” adlı tablosu ile neredeyse ayırt edilmeyecek benzerlikte.

100 yıl önce Afyonda bulunmuş bu heykeli. Edvard Munch görmüş olabilir mi? Bence hayır. Ama benzerlik aynıdır. Bir söylenceye göre de Peru’dan Paris’e getirilmiş İnka mumyasından etkilenmiş olması… Anadolu uygarlığından, Peru-İnka uygarlığına ve Edvard Munch’e insanların çığlığı aynı…






EDVARD MUNCH (1863-1944) "SKRİK" (ÇIĞLIK)
Edvard Munch, pek varlıklı olmayan bir askeri doktorun beş çocuğundan ikincisi olarak 12 Aralık 1863’de Norveç’in Aadalsbrug-Löten’de doğar ve 23 Ocak 1944’de Oslo’da ölür. Yapıtlarında daha çok korku, yaşam, aşk, ölüm, çelişkileri, kederi, mutsuzlukla ilgili ruhsal ve duygusal konuları işledi. Buna neden annesini ve kız kardeşini veremden kaybetmesi; belki de bu tatsız olayların etkisiyle içe dönük ve karamsarlık gösteren duyguları işledi.

İlk zamanlar hep mutluluğun değil de korkunun resmini yapmış Edvard Munch…
Norveçli ünlü ressamın yaptığı resme neden “Çığlık” adını verdiğidir. Bir söylenceye göre Munch, Paris’te “Müsse de L.Homme” ziyaretinde gördüğü, Peru’dan getirilmiş bir İnka Mumyasından etkilenmiş olması. “Çiğlık” resminin kaynağı, İnka mumyasından etkilenilerek mi yaptı?

Yoksa arka arkaya çizdiği, birbirine benzerlikler taşıyan  “Çığlık”  resimlerinde bile bir fark var ortaya çıkan. 1893’de, insan tüylerini diken gibi eden  “Kaygı”  ve bir başka resminde kadın ve insanlar arasında ön planda bir kişi var. Edvard’ın babası, Edvad’ın bilinçaltı  “hayaletin simgesi”  olduğu varsayımı ile yola çıkarsak, Edvard, aile içi ilişkilerde bir düzenin olmadığını gösterir bize. 

1893 yılında tamamladığı ilk “Skrik” (Çığlık) adlı tablosu, ruhsal sorunların zihne işlediği ruh hali mi açığa çıkıyor gibiydi! Bir bakıma onun gençlik yıllarına baktığımızda öyle olduğunu görüyoruz. Çünkü Edvard, daha 23 yaşındayken ruhsal sorunlar yaşıyordu. Umutsuzluk, aşırı korku, üzüntü; kendi hastalık duygusunun verdiği durumla, ölüm acısının ortaya çıkardığı bir değerli sanatçıydı.


Edvard Munch, anı defterine o zamanlar şöyle yazar: “İnsan sadece çıldırdığı zaman resim yapabilir” Ve “Çığlık” Munch’in çıldırdığı zamanda mı yaptı bilemeyiz ama Edvard
Munch’ün 1893’de çizdiği, korkan, umutsuz ve karamsar, çökük gözlü, kuru kafayı andıran bir insanın yüzüne verdiği ifadedeki mükemmelliğiyle dikkat çeken adına “Skrik” (Çığlık) dediği,  84X66 cm ölçülerindeki tablosu, ayrıca karmaşaya sürüklenen bir dünyayı çağrıştırıyordu sanki. Istıraplı varoluşçu bir dünyada olayların içinde Trabzonlara dayanmış, acı ve ıstırap çeken bir kişinin figürü çıldırma noktasında, arka fonda, göğün korkutucu kan kırmızı rengi içinde karmaşık, iç içe girmiş sert renkler. Munch’e göre çığlık atan doğadır, doğadan gelen çığlık sanki kendisi değildi veya öyle sanıyordu. Ama O, “bu karmaşa yüklü dünyanın insanları da ancak böyle olur” dercesine çığlığı resmetmiştir.

Gerçi,”Çığlığın yol alışı 1891’de "Umutsuzluk” 1892’de biraz daha geliştirerek yaptığı  “Umutsuzluk”, ilkinden biraz besili yüzlü adamdan, zayıflamış yüzlü adama dönüşür. Sonuç olarak 1893 yılında “Çığlık” adlı tablosunu tamamlar.

Tablolarında çizdiği “Skrik” (Çığlık) adını verdiği resimlerde bazı değişikliklerle renkler karmaşa içinde ama insan figürü olarak sürekli çizdiği kişi ise bir tür kuru kafayı andıran, bir yere bakan, oyuk, çökük gözlü, yaşamdan ve dünyadan nefret eder gibi bakışlı doğaya tepki veren bir insan figürüdür. Mutsuz çığlığın tepkisinden doğa öyle renklere bürünüyor ki, insanı rahatsız edici yeşil, kırmızı, sarı, göz kamaştırıcı fondaki aykırı renkler yerle gökyüzünü sanki birleştiriyor gibi dolgundu. Yani, üzerinde asıl bir şeyi başka bir şey ile benzetmeye, kıyaslayarak anlatmaya çalışılmış sanki…

Edvard Munch 1893’de, “Skrik” (Çığlık) konusundaki esin kaynağına neden olan olayı günlüğünde şöyle anlatıyordu: “İki arkadaşımla birlikte yolda yürüyordum; bu sırada güneş batmaktaydı, bir melankoli dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Yoruldum, durup parmaklıklara yaslandım. Alev gibi gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece Trabzonlara yaslanmış duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığını duyuyordum” der. Dahi O’na göre o anda gördüklerini: “Hepsini doğanın içinden yükselen bir çığlık gibi algıladım ve bunun resmini yaptım. Bulutları kan rengine boyadım, renkler çığlık atmaya başladılar”  diyordu.

İlk bakıldığında aceleci ve acemice bir üslupla yapılmış gibi görünen donuk, cılız, uçuk renklerle parlak, canlı renkler arasında anlamsız gibi görünen geçişler yaparak genelde insanoğlunun ruhsal problemlerle boğuştuğunu, kendi özelini bir bakıma yansıttığı, kendi ruh dünyasını tuvale döktüğü izlenimi veriyor insana. Yani, sürekli aynı tablonun üzerinde çalıştığı ve dört tane, aynı insanın farklı fon renkleriyle yapmış olması, doğayla bütünleşmiş hissi veren yapısı, hatta doğayı kendi estetik anlayışına göre düzenlemeye çalışan yapısı olması, iç dünyasının tuvale yansıması şaşırtıcı gelmiyor insana.

 Ayrıca, 1895’te yaptığı ve özel koleksiyoncu birinin elinde bulunan tek pastel tablosu ise 2012’de ABD’de 120 milyon dolara satılarak kısa süreliğine en pahalı sanat eseri unvanını almıştır.

Sonuçta Edvard Munch’un ilk yapıtında karanlık, ürkütücü ve huzursuzluk işlenmiş resimler yapsa da, yaşamının son yıllarına doğru karamsar duygularının yerini yaşama sevincine bırakmıştır.

Yıl 1994, Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet) ziyaretimde  “Çığlık”  adlı tablonun yerinden çalındığı gündü. Orijinali olan tablonun yerine kopyasını asmışlardır. Dört tane hırsız, içlerinden biri tablo hırsızlığında sabıkalı biri, galeride bir tek bekçinin olduğunu fırsat bilerek, galerinin arka penceresinden giriyorlar ve sadece 50 saniyede tabloyu yerinden alıp kaçıyorlar. Birde oraya şöyle bir not bırakıyorlar: “Böyle zayıf bir güvenlik için teşekkürler”  diyorlar. 

100 milyon dolar değeri üzerinde olan bu tablo, her ne kadar çalınmış olsa da, dünyaca tanınan bu tablonun satılamayacağını bilen hırsızlar, tabloyu geri vermeleri için para isteseler de polisin oyununa gelirler ve tablo ellerinden alınır ve çalındığı yerine konur.

İşte bu tablo, dünyada en çok kopyası üretilen iki tablodan birisidir. Birincisi Mona Lisa olurken, en çok kopya resimleri basılan da Edvar Munch’in “Çığlık” tablosudur.  
  


5 Mayıs 2016 Perşembe

ÜLKEDE SİYASİ DARBE YAPILDI, İKTİDAR VESAYET ALTINDA

Bir Komplo İle Ahmet Davutoğlu Alaşağı Edildi

Şimdiye kadardır inancı, dinini, kitabını, imanını Allah’ını, peygamberini siyasete bunlar kadar alet eden bir iktidar görülmemiştir. Şimdiye kadar bunları yaptığı uygarlık düşmanlığı, demokratik laik cumhuriyeti yıkma sevdalısı bir başka parti görülmemiştir.

Kurduğu bir komplo ile Davutoğlu alaşağı edildi; bütün gücün elinde olmasını isteyen tarafından. Sınırsız, sorumsuz, sorunsuz ama güçlü olmak istiyor. Türkiye’nin demokratik siyasi birikimini bir çırpıda altüst ediyor. Gelecek için verilecek demokrasi kültürünün önünü kesiyor. Ülkeyi tekeline geçirmek istiyor. Yani, ülkenin sonunun pekiyi olmayacak karabete doğru hızlıca gidiyor saraydaki kişinin yaptığı “darbe” ile. Kısacası gözü güce doymuyor, daha fazla güçlülük istiyor,  “ille de başkan olacağım”  diyor

Hırs ve bencillik, Türk siyasetinin geleceği için ülke Recep Erdoğan saplantılarını hayata geçirme için yola çıktığı en yakınındaki arkadaşlarını yarı yolda bırakarak, yoluna yeni edindiği arkadaşları ile devam etmektedir.

Saplantılarını, hayata geçirmek için kendisine sunulan emperyalist amaçlı  “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı”nı tereddütsüz kabul etmiş biri; kendi siyasi çıkarları için ve kendisine siyasi çıkar için yanaşmış, yanındaymış gibi görünen kadroların elinde bu ülke heba edilerek harabeye dönüştürülmektedir.

Erdoğan bu görüşmenin hemen öncesinde “Makamlar, insanlara hizmet için araçtır. Önemli olan bulunduğunuz yere nasıl geldiğinizi, orada ne yapmanız gerektiğini ve hedeflerinizin neler olduğunu unutmamanızdır” diyerek, niyetini açıkladı. Bu ifade,


Hiçbir siyasi kurala sığmayan şu sözler, “Seni oraya benim getirdiğimi unutur da kendini gerçekten başbakan zannederek hareket edersen, yapayalnız kalırsın” demektir.

Ahmet Davutoğlu ne demişti;  "Ülkeyi kimin yöneteceğine millet karar verir. AKP'de sık kongre olmaz"   demişti daha yakın zaman önce, AKP Kongresinden AKP Genel Başkanı seçildiğinde.  

Demek ki AKP’de Genel Başkanı halk değil Recep Erdoğan seçermiş. Ancak delegeler salt gösterilenlere oylarını verirler ve seçim yaptıklarını sanırlar, huzur içinde evlerine dönerler.

Fetullah Gülen için:  “Hasret bedeli çok ağır... Gurbet hasrettir...  Biz, gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz”  demişti. Ne yaptı en sonunda Fetullah Gülene:  “Feto, paralel yapı, hain, inine gireceğiz”  demedi mi? Hani Hakan Şükür içinde Kardeşim”  demiş, yanaklarında öpmüştü herkesin önünde. Unuttunuz mu?

Libya’ya gitti, sarıldı, “Kardeşim” dediği Kaddafi'nin kafasını taşla ezenlere çuvalla dolar gönderdi. Sonra Libya’da “istenmeyen ülke” olduk…

Suriye’ye gitti, Esad’ı ülkeye çağırdı, birlikte ailecek Ege kıyılarını gezdirdi, vizeler karşılıklı kaldırıldı, “Kardeşim” dediği, kısa süre içinde“Şeytan, katil Esed”  diyerek Suriye halkını Esad’a karşı ayaklandırdı, Suriye’de iç savaşa neden oldu.

Ahmet Davutoğlu AKP Grup toplantısında şöyle diyordu: “Kim ne fitne yaparsa yapsın, kim ne üretirse üretsin. Kim ne yazarsa yazsın arkadaşlar, hepimiz önce bu iki dosya yazıcının dosyasından korkalım, Allah’tan korkalım, başka hiçbir şeyden korkmayalım.”Bu satırlardaki mesaj Recep Erdoğan’aydı.  

AKP bir tür “menfaat ortaklığı” partisi olmadığına kim kanaat getirebilir ki? Bu nedenle ülke siyasi yaşamı yok oluyor, menfaat yaşama yol alıyor, birisi kazanırken, bütün ülke ateş çemberi içinde kalıyor...

Gözünü başkanlık bürümüş bir kere. Davutoğlu’nun gözünün yaşına bakmadan harcar. Bu onun öğretiden, felsefeden geliyor. Suriye siyasetini, Çözüm Süreci’ni, Dolmabahçe’yi onun üzerine yıkarak, kendisini mağdur ilan edecek ve “aldatılmışım”  diyerek işin içinden tereyağından kıl çeker gibi kendini sıyıracaktır. İbreti alem için bakın hele; en yakınında bulunanları ne yaptı! Hepsini birer birer etkisiz ve bir şey bile yapamaz durumlara getirdi:

AKP Kurucularından Abdüllatif Şener…
AKP’nin kurucularından ve “kardeşim” deyip Cumhurbaşkanlık makamına oturttuğu Abdullah Gül.
AKP Kurucularından ve partinin tüzüğünü yazan Ertuğrul Yalçınbayır
AKP Kurucularından Dengir Mir Mehmet Fırat…
Hele en yakında ki “‘Bülent Abi”  dediği Bülent Arınç birdenbire  “o zat”  oluverdi…
Dahi; Ali Babacan, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin, Nihat Ergün, Ertuğrul Günay, Ömer Dinçer. Bunların kimisi bakanlık yapmış, kimisi en yakın yardımcıları olarak görev yapmış kişilerdi. Acımadı, hepsini sattı, Davutoğlu’nu mu satmayacak ki?


Adamın Kinli-Nefretli Skandalları Bitmiyor

Skandal ‘laiklik’ sözlerinin ardından Kahraman’ın bu konuşması tansiyonu daha da yükselteceğe benziyor…  

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa olmalıdır” dedi ya, bu ilk vukuatı değildir.  2014 yılında Eskişehir’de yaptığı bir konuşmasında Cumhuriyet’i kuran kadronun “dinsiz” olduğunu ima ettiği sözleri vardır yeni piyasaya çıkan...

İsmail Kahraman o konuşmasında; “Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivistti. 
Pozitivist nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Şimdiki tabiri ile olguculuk. Pozitivizm Cumhuriyet’i kuranların ideolojisi oldu, dinden uzaklaştılar”  biçiminde sözler kullanıyor.

Dahi; Hasan Polatkan Caddesi’nin adının “Atatürk Bulvarı diye değiştirildi. Ha! Bugün matem günü ya! Atatürk öldü. Dünyanın hiçbir yerinde bir büyük adam öldü diye ağlanmaz. Bizim gibi gerici bir başka devlet yok. Her canlı ölümü tadacak. Vadesi geldi öldü. ‘o ölmez…’ e öldü. 76 senedir ölmüş adamı bırakmıyorlar.”  Diyerek Atatürk’e  “O” adam diyordu.


2 Mayıs 2016 Pazartesi

KUT'UL-AMARE SAVAŞI 29 NİSAN 1916 ve GERÇEKLER

Halil Kut Paşa ve Alman General Golthz
Recep Erdoğan çıktı, elinde mikrofon, Kut’ül Amare’nin tarihimizin şanlı zaferi olduğunu söyledi. "Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar” dedi ama Kut’ül Amare’nin Osmanlı’nın komutanının kim olduğunu söylemedi. Keza onu da bilmezdi ya..!

Recep Erdoğan, “Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar dedi ya, hangi tarihimizi bu millet biliyor ki de Kut’ül Amare Savaşını bilsin! Hele birde, Kut’ül Amare savaşının Osmanlı komutanı, Prusya asıllı Alman Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz olduğunu hiç bilemezdi.

Osmanlı-Alman ittifakı doğrultusunda Osmanlı Ordusuna komutanlık yapıyordu.   
Maraşal Comar Freiherr von Der Goltz, 2. Abdülhamit döneminde İstanbul’a getirilerek Osmanlı ordusunu modernleştirmesi istendi.

Alman Krupp ve ülkemizde “mavzer” diye bildiğimiz uzun namlulu silahın adı olarak anılan “Mauser” şirketlerine ilk silah siparişlerini verildi. 1908’de ikinci kez İstanbul’a geldiğinde o Alman'ı “mareşal” yaptılar.

1914’te 5. Mehmet’in kurmay başkanı yaptılar sonra Irak’ta İngilizlere karşı savaşan 6. Ordu’ya komutan olarak atadılar. Kut’ül Amare Savaşı tam kazanıldığı sıralarda Mareşal Goltz yakalandığı tifüs hastalığından öldü. Onun yerine geçen Halil Paşa atandı ve savaşın sonuçlanmasında son darbeyi vurarak kazanıldı…

Kısacası Halil Kut Paşa (1882-1957)
Halil Kut Paşa, 1882'de İstanbul'da doğdu. Harp Akademisi'nde Mustafa Kemal ile aynı sınıfta okudu. Enver Paşa'nın ondan iki yaş büyük amcası. "Kut'ül Amare Kahramanı" olarak bilinir. İttihat ve Terakki Fırkasına girdi. 

Halil Kut Paşa ve “Kut’ül Amare” Savaşı (29 NİSAN 1916)
1923 doğumlu Dr. Necdet Özgelen, 21 yaşındayken Kûtu'l-Amâre Kahramanı Halil Paşa'yı tanıma şerefime ermiş kişi olarak Halil Kut Paşayı anlatır: "Yıllardır ittihatçılara 'darbeci, İmparatorluğu yıkanlar' diyorlardı. Hatta muhalif görüşlere 'ittihatçı zihniyet' diyorlardı. İttihatçıların kazandığı bütün zaferlere veryansın edip her zaman karalıyorlardı. Ama şimdi çıkmışlar İttihatçıların kazandığı, dahi daha önce bir bilgileri olmadığı “Kut-ül Amare” zaferinin 100. Yılında ne hikmetse AKP ve devletin zirvesi, o zaferi kazanan komutanı Halil Paşa'nın adını bile anmadan kutlanıyordu.

Salt Atatürk’ü küçümsemek için cümbür cemaat kutladıkları Kut’ül Amare Savaşının komutanını için “Komutanımız Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz” deseydi bari daha gerçekçi olurlardı. Ama bu mareşal yeni cumhuriyetin içinde, dışında yoktur…

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamayan ve hatta iptal edenler, Kut'ün Amare Zaferi'nin 100. Yılı için düzenlenen törene katılıyorlar ve orada Recep Erdoğan şöyle konuşuyordu: “Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini, nerdeyse 1919 yılında başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa bilin ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır” demişti. Ama salt 600 yıllık tarihten söz ediyor. Türlerin tarihi daha çok eskilere dayanır ve 1932 yılında Atatürk’ün kurdurduğu “Türk Tarih Kurumu aracılığıyla asıl bu millete unutturulmuş geçmiş tarihini yeniden hatırlatılmıştır.

Yani; sözün kısası, senin 19 Mayıs’ın yok; ama bizim için Türkiye Cumhuriyeti tarihi 19 Mayıs 1919’da başlar, ümmetlikten, kulluktan, kölelikten, cariyecilikten, haremden, dili kesilmiş cellâtlardan adam olmaya adım atılışın tarihidir. Bizim tarihimizde ne Alman Mareşal Freiherr Von Der Goltz vardır, ne de Amerikan mandacılığı vardır.

Kut Şehitliği
1920 yılında Bağdat’a 180 km Kutü’l-Ammare’de inşa edilen şehitlik, etrafı duvarlarla çevrili büyük bir anıt biçiminde olup bu şehitlikte 7’si subay, 43’ü er olmak üzere 50 şehidimiz yatmaktadır. Sonuç olarak, Halil Paşa idaresindeki Kutü’l-Ammare Savaşı; Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun en zor şartlar altında, Çanakkale’den sonra İngilizlere karşı kazandığı ve bir İngiliz tümeni bütün personeli ile birlikte esir aldığı eşsiz bir zafer olarak tarihe geçmiştir…

Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalan İngiliz ordusuna Türklerin Çanakkale’den sonra ikinci defa İngiliz inadını kırdığı zaferiydi bu Kut’ül-Amare Savaşı. İngiliz tarihçi Jemes Morris, Kut'un kaybını Britanya (İngiltere) askeri tarihindeki en aşağılık şartlı teslimi olarak tanımladı.

Kaynaklar:
16 Ocak 2010, 91. yıldönümünde Kut’ül-Amare Zaferi, Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı”  sitesi .
1957'de İstanbul'da vefat eden Halil Kut Paşa’nın anıları: “Bitmeyen Savaş" adıyla 1972'de yayımlandı.
Vikipedia


26 Nisan 2016 Salı

LAİKLİK GİDERSE?..

                                                                          

Vay Be; Sen Neymişsin İsmail Kahraman!
Bugün 75 yaşında olan İsmail Kahraman aslen Rizeli olup. Milli Görüş geleneğinden geliyor. Refahyol Hükümeti döneminde (1996-1997) Kültür Bakanlığı yaptı.

İsmail Kahraman, “Mason locası var”  diye AKP’nin ilk yıllarında partiye gelmedi. 2014 yılında kendi adına düzenlenen bir gecede Erdoğan’a üzerinde resmi olan altın sikke hediye ederek “Sizi başkan seçeceğiz” deyip  ‘devlet başkanı’ ilan etti.




                                         Harita: Wikipedia'dan. Laik olmayan ülkeler kırmızı
                                         Kırmızı: Dinsel yönetimli devletler
                                         Mavi:     Laik yapıya göre yönetilen devletler
                                         Gri:       Çelişkili bulunan veya durumu net olmayan devletler.


Üçüncü turda 524 milletvekili oy kullandı. Kahraman’a 316 oy çıktı. TBMM Başkanı seçildikten sonra teşekkür konuşması yapan Kahraman, ‘tam bir tarafsızlık içinde’ görev yapacağını söyledi. Ama konuşmasında Kahraman’ın Atatürk’ün adını anmadı. CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, “İlk başkanımız Atatürk’ün adını anmalıydı” diyerek itiraz etti.

İsmail Kahraman, içinde nükte olarak kalan şeriat özlemini dile getirdi.
Laikliğin Anayasa'da yer almaması gerektiğini söyleyerek tepki alan çıkış yaptı ama çoğumuzun bilmediği geçmişte ne haltları etmişse ortaya dökülüverdi. 31 Mart Olayları'ndan sonra Türkiye'deki en büyük gerici ayaklanmanın “Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen olayların baş mimarı olduğu olan ortaya çıktı. Yani MTTB Genel Başkanı olan ve olayları organize eden İsmail Kahraman,  “kanlı Pazar olayında bıçaklanarak öldürülen iki kişinin katilidir bir bakıma da!

Tetikçi Komitenin Başkanı İsmail Kahraman
Önceki Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, o dönem MTTB İcra Kurulu Başkanı’dır.  İsmail Kahraman'ın ismi Abdullah Gül'ün icra başkanlığını yaptığı MTTB'nin kontrgerilla yapılanması olan "40’lar komitesi" vardı. Komitenin amacı ise “üniversite ve üniversite dışında İslamcı öğrencilerin güvenliğinin sağlanması ve eylemlerin daha etkinleştirilmesi”  idi. Ve bu komitenin yönetiminde de yine İsmail Kahraman bulunuyordu. İsmail Kahraman 1968 yılında, Beyazıt Meydanında MTTB’nin düzenlediği bir “Komünizmi Telin” mitinginde konuşma yapıyor.

İki Gün Önceden Planlanmış “Kanlı Pazar
14 Şubat’ta MTTB’in yapılan ‘Bayrağa saygı’ mitingi, gericilerin gövde gösterisine dönüşür ve Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Başkanı İlhan Darendelioğlu, Milli Türk Talebe Birliği’nin Cağaloğlu’nda ki merkezinde bir propaganda yaparak şöyle der:  “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin” der. Öğrencilerin 1968’de öldürülen Vedat Demircioğlu anısına düzenlediği eylemler de yine gericiler tarafından hedef gösterilir.

Yıl: 16 Şubat 1969
Dahi ayrıca; 10 Şubat 1969 yılında Dolmabahçe açıklarına demirleyen 6. Filo’nun temsil ettiği Amerikan emperyalizmine karşı, yurtsever öğrenci eylemleri başlatıldı.
ABD 6. Filo'su İstanbul önlerinde Boğaza demirlenmiş bekliyordu. ABD’nin bu 6. Filosunu protesto etmek için 76 gençlik örgütü protesto etmek için valiliğin verdiği izinle Taksim'de toplandı. Amerika’ya ait 6.Filo'yu protesto etme yürüyüşüne için 16 Şubat günü, devrimci gençler Taksim'e doğru yürüyüşe geçmek üzere Beyazıt'ta toplanırlarken,  pek çoğu Milli Talebe Birliğine bağlı dinciler de Taksim Meydanı'na girdi. Orada önce toplu namaz kıldılar. Ardından taşlı, sopalı, bıçaklı bir biçimde beklediler. Bunları böyle vaziyette gören polisin herhangi bir engellemesi olmadı…

16 Şubat günü, İsmail Kahraman’ın başında bulunduğu gerici dinciler daha iki gün önce  “Bayrağa Saygı”  mitingi düzenlenmiş, bu mitingde “komünistlere” karşı savaş açıldığını ilan etmişlerdi. ABD yanında yer alan İsmail Kahraman’ın organize ettiği gerici güçleri,  yurtsever gençlere  “gereken dersi vermek”  niyetiyle halkı etraflarında toplanma çağrısı yapıtılar...

Ülke olarak en gergin dönemlerinden birini yaşıyordu…
16 Şubat Pazar günü, "Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü" düzenlenir.
Yürüyüşe sadece öğrenciler değil, işçi sendikaları, meslek kuruluşları ve sosyalistler de katılacaktır. Aynı zamanda, gerici örgütlenmelerin sosyalistlere açıktan saldırı çalışmaları da sürmektedir.

İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği'nin (AY-BİR) İstanbul'da düzenlediği "Yeni Türkiye Konferansları konuşmasında TBMM Başkanı İsmail Kahraman'ın “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” diye konuşması Türkiye gündemine kara bir leke gibi oturdu.

Aslında AKP gizli kara niyetini açığa vurdu. Onlara göre “Yeni Anayasa’da laiklik olmayacak!” Bu konuşma, ipuçları, şeriatçı bir hilafet anayasasını yapma girişimi, uyuyan halkı uyandırmalıdır. 14 yıldır gericiliğe karşı aydınlamanın ışığı zaman zaman kısılarak karanlığa bu millet alıştırılmışlar ve gelinen nokta bu…

İsmail Kahraman ve “Kanlı Pazar”
Adalet Partisi iktidarda; Beyazıt Meydanı'nda toplanan gençlik örgütleri yürüyüşe geçti. Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü, Karaköy ve Dolmabahçe üzerinden Taksim Meydanı'na ulaşan göstericilerin önünü kesen polis, kasıtlı olarak alana küçük gruplar halinde girmelerini sağladı. Alana girenler, burada eli sopalı bekleyenlerle karşılaştı. O anda iki sıra olmuş polis barikatlarını tekbir getirerek kolayca aşan eli sopalı, taşlı, bıçaklı sağcı ve dinci sağcıların saldırısına uğradılar. Bu vahim saldırı olayında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı iki genç bıçaklanarak öldürüldü. Bu olay Türk demokrasi tarihine  “Kanlı Pazar”  olarak geçti. Bu olayın vahametine bakarak İsmet İnönü:Bu yaşanan 2. 31 Mart vakkasıdır"  diyordu. 

Olayı düzenleyen  “Milli Türk Talebe Birliği”  Anayasadan laiklik kaldırılsın, dindar bir anayasa yapılsın”  diyen İsmail Kahraman'ın Genel Başkanlığı sorumluluğunda gerçekleşmiştir.   

Bugün Meclis Başkanı İsmail Kahraman:  “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınması lazım; dini olarak bahsetmesi lazım”  diyordu.

Önce Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın geldiği siyasi geleneğe bakmak gerekir.
İsmail Kahraman'ın skandal "Laiklik" anayasadan çıkışının skandal sözlerine, onun geçmişine ve eylemlerine bakarak ne olduğunu anlamak lazım.

Buna istinaden birde, Tarafsız Bölge Programında MHP'li Yusuf Halaçoğlu’nun
Meclis başkanı seçimlerinde Deniz Baykal’ı niye seçmediklerine dair sözlerine bakalım:  "Biz eğer Sayın Baykal’ı desteklemiş olsaydık, kamuoyunda şunlar yansıtılacaktı: 'Siz Baykal’ı seçtiniz, bir muhalif adı altında' AKP’nin tabiriyle 'dinsiz bir partinin inançsız bir partinin adamını seçtiniz' diye bize yükleneceklerdi"  diyordu.







24 Nisan 2016 Pazar

VAHABİLİK "ECDAT" DEDİKLERİ OSMANLIYA TEBELLEŞ OLMUŞTU

Kimler Kime Nişan Veriyor!
Kral Selman ya da tam adıyla Selman bin Abdülaziz el-Suud, Suudi Arabistan'ın 7. Kralıdır… Suudi Arabistan Kralı Selman’a Ankara'da Cumhurbaşkanı tarafından devlet nişanı takıldı… Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Yani, “Ecdat’ım Osmanlı”  diyenler, ecdat’ı Osmanlıyı arkadan vuranların torunlarına nişan veriyor.

Kralın büyük dedesi Abdullah bin Suud'un kim olduğu
Tarih-i Cevdet'te yer alan bilgilerde Abdullah bin Suud'un İstanbul'a getirilişi ve idamı, Selda Güner'in "Vehhabi Suudiler" adlı kitabında aktardığına göre şöyle: "Mısır’dan İstanbul’a gönderilen Abdullah bin Suud ile adamlarını taşıyan gemi Haliç’e girdi. Abdullah bin Suud’u taşıyan gemi Haliç’te Eyüpsultan civarındaki Defterdar İskelesi’ne yanaştı. Gemiden zincire vurulmuş olarak indirilen Abdullah Suud, hapishaneye kapatılmış üç gün sıkı bir sorgudan sonra ölüm cezası verilmiştir.”

1820’de yani 196 yıl önce Abdullah Suud, boynunda zincir İstanbul sokaklarında gezdirildikten sonra Padişah İkinci Mahmut'un huzurunda Beyazıt Meydanı'nda Bostancıbaşı Halil Ağa’nın kılıcıyla kesilir. Kesik başı Topkapı Sarayı'nın surlarında sallandırılmıştı. Abdullah bin Suud'un beraberinde yakalanan diğer Vahhabi âlimlerinden bir kısmı da idam edilir ve bunlar arasında Abdulvahhab’ın torunu Der’iye kadısı Süleyman bin Abdullah da vardır. İşte Kral Selman'ın 1820 Şubat’ında İstanbul’da başı kesilerek öldürülen büyük dedesinin hikâyesini biliyor muydunuz?

Gelelim Vahabilik Mezhebinin Doğuşuna
18 Yüzyılda Arap Yarımadasında Vahhabiliğin etkisine hızlıca girdi. 1703'te Vahhabilik Necd bölgesindeki Uyeyne köyünde doğan Abdulvahhab'ın, Selefi akımının kurucusu kabul edilen İbni Teymiyye'nin görüşlerinden etkisinden yola bir dini doktrin olarak çıkara ve her türlü yeniliğe ve mezarlara karşı olarak Muhammed’in dönemindeki hayat tarzına dönülmesini savunan Vahhabilik, gittikçe Araplar arasında yaygınlaştı. Bu kafayla bulundukları yerlerde mezar ve türbeleri yıkmaya başlayınca bu öğretilerin yayıcısı Abdulvahhab da çeşitli sürgünlere tabi tutuldu. Ancak Suud Kabilesinin lideri Muhammed bin Suud'dan himaye gördü. 1744'te Der'iye sözleşmesi ile mutabakat altına alınan bu gelişmeyle birlikte bu dini öğreti de siyasallaştı ve bölgesinde daha kolay yayılmaya başladı. Dahi, bir İslam devleti kurmaya çalışan Suud Kabilesinin meşrulaştırıcı ideolojisi haline geldi.

Suud Kabilesi Mekke ve Medine'yi Yağmalıyor
Vahabiliğin başını çeken Suud kabilesi 1790 yıllarında Arabistan Yarımadasının Necd bölgesine sahip oldular. Suud kabilesinin buralara sahip oluşlarına Osmanlı, Rus ve İran savaşları ile uğraşırken pek bir karşılık vermedi. İşte bu fırsatı değerlendiren; yayılma faaliyetlerini genişleten Vahhabiler, Basra Körfezi çevresinde hâkimiyetlerini genişlettiler, Necef'i ele geçirdiler.

İyice bitleri kanlanan Vahabiler 1802'de Kerbela törenlerine katılan Şiileri kılıçtan geçirir İmam Hüseyin'in türbesini yağmalarlar. Ardından da Taif, Mekke ve Medine'yi ele geçirirler. Mekke Şerifi Galip kısa bir süre sonra Mekke’yi geri alınca Suud şeyhi Abdülaziz Necd'e geri döner. Burada da Kerbela'nın intikamını almak isteyen bir Şii tarafından öldürülür. Yerine geçen oğlu Abdülaziz 1805'te yeniden Hicaz'a girer, Medine'yi ele geçirir ve Vahhabiliği kabul etmeyenleri ölümle tehdit eder, şehirdeki türbe ve mezarları yakar. Vahhabiler, Muhammed'in türbesini de yağmalar. Bir yıl sonra da Mekke'yi ele geçirirler ve Mekke Emiri Şeyh Galip yönetimlerini tanır.

Osmanlı Kavalalı Mehmet Ali Paşa'yı Görevlendiriyor
Kutsal topraklarda Vahabilik terörü hâkim olması üzerine Hac yolunun uzun zaman kapalı kalır. Osmanlı daha fazla Vehhabi tehdidini göz ardı edemez. Padişah 2.  Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'ya bu durumda görevlendirir. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arasında Mekke, Medine ve Taif’i Vehhâbilerden kurtardı. Bu sırada Suud bin Abdülaziz 1814’de ölmüş yerine de oğlu Abdullah geçmiş olan oğlunu yakalanarak İstanbul'a getiriliyor ve İstanbul’da idam ediliyordu. 1818 Nisanında Abdullah bin Suud yakalanır, önce Mısır’a oradan da gönderildiği İstanbul’da 1820 yılı Şubat ayında İstanbul’da idam edilir.

işte Çağdışı Vahabilik ve İlkeleri

Muhammedin ilk eşi Hatice bint-i Huveylid'in yok edilen
Vahabilerce yerlebir edilen mezarı.
Muhammed’in yaptıkları dışında gelişmelere “sapıklık” diye suçlar. Tevhide, yani Allah’ın birliğine inanmayanın malı, canı helaldir.
1- Kur'an ayetlerini akıl yoluyla yorumlamak yasaktır.
2- Mezar, türbe yasak ve mezar ziyaretleri küfür ve Allah’a şirktir. Adak adamak, kabir ziyareti puta tapmakla eştir. Süslü cami ve tespih çekmek, sakal kesmek, muska, vakıf, sünnet ve nafile namaz batıldır.
3- Camilere minare inşa etmek, ipekli kumaş giymek yasaktır.
4- İbadet etmeyenlerin malları ve canları helaldir.
5- İslam dinine getirilen diğer inançlar batıldır.
6-  El öpmek, boyun eğmek evliya kabri ve sakalı şerif ziyaret etmek, mevlit ve kaside, çalgı dinlemek, eğlenmek yasaktır.
7- Sigara, nargile, içki ve kahve içene kırk değnek vurularak cezalandırılır.
8- Dört hak mezhep Hanefi-Maliki-Şafi-Hambeli mezhepler dışındaki mezhep, kalem, tasavvuf, tarikat yasaktır.
9-  Allah’a aracısız ibadet şarttır. Mürşit, şeyh, veli, aracı, hoca, evliya ve dervişlik küfürdür.
10- İbadet imanın içinde gizlidir. İbadet yapılmaz ya da eksik yapılırsa iman olmaz.
11- İbadet etmeyen ve ya eksik ibadet edenin kestiği yenmez. Bu kişinin canı da, malı da helaldir. Bu kişilere karşı “cihat” ilan edilir.
12-  Kur'an kesin delildir. Kur'an ayetlerini yorumlamak küfürdür.
13- Namazı cemaatle kılmak şarttır.

Böyle kurallar karşında Vahabilere göre, İslam dinine getirilen diğer inançlar batıldır.
Buna bir örnek verirsek 1902 yılında Şiilerin Kerbela’da Hz. Hüseyin’in öldürülmesi yası için toplanan Şiilere saldırı yapan Vahabiler on bin kişiyi öldürmüşlerdir.

İslam dünyası içinde tartışılan Vahabilik anlayışı içinden Usame b. Laden ve radikal örgütü El Kaide çıkmıştır. Kökten dincilerin doktrini haline gelen vahabilik, Pakistan’dan Somali’ye, Fas’tan Çeçenistan’a kadar alanlarda kendilerine yer buldular.

Afganistan’da Taleban’ın Vahabiliğe olan yakınlığı ve Vahabilik düşün temeline dayalı din devleti sistemi en acı deneydi. Bu sistemi Afganistan’da hayata geçirebilme çabası çok kan dökülmesine neden olmuştur. Bu katı rejimin arkasında Vahabi İslam anlayışı vardı.

İyi Bir Devlet Adamını, Kötü Bir Siyasetçi Boğar
Suudi Vehhabilerin, emperyalist İngilizler ile işbirliği yapıp Osmanlı’yı arkadan vurmasını, Osmanlı’nın son kuşağı hiç unutamadı. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Osmanlı askeri ve sivil bürokrasisi, Suudi Vehhabilere hiç sıcak bakmadılar…

Ancak “Yurtta barış, Dünyada barış” ilkeli devlet geleneğine göre 3 Ağustos 1929 yılında yeni cumhuriyet, Suudiler ile “Dostluk ve Barış Antlaşması” imzaladılar. Bu öyle kaldı, üst düzeyde pek bir derinlemesine görüşme yapmadılar…

Yıllar geçtikten sonra 29 Ağustos 1966’da Suudi Kralı Faysal resmi bir ziyaret için Türkiye’ye geldi, Türkiye’den bir “İslam Paktı” kurulmasını istiyordu. Türkiye buna pek sıcak bakmadı.

Aradan 40 yıl geçti… 
Yine aradan yıllar geçti gelindi 8 Ağustos 1006 yılına: Suudi Arabistan Kralı Abdullah bin Abdülaziz’in Türkiye ziyaret etti, ortaya bir devlet krizi çıktı. Dünyadan ayrı bir biçimde, Suudi Arabistan protokolüne göre, ziyaret edilen ülkenin cumhurbaşkanı Kral’ı havaalanında karşılaması gerekiyordu. Türkiye
Protokolüne göre ise, cumhurbaşkanı karşılamayı Çankaya Köşkü’nde yapıyordu.
Türk devlet protokollerine uygun davranan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Suudi Kralı’nı havaalanında karşılamayı reddetti. Resmi karşılama her devlet başkanına yapıldığı gibi töreninin Köşk’te yapacağını bildirdi.

O dönemde AKP hükümeti var idi, tutuştular Kral’ı, Esenboğa Havalimanı’nda o dönemin Başbakan Yardımcısı ve o dönem Dışişleri Bakanı Abdullah Gül karşıladı. Sanki ortada bir suçluluk duygusu varmış gibi, Suudi Kralının gezilerinde Başbakan Erdoğan, protokol kurallarının dışına çıkarak, Kral’ı bütün İstanbul ziyareti boyunca eşlik ederek gezdirdi.

Ne var ki, Türkiye protokol uygulamalarında, ülkeyi resmen ziyaret eden devlet başkanlarına Ankara dışındaki ziyaretlerinde genellikle bir devlet bakanı eşlik etmesi gerekiyordu. Başbakan Erdoğan’ın Suudi Krala yaptığı “mihmandarlık” Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilk oluyordu…

Bir Yıl Sonra Abdullah Gül Cumhurbaşkanı Oluyor
9 Kasım 2007’de Kral Abdullah bin Abdülaziz, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını tebrik etmek bahanesiyle, başka bir gerekçesi olmadan yine Türkiye’ye geldi. Bu ziyarette Suudi Kralı’nın istediği oldu; Suudi Arabistan protokolü uygulandı. Cumhurbaşkanı Gül, Ankara Esenboğa Havalimanı’na kadar gitti ve 
kral uçağının merdiveninde karşıladı…

Dahi bitmedi. Gül ve Kral aynı araçla Çankaya Köşkü’ne kadar geldiler ve orada Gül bir kez daha Kralı karşılama merasimi yaptı. İşte görünen ve yaşanan gerçek bu! Kim devlet adamı, kim kimin ayağına gidip diz çöktüğünü gördü bu ülke…

Dahi ayrıca; Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ancak 13 devlet adamına “devlet Şeref Madalyası” verilmiştir. Abdullah Gül, Necdet Sezer’e nispet yaparak bir jest gösterişi yaparak, Çankaya Köşkü’nde “Kral Abdülaziz Birinci Derce Madalyası” takarak Suudi Krala verdi.

Yeni göreve gelmiş, daha hiçbir yaptığı iş ortada belirli değilken, 2016 yılında İİT için ülkeye gelen Suudi Kralı Selman’a da uçağının kapısına kadar giderek, uçağından yürüyen merdivenli ve 40 santimlik asansörden inişini bekleyerek karşılayan cumhurbaşkanı Recep Erdoğan oldu.

Devlet Nişanı Verilen Arap
AKP iktidarı Suudi Vehhabi Krallığı’na saygıda kusur etmiyor. Öyle ki, Türk protokolüne göre değil, Suudi protokolüne göre uçağın merdiveninde karşılıyor ve dahi, göreve yeni başlamış krala üstün hizmetlerinden dolayı “devlet nişanı” veriyorlar!

Hani Suudi adetlerine göre yabancı devlet adamları Arabistan’a ayak basarken Suudi Kral’ı karşılardı. Suudi Kralı Selman, daha önce birçok lideri havaalanında karşılarken Obama’yı havaalanında değil de Erga Sarayı’nda karşıladı.

21 Nisan 2016’da Suudi Arabistan’ı ziyaret eden Obama’yı, havalimanında Kral Selman değil, Riyad valisi Prens Faysal Bin Bender Bin Abdülaziz ve Suudi Dışişleri Bakanı Adil el-Cübeyr karşıladı. Demek ki Suudi kuralları kaypak ve değişken oluyor muş. Bilmem bizimkinler bir şey anladılar mı?


Mümtaz Soysal “Kolay Devlet Adamı Olmak”
Mümtaz Soysal’ın yıllar önce Cumhuriyet’e yazdığı makalesini hiç unutamadım. Özetle şöyle diyordu: “Kolay değildir devlet adamlığı. Devletin herhangi bir yerinde makam ve unvan sahibi olmak olmadığı gibi; makamını çok yüce, unvanını çok şaşaalı olması da değildir. Becerikli politikacı falan olunur, ama devlet adamı h iç olunmaz. Çok zeki, çok becerikli, çok çalışkan olduğu söylenenler, kendileri de bu söylentiye kanıp bunu yeterli bularak devlet adamlığına heveslenince, ne durumlara düştüklerini ve devleti düşürdüklerini gösteren örnekler bugünlerde fazlasıyla var.”  Der.

Yani Devlet Adamı Olmak Kolaydan Kazanılan İş Değildir
Platon (MÖ 427-347), hiç kuşku yok ki düşünce tarihinin en önemli ve etkili filozoflarından biri. “Devlet” adlı yapıtında der ki: “Demokrasinin esas prensibi, halkın hâkimiyetidir. Fakat… Milletin, idarecilerini iyi seçebilmesi için yetişkin ve iyi eğitim görmüş olması şarttır. Eğer bu temin edilemezse demokrasi, otoritesi, otokrasiye dönüşebilir. Halk övülmeyi sever. Onun için, güzel sözlü demagoglar, kötü de olsalar, başa geçebilirler. Oy toplamasını bilen herkesin, devleti idare edebileceği zannedilir” der.

Platon bu noktada “Devlet Adamı” meselesini ele alır: “Devlet işleri; içten gelen bir sevgi, edep ve kâmil akıl ile yürütülmezse onun sonu çöküş ve yok oluştur.” Der.
Ayrıca devlet adamı kavramına; İngilizler “statesman” Fransızlar ise “homme d etad” demektedirler.

Devlet adamı kime denir? Devlet idaresinde birinci derecede rol oynayan ve devlet idaresini iyi bilen ve hakkını veren kimsedir. Başta bir şeyin altını kırmızıçizgilerle çizersek, devlet adamı ile siyasetçiyi karıştırmamak gerekir. Yani siyasetçiyle devlet adamı kavramı aynı manada olmayıp, aralarında çok fark vardır. Winston Churchill şu kısa sözü daha iyi açıklamaktadır: “Siyasetçi gelecek seçimleri düşünür, devlet adamı gelecek nesilleri düşünür”  der.

ABD-Ptrodolar ve Vahabilik
Başta İslam ülkelerini cetvele bir birlerinden sınır çizerek ayrıştırılmışsa o İslam ülkelerinde heyecan veren tarih şuuru; milli kahramanlık, yurt sevgisi beklenemez.
Ülkenin ekonomik gelişmesi ve gönenç devlet olması için bir bedel ödenmez. İşte bu tam burasından bakarsak Suudi Arabistan örneğidir.

Batılıların Ortadoğu yeraltı zenginliklerine ilgi duymaya 19. yy başlarında başladıklarını görürüz.(Osmanlılar 400 yıl hâkimiyeti altında kaldığı topraklardaki bu zenginlikleri fark etmeden yaşamışlar) Bu topraklara ilgi, başta İngilizler olmak üzere Hollanda ve Fransız şirketlerden sonra Amerika bölgeye ilgi duymaya başlar. 1930 da Standart Oil bölgede petrol çıkarma izni ister. Yıl 1933’de gerçekleşir bu izin. Bu petrol iznin alınmasından 4 ay sonra Amerikalılar Arabistan topraklarına yerleşirler. Bir yıl sonra da Amerikalılar çıkardıkları petrolü Arabistan dışına satmaya başlarlar.

Petrol gelirleri Suudi Krallığının kesesine "petrodolar" olarak akmaya başlar. İçe akan dolarlar Arapları adam etmeye yetmeselde dışarıya kendi "Vahabilik" mezhep etkisini artırarak öteki Müslüman ülkelerine yaymak için güçlü finans desteği Suudi Krallığı eliyle yürütüldü. Suudi Krallığının finanse yaptığı Vahabilik Mezhep yayma işini ABD’nin bilgisi dâhilinde olduğu ve bu destekten El Kaide ve Talibanlar Afganistan’da desteklenerek Sovyetlerin işgaline karşı kullanılmışlardı.

Bu Vahabilik mezhebini bütün dünyaya yayma ve geliştirme görevi Suudi Krallığının yetiştirdiği özel vaazlar aracılığıyla yürütüldü. Bu gelişmelere Amerika uzun zaman hep göz yumdu; hata destekler tavır sergiledi. Amerikalıların güvenle destekledikleri “Yeşil Kuşak” oyuncuları, Sovyetlerin “Kızıl Kuşağına” karşı gerilla savaşı vererek Sovyetleri yıpratırlar. Nerden bilirdi ki kendisin beslediği İslamcı terörün bir gün gelip New York şerhini 11 Eylülde bombalayacağını?

ABD hiç ummadığı anda, hiç beklemediği yerden vuruldu. ABD’nin projesinde terörün vuracağı yer olarak kendi topraklarının olacağına asla ihtimal vermezdi. ABD’ni teröre bakışı değişti ve şifreleri bozuldu. Afganistan da Talebenler ve El kaide örgütünün terör gücünü gördü dahi iş işten geçmiş oldu...

El kaide terör örgütünün efsaneleşen lideri Usema Binladen'e 1979 da Afganistan'ı Sovyetlerin işgalinden dolayı destekçisi değil miydi? Suudi Krallığının Çeçenistan da çeçen militanlara destek vermesine göz yuman yine Amerika değil mi? Ya Bosna da Vahabi mezhebinin izleri ne arardı?

Amerika ve Batı emperyalizmi Müslümanların yoksulluk ve yokluk içinde biçare sürünmesine en büyük etkendir. İslam dinini "yoklukların ve yoksulların dini" haline getirenlere de katkıları olan yine onlardır.

Petrol zengini olan çok İslam ülkelerinde taassup, bağnazlık, şiddet aşılanarak gençler üzerinde etkisi arttı. Onlara az vicdan, çok para, güçlü bir inanç ve en önemlisi yoklukla mücadele yerine yoklukla yaşamın "faziletli iş" olduğunu da öteki Müslüman gençlere öğrettiler. Yokluk ve yolsuzluk çeken bol nüfuza sahip Müslüman gençlik Suudi Krallık resmi ideolojisi olan "Vahabilik" adına bol para, donanımlı zehir kusan Vahabilik eğitimi veren vaazları dinlediler hep...

Suudi Krallığının açık desteklediği vahabiliğin dünyaya yayılması, Batı ve Amerika da bulunan Müslümanlara ulaşacak tek finans kaynağı Arabistan, öteki İslam ülkeleri içinde kendine yakın azınlık cemaatlerde tesiri büyüktü. Haç ve petrol gelirleri ile finanse edilen vahabilik öğretisi Türk geçliğine kadar uzandırıldı.

Vahabilik Mezhebi ve İslami Terör Tanımı
Türk gençleri, Vahabi mezhebine daha çok Türkiye de değil Avrupa da ilgi duymuşlardır. Avrupa da doğmuş büyümüş; eğitimini orada tamamlamış gençlerde görülmüştür.

Alman hükümetinin katkıları kasıtlı; azınlık gruplarına dini eğitim adı altında seküler olmayan ve denetimden uzak cemaatlerin verdiği kendi ülkelerine karşı besledikleri düşmanlıkları gale almayıp, salt kendine zarar vermeyecek düşüncesiyle göz yumdu durdu hep. Amerika da önceleri Vahabiliğin yayılışına göz kırpmıştı.

Petrolden önce yoksulluk çeken Suudi Arabistan, petrolle zenginliğini kötüye kullandı. Vahabi mezhep anlayışını öteki İslam ülkelerine ihraç etme yolunda yerel (Müslüman Kardeşler, Taliban, El Kaide) terör kitlesi yarattı. İslam'ın temel dogması, Kur'an'ın değişmez kutsallığı, yanlışla namazlığı esas kabulü şiddetin kaynağı oldu.

İslam ülkelerini yöneten diktatörler, her kötü gördüğünü acı veren şiddetle bastırıyor, toplantıları yasaklıyor, basın yayın özgürlüğü vermiyor, kadın hak ve hürriyetini kısıtlıyor ama cemaatlerin ibadetine, dolaysıyla camilerin siyasi kışkırtma alanı olmasına da engel olunamıyor; denetleyemiyor. Bazen beslediği yılan kendilerini zehirliyor.

İslam ülkelerinde Müslümanların tek toplantı yerleri olarak camiler en çok İslam-i militanların destek buldukları mekânlar. Yeterli destek ve ideolojik fikir yayma alanları olarak işlevci bir hal camilerin seçilmesi, sahici Müslümanlık değerlere bağlı, ihanet etmeden yaşamak isteyen geleneksel Müslüman kitleler üzerinde tesir zamanla lehlerine dönüşerek kitleleri Kazanabiliyorlar. Buna meyil veren sahici gelenekçi Müslümanlar İslam'a engel gördükleri modernleşme İslam’a dönüş ile  “tek yol İslam” gibi sloganları çekici gelmektedir.

Her Müslüman Fundamentalist değildir; fundamentalist olmayacak da demekte değildir. Bir başka deyişle, her Müslümancının terörist olabilirliliği tartışılmalı. Örneğin teröre hiç bulaşmamış bir Müslüman fevkalade terör yapanları kınama yerine açık övme yoluna gitmesi bunun doğru olduğunu sevinç ve gurur duyduğunu açıklaması çok görülmüştür.

İslam ülkelerinde bazı liderler,  İslam-i Terör” denmesini içlerine sindiremezler. Bu hiç bir şeyi değiştirmiyor. Her ne kadar "İslam-i terör"e karşı gibi olsalar da, “İslam-i terör örgütleri İslam'ı temsil etmediklerini" söyleseler de doğrusu öyle değil...

Afganistan'da Talibanlar ve Usema Binladen ve örgütü El Kaide, Mısır-Suriye de Müslüman Kardeşler ve Ortadoğu da bölgelere yayılmış Hizbullah, İslam-i Cihat örgütleri demeçlerinde söyledikleri ve yaptıkları eylemler İslam'ın ilkeleri doğrultusunda yaptıkları eylemlerin altına "İslam" imzası atmaları ne ya?

Bu örgütleri ayakta tutanları İslam uygarlığının çocuklarıdır. Kültürel, tarihsel, dinsel bağlantıları İslam'ın ta içidir... Çok geniş alanlarda da kendilerine koruma ve kollama sağlayanlar bulunuyorsa, demek ki çok geniş alanlarda çok Müslümanlar tarafından kollanıp korundukları anlaşılmaktadır...

En aşırı uçtaki Müslümanlar ile en ılımlıları ele aldığımızda temel esas Kur'an ve hadislere dayalı yaşam biçimini benimsemeleri. Ilımlı Müslüman da görülen suskunluk, "bekle, buğuz et, fırsat kolla, kendini güçlü hissettiğinde cihata hazır ol ve saldır" vardır. Aşırı uçlarda ise ivedilik var, "hemen geç kalınmadan harekete geçmeli" derler. Amaç farksızdır her ikisinde de gidilen yollar farklı ama ulaşılmak istenilen yer aynıdır.

Tarihin derinliklerine bakarsak din kisveli cinayetler hep yoksullar tarafından işlenmiştir. İslam'ın ilk dört halifesinden üçü suikastla öldürülmüştür. Biri cinnet getiren bir Hıristiyan tarafından öldürülür, öteki ikisi de sofu Müslüman asiler tarafından Allah'ın emrini yerine getirdiklerine inanılarak infazı yerine getirdiklerine inandılar.

İslam’da bağımsızlık, özgürlük bireye değil; dinin her alanda serbestliğinedir...
Bireyin özgürlüğüne müdahale din ile ölçülür. Din; kendi özgürlüğünü ilahi güce dayar. Dini despotizmin “haklılığı” pervasızca öne çıkar. Bireyin doğruyu yanlıştan ayırt etmesi, Kur'an ve hükümlerine kuşkuyla bakması, kabul edilebilir bir şey değildir...

Daha açık bir ifade ile dinsel kimlik ve dine aşırı bağlılık, Müslümanları durağanlaştırıyor ve aklını donduruyor. Gelişmesini sağlayamayan beyin teknolojide gelişen Batı'ya karşı eşit dağılım sağlayamıyor... Yoksulluk ve yokluk dini olarak  “İslam çocukları” olmaktan gayri başka kaybedecek bir birikimleri olmadığından intihar bombacısı olmalarına karşı hiçbir nedenleri kalmıyor...

Radikal İslam’ın Suudi Arabistan Ayakları Vahabilik
Suudi karalığının ta kendisi, İslam’ın en katı, bağnaz ve çekilmez kılan unsurların başıdır. İslam’ın çekilmez, bağnaz yorumlarından Suudi Arabistan sınırları içinde var olan Vahabilik mezhebi 18. yüz yılda Muhammed bin Abdulvahab adlı biri tarafından kurulur. 

1921 yılında Suudi devletinin dini mezhebi haline gelen Vahabilik, dünya üzerinde  (Türkiye dahil) bütün ülkelere rejim ihraç etme peşinde. Finans kaynağı olarak “Rabıtat-Al Alam al İslam-i” (Dünya İslam Birliği) örgütü ile sağlamaktadır. Bu adı geçen “Rabıta” örgütü Suudi krallığının elinin altındadır. Bu örgütün gizli finans kaynağı da Suudi Krallığı ve Amerikan-Suudi ortaklığı petrol şirketi “Aramco” dur.

Dünyada radikal İslam’ın temel kaynaklarından en güçlü olanı “Vahabilik” İslamcı akımlara sürekli destek olmuştur. İslami kökten dinci terör örgütlerine esin kaynağı olan ve İslami doktrin haline gelen Vahabilik Mezhebini anlamak için 1700-1900 yılları arası siyasi Türk-Arap, İngiliz-Arap ilişkilerine bakmak gerekir.

18. yüz yılda başlayan, Türklerin Arap yarım adasından atılması harekâtı 1916 da İngiliz kışkırtması ve İngilizlerden büyük yardım gören “Vahabi Harekâtı” ile son bulmuştur. Bugün İngiliz eseri olan Vahabi öğretisi ve düşüncesi, Günümüzde ise Afgan dağlarında İngilizlerin Türklere karşı kışkırttığı Vahabilik öğretisinden gelen El Kaide, İngilizlere ve Amerikalılara karşı acımasız terör savaşı veriyorlar.



TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...