18 Ekim 2013 Cuma

DİL ve YAZI DEVRİMİ


DİL VE YAZI DEVRİMİ
1789 Fransız Devrimi sonrası gelişen Avrupa’daki milliyetçilik, Osmanlı aydınlarını da etkiler. Bu tedirginlikten bazı fikirler oluşmaya başlar. Bu fikirlerin başında, çöküşe geçen Osmanlının kurtarılması için “Osmanlıcılık” ile diğeri “İslamcılık” akımı geliştirilmeye başlanır. Dünyadaki gelişmeler bakımından bu iki akımda sonunda verimli olmaz, bir ide olarak kalır.
 
Ancak Osmanlı aydınlarında oluşmaya başlayan Türkçülüğe yönelik fikirler gelişmeye başlar. Bunda öncülük yapanlar Namık Kemal, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp, Gaspıralı İsmail, Ahmet Ağaoğlu, Mehmet Emin Yurdakul gibileri tavırlarıyla, yazılarıyla Türk ulusu var etmenin öncüleri olurlar. Milleti millet yapan unsurların başında dil gelir. Ulus var etmek için öce dille başlarlar, dile önem verirler.

Mustafa Kemal: “Türk dili, Türk ulusunun yüreğidir, beleğidir” der ve Türkçenin dünya dilleri içinde “kök dil” olduğuna karar verdiği halde, inatlaşma uğruna Arap dilini kutsallaştırmaya çalışan dincinin zorundandır.

En çok vazgeçilmez yobazların rağbet ettiği yalan propagandanın en ağırı: “Yazı ve Dil Devrimi, Türkiye’yi bir gecede cahilleştirdi ve tarihinden ve geçmişinden kopardı” kuyruk takılmış yalanlarını sürdürmeleridir. Bu kadim yobazların vazgeçmedikleri yalanlarına bazen entel dantel liboş takımları inatlaşmak uğruna koro halinde hezeyanlarda bulunarak katkı sağlamak için cümbüş kurarlar ve tek sesli orkestrada seslendirirler.

1928’de gerçekleştirilen “Dil ve yazı Devrimi ile Türk halkı bir gecede cahil bırakıldı” derler. Bu yalan. Zaten değil halk bir gecede 600 yıldan bu yana cahil bırakılmıştır. Bu 600 yıllardır cahil bırakılmış halk nasıl oluyor da bir gecede cahil bırakılmış ki? Halkı ahmak yerine koyan iddialar. Zaten cahil kalmış halk, daha ne kadar cahilleştirilebilir ki?

Aslında Dil ve Yazı Devrimiyle cahillikten okuryazarlığa doğru bir eylem olan Dil ve Yazı devrimi ile ülkede okuryazar oranı 1928’den 2013 yılına gelindiğinde %90’lara kadar ulaşmıştır. 

Övünüp durdukları, İslam’la özdeşleştirdikleri “Arap alfabesi ile yazmak ve okumakla Müslüman olunacağını” iddiasında bulunan kadim yobazların etkin yaygaralarına her kesimden pek çok taraftar topladıkları görülmektedir.

Ama gerçekler su gibi berrak: 600 yıllık Osmanlı döneminde erkeklerde okuryazar oranı 1928 yılına gelindiğinde dahi %7 iken kadınlarda %3 olmaktaydı. Yani %90 halk cahildir. Okuryazar değildir. 1928 yılında gerçekleşen Dil ve Yazı Devrimi, %90 cahillikten nasıl olmuşta bir gecede cahilleri yaratmıştır.

Saray çevresine rağmen Anadolu halkı zaten Türkçe konuşuyordu. Ülkede ikili bir dil yapısını oluşturanlar ve o anlaşılmayan dilin adına kendileri “Osmanlıca” diye uyduruk ad vererek, Anadil Türkçeden ayrı bir dil yaratma çabaları sonucu değil midir?

Dil Devrimi ile dilde sadeleştirme, Türkçe ile özdeşleştirmek, yabancı dillerden girmiş sözcüklerin yerine arınmış Türkçe sözcüklerle değiştirmekle, Türkçeyi yabancı dil istilasından kurtarmaktı. Bu kurtarma eylemini, Anadolu da yaşayan, gerçek anadil sahipleri Türklerden bölge bölge taranarak derlenmiş sözcükler 1932 yılında kurulan Türk Dil Kurumu tarafından toplanmıştır.        

Bazı kişilerce “Cahil Bırakıldı” Denilen Halk; zaten cahildi, daha nasıl cahil bırakılsın ki? Matbaa 1727 yılında İbrahim Müteferrika’nın ölümüne kadar 20 yıl içinde toplam 16 kitap basılmıştır. Onlarda, Tük dili ve kültürüyle ilgili kitaplar değildi (çünkü matbaa ile kitap yazma izini verilirken ancak İslam ve kültürle ilgili yazılması yasaktı) Dahi o kitaplarında alıcısı bulunmamıştır. 19. Yüz yıla kadar, 200 yıla yakın zamana kadar matbaa işleri iş yapmamıştır Osmanlı da.

İşte buradan yola çıkarak gerçeklere gelelim. Türkiye 1928 yılına kadar yığınla halk kitlesi gazete, dergi, kitap okuyordu da 1928 Dil ve Yazı devrimi olunca birden bire okuyup yazamaz mı oldular? 

Dil ve Yazı üzerinden din sömürü yapan kadim yobazlara soruyorum:
Osmanlı’nın karmakarışık, uyduruk bir dil meydana getirerek zaten Türkçe olan dili güdükleştirerek, Anadolu Türk köylüsünün anlayamayacağı farklı bir dil meydana getirmiştir. Bu yamalı dile  “Osmanlıca”  deniyordu; Türkçe değildi. İşte dil devrimi bu yanlışı düzeltti, dili gerçek sahiplerinin diliyle yeniden zenginleştirdi.

Dilde düzenlemede katkı sahipleri Anadolu halkıydı. Katkı onlardan gelmiştir. Onların bölgelerinde konuştuğu sözcükler, Rumca-Arapça-Farsça sözcüklerden arındırılarak yerlerine yerleştirilmiştir. Yani mermer saraylarda azınlığın konuştuğu  “Osmanlıca”  denilen dilin yerini, kaynağın (Türk halkı) diline yeniden kazandırılması olmuştur.

Derler ki: “halkın 1928 öncesi metinleri anlayamaz oldu” yalanı sırıtıyor apaçık. O metinleri Anadolu halkı zaten o günde anlamıyordu, bu günde anlamıyor. Arapça-Farsça sözcüklerle Türkçenin doldurulması ile anlamları bilinmeyen Arap harfleriyle yazılmış olsa ne mana ifade eder. Yani, Arapça harflerle okur ama anlamaz.    

Halkı dilinden kopardıysa, işte bir örnek:
Arap alfabesi ile Arap-Fars dilleri asıl toplumu dilinden ve kültüründen koparan, geri bırakan öz olmayan harfler dahi Türkçeye uygunsuzluk sorunu olan “Osmanlıca” adını verdikleri Arapça-farsça ve Türkçe karışımı bir dille yazan divan şairlerinden Nefi’yi Anadolu Türk halkı, o günde anlamıyordu, bu günde anlamaz:

Girdi Miftah-ı der-i genç-i mânia âlime
Âleme bezl-i Güher eylesem itlaf değil
Levh-i mahfuz-ı sühandır dil-i pek-i Nefi
Tab-ı yaran gibi dükkançe-i sahaf değil

Anladınız mı? Bu şiiri ne Osmanlı-Anadolu Türkleri anlar ne de Arapça harflerle dahi yazılmış olsa şimdiki Türk halkı anlar. Örneğin Nefi’nin bu dörtlükte 24 sözcük var. Bu sözcüklerin italik olanları Türkçe değildir. Türkçe olanları ise sekiz sözcüktür. Dahi; i ekleri de Türkçe değildir. Örneğin “dil-i derken oradaki “dil” Türkçe olurken i eki Türkçe değildir. Görüldüğü gibi bu şiirde %30 Türkçedir, eklerle %70 Arapça-Farsçadır.

16. yüzyıl Tatavlalı Mahremi, Arapça-Farsça sözcüklere kaşı çıkar ve divan edebiyatına tepki olarak yazdığı “Basitname” adlı yapıtında halk diliyle aşağıdaki şu şiirini yazar:

Gördüm seğirdür ol ala gözlü geyik gibi
Düştüm saçı duzağına bön üveyik gibi

Buyurun 16. Yüzyılda söylenmiş, Anadolu’da bir tek kişi diyebilir mi anlamadım, yok. Ve dahi; içinde bir tek yabacı sözcük var mı? Yok, %100 Türkçe.

Karacaoğlan, halk edebiyatında yeri olan biridir. Her kesimden sevenleri vardır. Türküler bestelenmiş, hala dillerden dillere dolaşır deyişleri.

Nedendir de kömür gözlüm nedendir.
Bu geceki benim uyumadığım
Çetin derler ayrılığın derdine
Ayrılık derdine dayanmadığım

Yine 16. Yüz yılda yaşamış Pir Sultan Abdal:
 
Demiri demirle döverler, biri sıcak biri soğuk
İnsanı insan ile döverler, biri zengin, biri yoksul

Doğrusu Yazı Dil ve Yazı Devrimiyle okuryazar, anlar oldu bu millet. Arapça-Farsçanın Türkçeyi istilası ile unutulan Türkçe dili yeniden düzeltilerek hatırlanır duruma getirilmiştir.

Konuşulan dili, her bölgenin anlaması gerekir.
Daha Türkçenin ırzına geçilmeden 8. Yüzyılda Orhun Yazıtları, Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Karacaoğlan ve pek çok halk ozanların deyişlerine baktığımız zaman, her yerde yaşayan Türkler sözlük kullanmadan anlarken, Osmanlının geldiği 20. yüzyıl dahi Osmanlı dilini sözlük kullanmadan anlamaları olası değildi. Türkçe diliyle güçlü bir oyun oynadığını görürüz Osmanlı döneminde:

Türkçenin yabancı dil Rumca-Arapça-Farsça etkisine karşı direnişi 1299-1453
Türkçenin üzerinde yabancı dillerin etkisinin artması 1453-1517
Türkçede Arapça-Farsça etkisinin üstünlüğü 1517-1718
Türkçenin önem kazanmaya başlaması 1718-1838
Türkçenin bağımsızlığı için çalışmalar 1839-1918 dönemleridir.

Kaynak: Enver Ziya Karal, “Osmanlı Tarihinde Türk Dili Sorunu. Kültür ve Öğretim Dili Olarak Türkçe” adlı yapıtı, Ankara 2001 s. 30

Türklerin İslamiyet’i kabul etmesiyle başlayan Karahanlılar dönemi Arapça-Farsça yerleşmeye başlar. Karahanlı Türkü olan Yusuf Has Hacip’in yazdığı ünlü Yapıtlardan “Kutadgu Bilig” (Kutlu Bilgiler) de en çok %2 oranında Arapça-Farsça sözcük vardır.

Yusuf Has Hacip’in yazdığı “Kutlu Bilgiler” yapıtı yazıldıktan 200 yıl sonra yazılan  “Atabetül Hakayık” adlı yapıtta ise Arapça-Farsça oran %25’e çıkar.

Yunus Emre Anadolu’da yaşamış bir ozandır. Onun deyişlerinde Arapça-Farsça oranı %13 olurken. Divan şairlerinden Baki’de %65, Nefi’de %60, Nebi’de %54 olur.

Tanzimat dönemi şairlerinden Namık Kemal’de %62, Şemsettin Sami’de %64, Ahmet Mithat’ta %57 olmaktadır. İttihat Terakki Döneminde Ziya Gökalp’te %57’dir.

16. yüzyılda başlayan Arapça-Farsça Türkçeyi ortalama olarak %60 istilası etmiştir. Ama Anadolu insanı Türkçenin öz benliğini korumuştur. Buna neden bir bakıma Anadolu-Türk insanını okutmayarak cahil bırakan Osmanlıya borçluyuz Türk dilinin yaşamasını.       

Osmanlı aydınları 16. Yüzyıla gelindiğinde, Türk olmaktan ve Türkçe konuşmaktan utanır olmuşlardır. Buna anlaşılır bir örnek verirsek; Yavuz Sultan Selim dönemi olaylarını anlatan Keşfi, “Selimname” adlı kitabını Arapça yazmıştır. Kitabını Türkçe yazmasını isteyen Şaire şu karşılığı vermişti: "Türkçe dili, iri bir inci tanesi gibi yontulmamıştır ve iç tırmalayıcıdır. O nedenle yeryüzündeki zarif yaradılışlı kişilerce hoş. Dilde kurallara önem veren kimselerin anlayış ve beğenisine uygun düşmemektedir. Bu yüzdende kültürlü kimselerin görüşmelerinde dışlanmış ve güzel konuşan kişilerin söyleyişlerinde aşağılanmıştır” der.

Bir bakıma Arapça-Farsça sözcükler kullanılmaya başlaması ve konuşma dili ile yazı dilinin ayrışması, halk edebiyatı ile sözlü dilin gelişmesi sağlanırken, soylu, aydın zümrelerle, halk edebiyatında divan edebiyatın kesin sınırlarla birbirinden ayrıştırılması ile Arapça-Farsça sözcükler halk edebiyatının içine fazla sızamamıştır. Buna yukarıda sözünü ettiğim halkın okuryazar olmamasındandır. Okuryazar olsaydı halk, Türkçenin ruhuna Fatiha çok yıllar önce okunmuş olurdu. 

En çok konuşulan halk dili Türkçe 600 yıl baskı altında kalsa da, yazım dili olan Arap-Fars dilleri Türkçeyi Anadolu insanın elinden alıp yok edememiştir. Anacak dil farklılığı yüzünden Anadolu Türk halkını Osmanlı’dan uzaklaşmasına yol açmıştır.

Sahtekarların Yalanları;
Öyle önüne gelen, bilip bilmeden, “Atatürk durup dururken ‘Dil ve Yazı Devrimini yaptı” derler. Ama Dil ve yazı devriminin alt yapısının 200 yıl öncesine dayandığını, üst yapının inşasını Atatürk “Dil ve Yazı Devrimi” yaparak tamamladığını bilmezler ya da söylemek istemezler.

Hatta iftiracılar derler ki; “Atatürk Dil ve Yazı Devrimini İngilizlerin isteği üzerine, İslami geçmişine koparmak ve uzaklaştırmak için Atatürk’e yaptırdıklarını” yalanını söylerler.

Mustafa Kemal’in Dil ve Yazı devriminden 150 yıl önce yani 1773 yılında açılan “Mühendishane-i Bahri Hümayun” (Deniz Harp okulu) mektebinde Baron de Tott ve Cezayirli Hasan Efendi tarafından kurulan bu okulda Tott ve Hasan Efendi derslerin (Osmanlıca değil) Türkçe verilmesine başlarlar.

1793 yılında tarihinde 3. Selim tarafından kurulan “Mühendishane-i Berri Hümayun” (Kara Harp Okulu) mektebinde dersler Türkçe verilir. Dahi bu harp okulunda 400 ciltlik bir kütüphane kurulur. Buradaki Fransızca kitapların Türkçeye çevrilmesi emrini 3.Selim verir. 

2. Mahmut döneminde, Türkçenin Arapçanın baskısından kurtulması için önemli adımlar atılır 1827 yılında açılan Tıp Okulunda Türkçe eğitim verilmesini bizzat 2. Mahmut ister ve Türkçe öğretip yurdun her bölgesine yaygınlaştırılmasını ister. Yani, Doktor ile tedavi ettiği halk arasındaki anlaşılmaz dil farkını anlaşılır hale getirmektir amaç.

Ziya Paşa Türkçenin yaygınlaşmasından yana olarak, devlet dairelerindeki halkla, devlet arasındaki iletişim kopukluğunu şöyle anlatır: “Sorgu yargıcı davalıya konuşulan Türkçe ile soru sorar ve yanıtlar alır. Fakat tutanağı resmi deyimlerle saptırır. O biçimdeki tutanağı davacıya okuduğunda, davalı sözlerin Arapçaya çevrildiğini sanarak hiçbir şey anlamaz ve nezaket gereği tutanağın altına mührünü ya da parmağını basar” der. Kaynak: Şemsettin Turan, “Atatürk ve Ulusal Dil” Eylül 1998 s.12

1876 yılında “Anayasa Kanunu Esasının 18. Maddesine” göre “Osmanlı uyruğunda bulunanların devlet hizmetlerinde çalıştırılabilmeleri için, devletin resmi dili Türkçeyi bilmesi gerekir” Hükmü vardır.  

1877 yılında yürürlüğe giren Belediye Meclis Üyeliğine girenlerden, Türkçe konuşmaları zorunlu hale getirilir.

Ayrıca 1908’de “Türk Derneği” kurulur. Bu derneğin kurucuları arasında Necip Asım, Ahmet Mithat, Velet Çelebi, Buharalı Tahir adlı kişilerden oluşur. Amaçları Osmanlıcayı halkın anlayacağı duruma getirerek, Türkçeyi bilim dili durumuna getirmektir.

Osmanlı’nın en özgür kenti Selanik’te başlayan aydınlanma hareketi, “Genç Kalem Dergisi” çevresinde derlenen Ziya Gökalp, Ali Canip, Ömer Seyfettin gibi ünlü isimler, Türk dilini sadeleştirmek için kapsamlı bir çalışma yaparlar.

Namık Kemal, Şinasi, Ziya, Ali Suavi, Ahmet Vefik Paşa ve Şemsettin Sami gibi Osmanlı aydınları Türkçeye önem verirler.

Şemsettin Sami: “Dilimizi sadeleştirelim, dilimizi Türkçeleştirelim diye bağırmaktan vazgeçmeyeceğiz” diye haykırır.

Şinasi, Türk halkının tamamen Türkçeyi benimsemesini ister. Türkçe atasözlerini toplayarak yayınlar ve dahi, salt Türkçe şiirler yazmayı dener, yabancı sözcükleri dilden ayırmaya çalışır.

Ziya Paşa, nazım ve nesirde kullanılan sözcüklerin üçte biri bile Türkçe olmadığını belirtir. Ziya Paşa’ya göre: “Divan edebiyatının dili ve örnekleri Türkçe değildir. Bu durum Türkçenin gelişmesini engellemiştir.”  Der.

Ali Suavi ise:  “Osmanlıca, siyasi bir deyimdir. Osmanlı sözcüğü, dilin ne olduğunu anlatmaz, doğrusu ‘Türk dilidir”  diyerek halk dili Türkçeye sahip çıkanlardan olur. Osmanlıcadaki Arapça-Farsça kuralların değiştirilip Türkçeleştirilmesini ve dahi, din dilinin de Türkçeleştirilmesini ister.

Demek ki; başta dinci yalancıların dediği gibi Mustafa Kemal: “birdenbire Dil ve Yazı Devrimi yapmamış. 150 yıldır dilde öze dönme mücadelesi var ortada. Halk zaten cahilken birdenbire cahil falan kalmadı…
 
Anadolu’da halkın büyük çoğunluğu (%97’ye yakını) Türkçe konuşurdu, Türkçe dinlerdi ama Türkçe okuyup-yazamazdı. Türkçe yıllarca ağızdan ağıza aktarılarak, sözlü olarak kendini korudu geldi günümüze.

Osmanlı içinde bile okur-yazar kesim (%10 falan) oldukça azınlıktaydı. Bunların pek çoğu medrese eğitimi görmüş kişilerden oluşmaktaydı. Bu okuryazar kesimler halktan ayrı, halkın anlamadığı bir dil konuşur “Osmanlı efendisi” idiler. Türkçeye ise “kaba halk dili” diyerek aşağılarlardı.

Medreselerde yasak olan Türkçe dil, en çok tekkelerde, tekke kültürü içinde konuşulur, orada halk ozanlarının deyişlerinde yaşama tutunurdu.

Dilde Gelişmenin Olumlu Sonuçları
1932 yılına gelindiğinde Türk dilini zenginleştirmek için Mustafa Kemal, “Türk Dil ve Tarih Kurumu” nu kurdurmuştur. İlk iş olarak Anadolu ağzından derleme yoz, albeni, abartma, kuzey, güney, doğu, batı, ivedi, yozlaşmak gibi Türkçeleştirilir. Sonucu iyice sağlıklı bir biçimde geliştiğini görürüz.

Araştırmalara göre 1931’e gelindiğinde haber dilinde Türkçenin yeri %35 olurken 1936 yılında bu oran %48’e çıkar. 1946 yılında ise haber dilinde Türkçe, konuşma ve yazma dili olarak %57’ye çıkar. 1965 yılına gelindiğinde görülüyor ki Türkçe % 60,5 oranı ile iyice zenginleştirildiği görülür.

Ayrıca bir başka yönden bakıldığında Türkçe, 1975-1986-1989 tarihleri arasında Osman Asım Aksoy’un, cumhuriyet dönemi Türk edebiyatçıların yapıtlarında  “Türkçe sözcük oranı” araştırmasında:

Sait Faik Abasıyanık %57, Reşat Nuri Gültekin %74, Agâh Sırrı Levent %78, Necati Cumali %81, Oktay Akbay %86, Behçet Necatigil %86, Nurullah Ataç %90 oranında yapıtlarında Türkçe sözcük kullanmışlardır.

İşte böyle. Bu konuda Sinan Meydan: “Osmanlı dili bozdu. Cumhuriyet bozulan dili düzeltmeye çalıştı” der ve Yazı ve Dil Devrimini eleştirenlere de şöyle sürdürür sözlerini haklı olarak: “Bozulmuşluğu, bozuk düzenin devamını savunmak, bir ulusun dilini tamamen yok edecek kadar tehlikeli bir düşünce” olduğunu söyler.  

Yazı devriminin Osmanlı da Tanzimat (1839-1976) döneminden beri 1928’e kadar tartışılarak geldiği ve 1928’de toplumsal ihtiyaca yanıt veren bir eylem olur; iyi bir uygulama ile sonuçta hayata geçer. 
 
Aslında daha da gerilere gidersek, ilk Türkçe Latin harfleriyle 1553’de Hırvat kökenli bir esir olan Bartholomeo Georgieuiz tarafından yazılmıştır. Osmanlı da esirken üç kez kaçmaya çalışsa da yakalanır. Ama en sonunda Osmanlı esaretinden kaçmayı başarır.

Sonra yerleştiği Fransa-Paris’te Türklerin inançları ve adetleri üzerine 2 kitap yazmıştır. 1553 yılında, “De Turcarum Moribus” (Türklerin Kişiliği Üzerine) adlı kitabı Latin harflerle Türkçe yazılmış ilk kitaptır.

Evliya Çelebi: “Asla Urum lisanı bilmeyüp batıl (kaba, öz) Türk lisanı üzerine konuşan Anadolu’daki Rumlar Türkçeyi Grek (Kiril) alfabesiyle yazmıştır. Ermeniler ve Yahudiler de Türkçeyi kendi alfabeleriyle yazmışlardır”  der.

17. yüzyılda “Arap alfabesinin Türkçeye uymadığını, Türkçe yazmada yetersizliğini”  ilk vurgulayan Kâtip Çelebi olmuştur. 

En ilginci ise, dinci taifede Abdülhamit sevdası vardır. 2. Abdülhamit zamanında Şemsettin Sami Bey, Türkçeye uymadığı gerekçesiyle Arap alfabesinin ıslahını belirtir. Türkçenin yerine Arapçanın resmi dil olmasını savunurken 2. Abdülhamit, sonraları bu konuda düşüncelerini değiştirerek, Türkçenin öneminden söz etmeye başlar. Dahi, Latin harflerine vurgu yapar ve şu sözleri eder:  “Halkımızın okuma-yazma bilmemesinde şaşılacak bir şey yoktur. Çünkü bizim yazımızın sırlarına varmak kolay değil. Latin alfabesi almakla belki halkımızın işini kolaylaştırabiliriz”  demiştir. Kaynak: Vehbi Ali, Persees et Souvenirs de L’ex-Sultan Abdülhamit”  190 Karal. s.65

1912 yılında “Mukadderat-ı Tedenniye-i Tarihiye” adlı kitabında: “Mesela, şu Sami ve lisanımızın ruhuna uymayan Arap harflerini terk edelim. Üniversal olan Latin harflerini alalım. Arap harfleri, Arap ve İbrani gibi Sami dilleri içindir… Hâlbuki Türkçemiz Turani özelliğini kaybetmemiştir. Sami dillerinden çok Avrupa dillerine benzer. Bize ‘Huri-i Munfasıla’ (Latin Harfleri gibi ayrı yazılan harfler) lazımdır…”  der.
Selman ZEBİL
 
 

 


CUHURİYET


CUMHURİYET
Cumhuriyet öyle bir ortam yaratmıştı ki, genelde dengeler iyi işler durumdaydı. Dindar kesimle laik kesim dahi farklı etnik kimlik ve mezhep sahipleri arasında bir denge unsuru olmuştu. Ancak pek az uçta kalan dinci kesim laik cumhuriyetle sorunluydular. 1946’dan sonra siyesi dengesizliklerden cesaret alan dinci unsurlar başlarını sığındıkları karanlık deliklerden çıkarmaya başladılar.

Cumhuriyetle eş zamanlı Balkanlardan gelen Arnavutlar, Makedonyalılar, Boşnaklar, Pomaklar; Kafkaslardan gelen Çerkezler, Çeçenler, Gürcüler Abaza vs. Anadolu’ya geldiler, cumhuriyete uyum sağladılar, kendi etnik kimliklerinin bilincinde, Türk vatandaşı olmakta fazla bir sorun olmadılar ama yerli Kürtler kabul etmediler ve Türkleşmediler. İşte sorun  Kürtçe konuşarak dilin özgürleşmesi ötesinde, Kürt toplum varlığının ispatı “özgür ve bağımsız” bir zihniyetin olmasını istiyorlar.

Atatürk;
Batı emperyalizmin planladıkları Anadolu’yu işgal hayallerini bozan Atatürk’e karşı elbette iyi düşündükleri düşünülemez. Müslümanlık kisvesi altındaki dincilerin işbirliğini hüsrana uğratan Atatürk ve arkadaşlarıdır. Bu aynı biçimde Müslüman kisveli dincilerin de hala sürmekte olan Atatürk düşmanlığı, mağlup olunmuşluğun kuyruk acısıdır gaflet ve hıyanete iten hal. İşte böyle, bazen insanoğlu en soylu duygularını elinden alanlara karşı mücadele etmek yerine, o duyguları kendine iade etmek isteyenlerle savaşır durur.

Padişah taraftarı Damat Ferit, milli güçleri: “Serseri, katil, bozguncu, eşkıya, isyancılar” diyerek kötüler. O devrin dinci ulema bu sözleri tasdik ederek onların yanında yer alarak fetvalar verdiler padişah yanlısı. Günümüzde de farksızdır aynı mevki ve şan uğruna yapılanlar.

Atatürk’ü sevmezler. Onlar için vatan işgalci güçlerden kurtulmuş olması bir anlam ifade etmez. Vatan kavramı onlar için soyut bir kavramdır. Onların pek çoğuna göre vatan “seccadenin serildiği yerdir” sınırlarla belirtilmiş yer değildir. Yine onların pek çoğuna göre ise Türkiye “dar-ül Harp” yani savaşılması gereken kâfir bir ülkedir. O halde çalıp çarpmak helaldir. İnsandaki aklı hapsederek, dine körü körüne sımsıkı bağlarlar insanı.

Arap âleminde de pek çok Arap, Atatürk’ü sevmezler. Atatürk’ü tanımadıkları için değil, daha iyi tanıdıkları için sevmezler. Buna neden, Osmanlıyı yıkarak ortadan kaldırıp, yerine bir ulus devlet. Bunu yaparken bizleri perişan halde emperyalistlerin eline bıraktı. Ama bütün Müslümanlar Osmanlı sistemi içindeyken yücelerdeydik. Şimdi perişanız. Derler. İşte Atatürk’ü anlamak, yolundan gitmek, emperyalistlerin eline düşmemektir. Katıksız antiemperyalist olmak, din gibi sorgulaması mümkün olmayan uhrevi bir argümana sığınmadan akıllı siyaset yapmak, kitleleri etrafında toplayabilmektir.

Türkiye de cemaatlerin nedeyse tamamı gayri millicidir, Recep Erdoğan’ı seçimlerde destelemişlerdir. Pek çoğu Recep Erdoğan’ı kurtarıcı Mehdi sıfatını yakıştırmaktadır.

Bunlara bazı kesimler demokrasi adına sivil toplum örgütleri gözüyle bakarlar. Bu görüş yanlıştır, cemaatler sivil toplum örgütleri falan değildir.

Evliya, şıh, şeyh, cemaat ve tarikat liderleri İslam da şirkleşmiş alt ilahlardır. Pek çok zayıf insanlar bu alt ilahlara sığınırlar, onlardan nasip beklerler. Bunlar İslam ülkelerinin çekilmez ıstıraplı kahrıdır. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözleri ile inanmış saf ve temiz, insanların kirletilmesinde kullanılan en can alıcı silahlarıdır.

Yaşar Nuri Öztürk: “Her mümin aynı zamanda Müslüman’dır ama her Müslüman aynı zamanda mümin değildir.” Dahi: “çağımızda hastalığa uğrayan değerlerin başında din gelmektedir” Der. Ve dahi: “İman dediğiniz erdirici değerin Tanrı katındaki varlığını ispat için nüfuz kâğıdında yeterli değildir. Tanrı imanın varlığını, onun bunun sözü veya damgasıyla değil, kendi kararıyla belirleyecektir” der.

Allah’a kulluk görevini yapmak isteyen inanmış saf insanlara tebelleş olup Allah-kul arası aracılık yapma kendilerinin elinde olduğuna dair iyice inandırılıyorlar. Ama Kur'an’a göre İslam da hiçbir aracı, şefaatçi yoktur ve şirktir” Zümer suresi 1- 3 Şeytanların insanları şeytanla korkutarak kendilerine bağlamaları, öldüklerinde dahi mezarlarını ziyaret eden müritlerine şefaat vereceklerine inandırılıyorlar. 

Müridin mal varlığı aklı olan şeyhlerin denetiminde olmalıdır mantığı ile işe başlarsak şöyle, saçma sapan şeyler çıkar karşımıza: “Şeyhin elinde mürit, ölü yıkayıcının eline teslim edilmiş ölü gibidir” derler. Dahi şeyhine kendini teslim etmiş mürit mallarını, mülklerini, itibarlarını, ırzlarını, mevkilerini teslim etmek, insan nefsinin Tanrısal iradenin yerine konmak olur muş.

Şeyhine şartsız teslim olmuş mürit: “Allah’a ve cennete gidiş, efendi şeyhinin istekleri ve şefaatine bağlıdır. O halde onu memnun etmek, Allah’ın iradesini bizim lehimize tahrik etmek demektir. Ve o halde şeyh ne istiyorsa kayıtsız şartsız yerine getirilmelidir. O senin vücuduna sahip olmak istiyorsa bu senin cenneti kazanman, hem şart hem de garantin olacaktır. Bunlara ters düşen müridin feyzi kesilir” diye söylerler yalanlarını.     

Hiçbir zaman Müslümanların silahı, Hıristiyanlara göre denk değildir. Akıl bakımından da öyledir. Kim ne derse desin, bu bağlamda yola çıkarsak, Hıristiyanlara karşı hep kaybeden Müslümanlardır. Silah; ille de otom silahları yaparak (İran Gibi) güçlülük taslamak yersizdir. Günümüzün öldürücü silahları akılcılığın geliştirdiği teknoloji, bilimde ilerleme ve akla dayanan stratejik savaşlardır.

Osmanlı’da “Kavm-i Necip” Araplar, “Etrak-ı İdrak” Türkler olur…
Osmanlılar Araplara “Kavm-i Necip” (soyu temiz kavim) derlermiş. Araplar ise Türkler için “Etrak-ı bi İdrak” (kaba saba, kılıksız, anlayışsız) demişlerdir.

Mustafa Kemal orduya katıldığı ilk günlerde bir Arap binbaşının “Kavm-i necip evladına sen nasıl kötülük yaparsın? Diyerek tokatladığı bir Anadolu çocuğunun iki damla gözyaşlarında Türklük bilincine erdim, onda gördüm, kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük benim esin kaynağım, erdemim, övünç membaım oldu. Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten başka bir şey değildir.”  Der.      

 

19 Eylül 2013 Perşembe

CUMHURİYETİN OKULLAŞMA HAREKATI


OKULLAŞMA
Tek partili sistemi acımasızca hırpalamak isteyenler, bugünkü geldikleri mevkiinin bu dönemin inşasına katkı sağlayanlar olduğunu bir an düşünseler böyle, insafsızca çıkış yapmazlardı.

Yıl 1933, Türkiye nüfuzu 17 milyon. 1 milyon yüksek tabaka 15 milyon katıksız sefil, sefalet içinde yaşayan Türk. Bunların 2 milyon şehirlerde, 10 milyonuda köylülerden oluşmaktadır.

Dünyadan ve uygarlıklardan habersiz, köstebek yuvalarını andıran kerpiç evlerde çok düşük koşullarda yaşayan Türk köylüsünün yolu yok şehirleri köye bağlayan. Dışarıyla; dış dünyayla ilişkileri yok yıllardı. Dünyada gelişen uygarlıklardan habersiz, araç gereç yok, para yok, okul dersen zaten yok...

Böyle Anadolu da 41 bin köy var 10 bin yıllık eski uygarlıklar kalıntısı üzerinde kurulu, uygarlıktan habersizdiler.

41 bin köy var, bu köylerin sadece 600’ünde posta merkezinde...

41 bin köy var, 37 bini köyde hiç okul yok...

41 bin köyde toplam 12 milyon nüfuz yaşamakta. Bunların ancak % 2’si okur-yazar. En zekisinin kullandığı kelime haznesi 400 bile değil... Köyün dışına çıkmamış gençler, ancak askerlikleri gelmiş gençler, dışarıdan biraz haberdar olurlar. Bu hale Osmanlının milyonları yoksullar yaratma siyasetinin ürünüydü...

Dağlarda kartal yuvasına benzeyen çalı çırpıdan yapılmış köyler; ovalarda iri köstebek yuvasına benzeyen köyler, kaya kovuklarında yaşayan insanlar. Keçi kılından yapılmış çadırlarda dağ koyaklarında hayvanlarıyla yan yana yaşayan insanlar bir birlerinden ayrıştırılmış haldeydiler...

Cumhuriyetin 9. yılı 1932’de insanları okullu yapabilmek için şöyle bir rüşvet teklif edilir:

3 yıllık bir okulun 1. yılını bitirene 5 ay

3 yıllık bir okulun 2. yılını bitirene 4 ay

3 yıllık bir okulu tam bitirene askerlikten muaf yapılır.

Dahi, o sene içinde okula başlayan, o sene için yol vergisinden muaf tutulması önerilir.

Türkiye’de ilk tahsil 1844 tarihinde ancak ele alınır. 2. Mahmut fermanıyla mecburi olur. Ama tam başarı sağlanamaz. Öyle bir idealden öte geçemez, ta ki cumhuriyete kadar.

Dünya istatistiklerine göre cahili bol olan tek ülke cumhuriyetten önceki Osmanlıdır!

Ve öteki cahil iki sömürge ülkeleri var ki, Mısır ve Hindistan olur...

Devralınmış Osmanlı Devletinin enkazından, yönetiminden sefalet ve cehalet çıkmıştır. Kurumlarını çağa uyarlayamamış, eğitimde sıfır çekmiş bir enkaz yığını sistemin yeniden yapılanması güçlükleri olsa da başarılır. Başta eğitime çok önem verilir, öncelikli olarak okullaşma oranını yükseltmek idealin bir parçası olur top yekun halkın eğitimi.

1932’de 4894 resmi ilkokul vardır. Bu okullar içinde 341,941 öğrenci vardır. En kısa sürede bu okullar 6544 çıkarılır ve içindeki öğrenci sayısı 536,123’e yükseltilir...

Ülkede 1932- 33 ders yılında 5401’i köylerde, 1143’ü şehirlerde olmak üzere 6544 resmi ilkokul vardır ve buralara 301,843’ü köylerde, 234,280’i şehirlerde olmak üzere toplam 536,123 öğrenci okutulmaya başlar der Nusret Kemal,  “Halkçılık ve Köylücülük”  adlı yapıtı sayfa 71 Tarih 1934

Bu adı geçen okullarda 1. sınıfa başlayan öğrenciden 247,777 okulu bitirirken, 3. sınıfı bitiren öğrenci sayısı 64,508. Yani, ilkokula 247,777 öğrenci kayıt yapıyor, 3. sınıfı ancak 64,508 öğrenci bitirebiliyor. Burada gördüğümüz, sınıf yükseldikçe mezun olma sayısı azalması görülmekte...

1927 nüfuz sayımında 13 milyon 300 bin olarak tespit edilir. Lakin tam bir nüfuz sayımı olmaz. En kaba tabirle 16 milyon olarak hesaplanır. 12 milyon köylerde, 4 milyon da şehirlerde tespit edilir. 1927 de sekiz köyden yedisinin okulu yoktur

1927 de ki 13 milyon 300 bin nüfuzdan 1, 347,282 nüfuz 1- 12 yaş arası olduğu tespit edilir. En kabaca olarak da sayılamayanlarla bu oran 1,5- 2 milyon olarak hesaplanır. Bunların 1,5 milyonu köylerde, 500 bibi şehirlerde yaşarlar...

O dönem ülkede 346 şehir 41 bin köy vardır. Bütün ilkokulda okuyan 633,344 erkek öğrenciye karşı 201,619 kız öğrenci olur. % 64’ü erkek % 36’sı kız öğrencidir. 3. sınıf bitiren kızlar köylerde  % 23 Bu oran şehirlerde % 40 olmaktadır.

Halk bilinçlendirilmemiş, okuyan halktan korkulmuş. O nedenle halkın içinde okuma terbiyesi olmadığından, okul ve okuma sevgisi gelişmemiş, yurdun her tarafı kör, sefil ve cahil bırakılmıştır...

1933’de 25 bin köyde 28,705 cami ve mescit vardır. Yalınız köy kanunu tatbik olunan 22194 köyde 5401 okul vardır. Bu köylerin 16,793’ünde ilkokul yoktur. Genel 41,000 köyden, 36, 000 köyde ilkokul yoktur... İstatistikler, zamanın Başvekâlet İstatistik Umum Müdürlüğü tarafından alınmıştır.

1923’den sonra devrimler meyvelerini vermeye başlar. Türk halkının geçiştirdiği yılların buhranlı dönemleri, atağa kalkan uygarlık yolunda, bunca bin yıllık kaybedilmiş zaman 10- 15 yılda kazanılmaya çalışılır...

Yani, devrimlerin getirdiği halkçılık hareketi ile Türk köylüsüne özgür vatandaş olma yolları açılır. Elbette 1000 yıllık keyfi idare altında yaşamaya maruz bırakılan halka kabul ettirme zorlukları yaşanır ama zorluklar aşılır. Zihinlerde yerleşmiş hurafeler, içi boş dini telkinler silinip atılır, yıllarca ihmal edilmiş Türk köylüsü  “milletin efendisi”  yapılır...


KÖY ENSTİTÜLERİ ve HALK EVLERİ
1923 yılına gelindiğinde Türkiye’de okul ve okulluluk, 4,894 olan İlkokul, öğrenci sayısı da 341,941 olur. 1930’a gelindiğinde ancak 6,598 okula ve 489,299 öğrenciye  çıkartılabilir.

Yeni Cumhuriyetin aydınlanmasını sağlayacak, Cumhuriyet kurumlarından olan Halk Evleri 19 Şubat 1932’de, Türk halkının eğitim ve bilgi düzeyini yükseltmek için kurulur. Atatürk’ün bizzat kendi kurduğu Halk Evleri, yine siyasi kıyıma uğrayarak 8 Ağustos 1951’de DP zamanında kapatılır…

1936 yılında Saffet Arıkan’ın Milli Eğitim Bakanlığı sırasında, köy halkına pratik bilgi vermek amacıyla  “Köy Eğitim Projesi”  ile Köy Enstitülerin temeli atılır. 17 Nisan 1940’da da 3803 sayılı Köy Enstitüsü Kanunu kabul edilir. Köy Öğretmen okulları Köy Enstitülerine dönüştürülür. 1940- 41 öğretim yıllında 10 yeni Enstitü daha açılır. Bu sayı 1945- 46 yılına gelindiğinde 20’ye çıkarılır. 1948- 49 öğretim yılında bir okul daha açılır.

Cumhuriyetin en özgün, en bağımsız yaratıcılığın, en kapsamlı bilimde, teknolojide Türk insanın ileri adım atmasına yarayacak Köy Enstitüleri projesiydi, kapatıldı. Yaratıcılığın yerini eğitimde dahi taklitçilik aldı. Köy Enstitülerine kıyım DP dönemi olan 1953’de Köy Enstitüleri programları, İlk Öğretmen Okulları Programlarıyla birleştirilir. 1954’e gelindiğinde 6234 sayılı yasa ile de Köy Enstitüleri tamamen İlk Öğretmen Okullarına dönüştürülür.

Yaşar Nuri Öztürk şöyle bir tespitte bulunur  “Allah ile Atlatmak” adlı yapıtında:  “Haçlılar önce Müslümanları çağdışı hale getiriyor, ardından da  ‘böyle olmaz, ben bunu düzelteceğim diyerek muhtarlık yapmaya başlıyor. Kural ve kader hep aynı: Muhtarlık haçlıdan, finans ve hizmet Müslüman’dan”  der.

Köy enstitülerini İsmet İnönü’yle gezen Şemsettin Günaltan, döner İnönü’ye  “Paşam binler böyle eğitilirse yönetemeyiz”  der. Siyasetçiyi bile binlerin hızlıca eğitimde yükselişi ürkütür hale gelir.

6 Eylül 2013 Cuma

TARİHTEN DERS ALMAYANLAR SAVAŞIN GÖZYAŞINI BİLMEZLER



ONLAR

MEHMET ortak adları olan onlar, rüşvet yemediler, yolsuzluk yapmadılar, mafya, çete, hırsız, bozguncu hiç olmadılar. Ellerini sokup yetimin torbasından bir tutam ekmeklerini çalmadılar. Salt inançları ve yüreklerinde pırıldayan sevdaları vardı...

Onlar ki, adları sanları yoktu, MEHMET diye ortak adları ile gönüllerde yaşarlar. Türk tarihinin en şansız gençliğiydi onlar; tarihe sığmazlar yazmakla... Onların, yani adsız MEHMETLERİN aziz ruhları önünde saygıyla eğiliyorum alnım toprağa değene kadar.

1880- 1895 arası doğumlu 3 milyon; daha yirmi yaşlarında Anadolu insanı, en kutsal yaşamlarını verdiler bu ülke uğruna. Onlar atalarından aldıkları inançla 22 milyon 410 bin Km. kare topraklar üzerinde tarihin en şansız ve en acımasız savaşları içerisinde

yurt sevgisiyle savaştılar. MEHMET ortak adları olan onların ruhlarında yükselen asalet meşale oldu dünyamızı aydınlatan...

1880- 1895 doğumlulardır; kader onları bir amaç uğruna birleştirdi. 3 milyon silâhaltına alınan MEHMET’ ler di onlar. Kimisi Yemen Çöllerinde kaldı. Kimisi Balkanlarda, kimisi Kafkas Dağlarında, kimisi Trablusgarp Çöllerinde, kimisi de Arabistan Çöllerinde yok oldular. Çoğunun mezarları belli değil; kayıplar bulunamadı, binlercesi düşmana esir düştü, yarı aç yarı tok kimi kıyıma uğradı, kimi intihar etti esaret altında, kimi değişik şartlarda esaretten kaçarak yurda döndü.

Onlar ki, 20- 25 yaşlarında bu ülkenin asil insanlarıydılar; unutuldular.
Günümüzde pervasız yaşamamızın kahramanlarıdırlar onlar. Kimi evliydi, kimi nişanlı; hepsinin sevdası birdi. Her üç kadından biri dul, her üç çocuktan biri yetim kaldı. Onların bizden hiçbir şey bekledikleri falan yoktur. Bizin onlara süresiz vefa borcumuz vardır...

Kan, ölüm, barut kokusu; ölümle iç içe inadına mücadele, hiçbir beklentisi olmayan salt ülkenin kurtuluşu sevdası onların yüreklerini çelikleştiren bir tindi. Onlar öyle politik çıkar falan peşinde değildiler. Soytarılık, hainlik, aymazlık, bütün ulusal değerlere kayıtsız kalmak yoktu. Vicdan rahatlığıyla dört cephede 15 yıl savaşmış insanlardı. Dahi 1914- 1918 yılları arası 10 ayrı cephede düşmana karşı çarpıştılar...

En çok şehit oldukları Arap-Yemen Çölleri “Müslüman kardeşim” diye güvenip sırtını döndüklerince kalleşlerce sırtlarından hançerlenerek şehit edildiler; onların oldukça çoğu Araplar tarafından İngilizlere ihbar edilerek öldürtürdüler ve ya esir düşürüldüler...

Yıkılan imparatorluğun toz duman altında kalan; can derdine düşmüş bir yığın soytarı emperyalistlerle işbirliğinde kurtuluşu ararlarken; başka bir yığın nitelikli, dürüst inançlı insanlar Anadolu’da “Kuvayı Milliye” (Ulusal Ordular) ruh ateşi yakanlar bir bütün olarak emperyalistlere karşı savaş verdiler. Şu günümüzün güzel günlerini yaşıyorsak eğer rahat ve huzur içinde O MEHMETLERİN ölümüne mücadeleleridir...

Onlar; 1914- 1918 yılları arası 202 bin askeriydiler. 22 milyon 410 bin Kilo metre kare topraklar üzerinde 22 milyon nüfuz 10 milyona iner. Yıkılan Osmanlı kendini kurtarma telaşında kaldı. Onları adı bilinmedik ülkelerde unuttu.

Üç kıtaya yayılmış Türk esir kampları. Kimi Myanmar: (Burma) Schweba, Veiktilla, Thatmyo, Rangongoon da esirdiler.

Kimi Fransa: Montpeller, Marsilya, Korsika.
Kimi Malta: Veletta. Kimi Yunanistan: Selanik’te
Kimi Moldova: Kişinev.
Kimi Hindistan: Nogar, Sümerpur, Belgaum, Bellary, Kalküta.
Kimi Irak: Bağdat ve Basra’da,
Kimi Rusya: Vologala, Vetluga, Kostroma, Kazan, Simbirsk, Samara, Toboisk,
Krasnoyarsk, Vladivostak. (1)

Kimi Mısır: Seydibeşir, Ros El Tina, Bilbeis, Heliopolis, Abası, Kahire Kalesi, Maadi. Kimide Kıbrıs: Gazimogosa (Mogosa şehitliğinde yatmaktalar) Kaynak: (1): Cemalettin Taşkıran “Esir Türler” kitabından aktarma Atlas Dergisi 101. sayı Ağustos 2001

1914- 1918 yılları arası Türkün en talihsiz tarihinin yazıldığı yılardır...
Birinci Dünya Savaşı Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut-ül Ammare, Medine Müdafaası ile Türkün dört cephede savaşları vardı. Birde içerideki emperyalistlerin kışkırtmalarına uyup ta arkadan yıllarca birlikte yan yana yaşadığı Türkü hançerleyen isyankârlar vardı.

Görüyoruz ki, bunlar hep unutturulmak istenilerek 1915 yılında Ermenilere “Soykırım yapılmış” olarak Türk tarihine kara bir leke düşürülmek istenilerek, Batılıların yanında yerli olur olmaz kişiler, Türkleri tarihiyle utandırılmak istiyorlar.

Batılılar tarihimizi yeniden kurgulayıp, gerçek tarihimizi hırpalayarak bozup dağıtıyorlar. Yeniden bir tarih yazma heveslilerin iddiaları, “Resmi Tarih gerçekleri saklayan tarihtir” diyerek bahaneler aramalarından kaynaklanıyor. Batılı art niyetli tarihçiler en çok cesaret verenler yerli dincilerle ve kendilerini liberaller olarak lanse edenlerdir. Sürekli geveleyip durdukları bir şey vardır, onlara göre cumhuriyet felsefesi: “Türkleştirme politikası uyguladı” diye sığındıkları sığ düşünceler...

Lakin o sancılı Birinci Dünya Savaşı dönemdeki olayların, bütün devletlerin birbirlerinin ümüklerini ölümüne sıkarak öldürdüğü dönemdir. Görmezden gelinen, emperyalistlerin en çok Osmanlı topraklarına tecavüzleriydi. Kolonileri olan zavallı Anzakları, Hintlileri, Yeni Zelandalıları bağrımıza hançer sokar gibi soktular. Çanakkale’de ne işleri vardı İngilizlerin. Adana’da, Urfa’da, Maraş’ta ne işleri vardı Fransızların. Ne işleri vardı Sarıkamış’ta Rusların, Ne hat etmeye gelmişlerdi Akdeniz kıyılarına İtalyanlar? Birde yerli yardakçılar bu boyuttan baksalar Batılılar ne duruma düşer acaba?

Çanakkale

Türkiye Cumhuriyetinin ve Anadolu’nun Türk yurdu olmasının başlangıcıdır Çanakkale. Bugün hala millet olmanın heyecanlı gururunu yaşıyorsak, Çanakkale’de hiç gözlerini bile kırpmadan ülküleri uğruna ölümüne mücadelenin sonucudur. Bizler onlara ödeyemeyeceğimiz kadar borçluyuz…

Yani demem şu ki; Çanakkale varlığımızın mihenk taşıdır. “Türküm” demenin iyice ucuzladığı şu günümüzde, millet olmada, gündelik yaşamımızda anlamsızlaştırıldığı cehalet ahlaksızlığına karşı mücadele etmek isteyenler her geçen gün azaldıkça avanta, köşe dönmecilik milli değerlerin önüne geçtikçe, kapıp kaçma ahlakı pirim yaptıkça, Türkiye de “Türk olmak, Türküm” demek kahır olmaktaydı. Geçmişine sahip çıkamayan, onu korumayan, sorgulamayan, hesaplaşmayan milletler her zaman ayakta kalmayıp tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Kurnazlık, dindara tebelleş olmuş, dincilik içinden pıtrak gibi meydanlara pervasızca dökülmektedir. Emevi disiplini içinde hareket halindeler. Cumhuriyetin getirdiği kültürel dokuya adeta alerjileri var, kaşıntı yapıyor duydukları zaman.

Bir şeyler görüyoruz ki, pek çok yanlı, yanıltıcı yayınlarda Çanakkale savaşı savsaklanarak hayali ordular kurtarıcı haline dönüştürülüyor, sanki kayıptan gelen, boğazın sularından ellerini uzatarak düşman gemilerini alabora ettikleri temaları işleniyor. Zaten okuma özürlü halkımızın zihinlerine yalan, yanlışlar savsatalar tarih diye telkin ediliyor.

Ama neden 250 bin şehidin Çanakkale’de savaşarak öldüğü gerçek manada sorgulanmıyor, onların ölümüne mücadeleleri hafife alınıyor, kayıptan eller, neden o kadar şehit vermemize engel olmamış olmalarına dair bir sorgulama, bir açıklama veremiyorlar.

Amaç: yeni bir liderin doğmasına, görmezden gelinmesine, yok sayılmasına hizmet için art niyetli kişilerin zihinlere hülyalı, rüyalı masalımsı uyduruk hikâyelerle, küflü çivi çakar gibi genç zihinlere sokuyorlar. Yani demem şu ki: Mustafa Kemal Çanakkale Savaşını hiç yapmamış gibi havalar estiriyorlar.

Çanakkale, Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır. Dünyanın en güçlü ordularını dize getirilmiş günüdür. Emperyalistlerin yediği tokadın en şiddetlisidir, düşüp kıçlarının üstüne, ayağa kalkamadıkları, Anadolu işgal hayallerinin Çanakkale boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Fırsat kollayan bu emperyalistler, Osmanlı topraklarındaki azınlıkları kışkırtarak Türkleri Balkan topraklarından kovdurdular, o topraklara kendileri yerleştiler. Şimdi bu topraklar üzerinde bulunan Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyim, Suriye, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri Yemen, Sudan bir bütün olarak yekpare Osmanlı topraklarıydı. Emperyalistler işgal ettikleri bu toprakları çıkarları gereği cetvelle böldüler, Arapça konuşan tek milleti, birçok devletçiklere ayrıştırdılar.

Sonuç olarak, bu topraklara vatan sevgisi, ümmet sevgisinin önüne geçerek gelişe gelmiştir. Çanakkale’de toprağa düşmüş canlar, öyle boşu boşuna kanlarını 1915’de 15 yaşlarında dökmediler. 10 Ağustos sabahı Conkbayır’dan düşman üzerine ölümüne koşan, öleceklerini bildikleri halde, arkalarına dahi bakmadan toprağa düşüp şahadete erdiler. Nedeni, bizim geleceğimizin güzel günleri içindi. Onlar bizim atalarımızdı, biz onların torunlarıyız, hiç unutmamalıyız.

Unuttuklarımız ve Hatıralarını Bile Anamadıklarımı
Yine nerdeyse unutulmuş gitmiş bir Kore’ye asker gönderme olayı var...
İkinci Dünya savaşı bitmiş, “Soğuk Savaş Dönemi” başlamış. Kim başlatmış, neden başlamış aklımızın almadığı dünyayı iki kutba ayrıştıran büyük devletlerin bir oyunu olduğu ise muhakkaktı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalmayı başarmış, kendi topraklarına düşman saldırısına karşı siyasetini iyi uygulamış, kendi toprakları üzerinde savaşın sıçramasını engellemiş bir ülke olur lakin yalınız kalır ve yoluna davam edemez.

Dünyayı iki bloka ayrıştıran, iki bloktan birine yanaşması, tercihini Amerika’ya yanaşmaya ve onun üyeliğinde olduğu NATO’ya girebilmek için çaba harcamaya başlar. Kendini kanıtlamak için Türkiye, ABD’nin Kore’deki işgaline destek olmak için, Kore’ye asker gönderme kararı alır. Türkiye Kore’ye, 1950 yılında alınan bir kararla: 259 subay 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 er ve erbaştan oluşan askerle toplam 5090 seçme Tük insanı ABD adına Kore’de savaşmaya gönderilir.

Sonuç olarak:741 Şehit, 2147 yaralı, 234 askerimiz tutsak olur, 175 askerimiz kaybolur, şimdiye kadar hala akıbetleri belli olmadı.
Selman Zebil




11 Ağustos 2013 Pazar

SÜLALE ADIYLA KURULAN DEVLETTEN ULUSUN ADIYLA KURULAN DEVLETE


DEVLET ve REAYA (DAVAR SÜRÜSÜ)
Doğu geleneğinde devlet kavramı ilk çağlardan bu yana hükümetle karıştırılmış, aynı manayı taşır gibi algılanmıştır. Bu algılama biçimi, Türklerde daha da belirgin biçimde zihinlerde canlı tutulmuştur. Örneği bu anlayış bizde de böyle algılanmıştır.

Türkler kurdukları devletleri bir aile veya şahsiyet adına kurmuşlardır. Değişik Türk kabilelerin kabile adıyla kurulmayan Göktürklerden sonra 1000 yıldan fazla zaman, değişik kabile (Selçuklu, Osmanlı, Gazneli, Akkoyunlu vs. gibi) adlarıyla devletler kurmuşlar ve hep aynı düşüncenin eylemi olmuşlardır. Geçmiş Türk tarihine bir baktığımızda her gelen yeni Türk devleti, yendiği eski Türk devlet üzerine kurulduğu görülmüştür ama devletin adı değiştirip de dili değişmeyen eski devlet üzerinde kurulan yeni devlet, eski devleti adeta yabancı saymıştır. Buna bir Osmanlı şair:  

“Biz ol nesil-i kerim-i huda-yi Osmaniye’yiz. Kim cihangir ne bir devlet çıkardık bir aşiretten”  der. 600 hanelik bir çadır aşiretten, dünyayı fed eden bir devlet çıkarmanın gururuyla söylenir şair.

Lakin 600 haneden çıkan dünya imparatorluğuna yükselen Osmanlı, Selçuklu mirası üzerine oturmuştur. Selçuklu halkı Osmanlıya ilhak etmiştir. Yani, Selçuklu namı taşıyan yüz binlerce Anadolu insanı Osmanlı imparatorluğun içerisinde görev almıştır. Bu açıdan bakarsak, gerçek devleti doğuran unsur Selçuklu aidiyetinden olan Türklerdir.

O insanların ne aidiyetten olduğu millet adla anılması gereği daha uygundur.
Doğu geleneğinde devlet, bir zümrenin adıyla kurulurken, Avrupa da bu genelde o milletin adıyla kurulur. O nedenle Osmanlı tabiyesinde bulunan  “reaya”  denen halk dahi bilmez iken Türk olduğunu Avrupalı ona  “Türk” derdi, ülkesine de  “Türkiye”  derdi. Ama o kendini  “Devleti Aliye-i Osmaniye”  içinde yaşayan  “reaya”  olarak algılardı.

Avrupalıların bağımsız devletin gerçekleri bir sülale veya bir zümrenin adıyla değil de, milletin adıyla devletin oluşmasıdır. Genelde Türklerin devlet anlayışında ise bir bir şahıs ve bir sülale adına kurulmasıdır.  Dolayısıyla, gün gelip sülale adıyla kurulmuş olan devlet bağımsızlığını kaybettiğinde değişir, lakin devleti oluşturan millet, sülalesiz yaşayabilir. Bir devletin bir sülaleden oluşmuş olma yanlışı sülaleyi yok edebiliyor ama milleti asla yok edemiyor.

Yani, devletlerin kalıcı ve sürekliliğini sülaleler teşkil etmez. O devletin kurucusu millettir. Devlet yıkılsa bile, millet yoluna devam eder. Şöyle ki, sülaleyi devlet sayan zihniyet, aynı dili konuşan öteki sülale adıyla kurulan devleti düşman olarak tanır, tehlikeli görür.

REAYADAN “VATANDAŞ OLMA” ONURUNA 
Reaya:  Arapçada  “otlatılan hayvan sürüsü”  anlamına gelen  “raiyyet” ten üretilen “reaya”  sözü, Osmanlı Padişahlarının altında yaşayan bütün halkı simgeleyen bir aşağılayıcı terim olarak kullanılmıştır. Osmanlı yönetici askerler içinse, reayadan bir üst sınıf anlamına  “beraya”  denirdi.

Cumhuriyetin Türk insanına bahşettiklerine nankörlük etmeden bir bakarsak, ümmet yerine millet, mümin yerine vatandaş olma onurunu vermiştir. Devleti yöneten monarşi kadrolar meşruluğunu dinden alırken, halk  “kul taifesi” olur. Cumhuriyetle birlikte egemenlik milletin kendisinin olur, kulluktan vatandaşlığa terfi eder.

Şimdi dönersek başa, şöyle doğru bir tespit yapar Doçent Dr. Ercan Eyupoğlu: “Batı’da burjuvazinin, kapitalizmin yetiştirdiği yurttaş cumhuriyeti yaratıyor; Türkiye‘de ise yurttaş cumhuriyeti değil, cumhuriyet yurttaşı yarattı”  der.

Türkiye’de siyasal yaşama etkin bir biçimde bilinçli, bilgili bir demokrasi geçmişinden gelmemiş kökenleri gereği, aile yapısı ataerkil sürdürülen gelenek ve inanç kurumların yıllarca telkinleri sonucu ümmet aidiyeti, eğitim düzeyi düşük topluluklar olarak bireysel karar verememe, vesayet hiyerarşicilik kıskacı vardır. Bundan yola çıkarak, özerk olmayan halk kitleleri, kendilerine verilen yurttaşlık hakları iyi, mantıklı kullandığı söylenemez. Ancak bağımlı oy kullanmaları olarak algılanabilirler. Daha çok tarikat ve cemaat şeyhlerinin, toprak ağalarının çarpıtılmış emir ve görüşleri doğrultusunda kullanılan güdümlü oylarla Türk demokrasisinin iyi gidişatının işareti olamamıştır dahi Türkiye’nin kaderini olumsuz yönde etkilemiştir. 

Türkiye’de siyasi ahlak düzeyi tam gelişme gösterememiştir. Buna takiben yurttaşlık bilinci de yeterince gelişim gösterememiştir. Yani başta yurttaşlık ahlakı cemaatlerce tırpanlanmıştır sürekli. Buda sürekli Türk demokrasinin gelişmesine engel teşkil etmiştir.

Modern anlamda  “yurttaş”  kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde  “yurttaş”  kavramı tanımı var idi.

Monarşiden cumhuriyete, aşiretten ağalığa, tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal yapıyı oluşturanlara KUL, REAYA, TEBAA, UYRUK, AHALİ, Bİ-İDRAK sözler alt halk tabakası için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirse de  “sürüler” hala varlıklarını sürdürmektedir.

Ulus devlet olmada vatandaş, yurttaş gibi kavramlar Avrupa’da gelişerek dünyaya yayıldı ve böylece bizim ülkemize de etki etti. Modern anlamda  “yurttaş”  kavramı, Fransız Devriminden sonra ortaya çıkar. Daha önceki antik çağda Yunan ve Roma uygarlıklarında bir ölçüde  “yurttaş”  kavramı tanımı var idi.

Monarşiden cumhuriyete, aşiretten ağalığa, tarikatlardan cemaatçiliğe kadar toplumsal yapıyı oluşturanlara “kul, reaya, tebaa, uyruk, ahali, bi-idrak”, halk olarak adlandırılan alt tabaka halk için kullanılan sözcüklerdi. Modern Türkiye yurttaş, vatandaş olarak üstün mertebede değerlendirse de  “sürüler”  hala varlıklarını sürdürmektedir.

Yurttaş, modern devletlerde devlete karşı gereken ödevlerini yerine getirir. Devlette yurttaşına siyasi yaşama etkin biçimde katılmasının önünü açarak seçme ve seçilme hakkını tanıyarak görevini yerine getirir. Bir dine sahip olmak, düşüncesini özgürce açıklamak, örgütlenme faaliyetlerini hak ve özgürlüklere sahip olma hakkını vererek demokratik ortama katılmasını sağlar. Ama boş geçip bu haklarını  “sürü”  yaşamayı inatla tercih anlaşılır kahır değildir... 

Son söz olarak, Avrupa’da tebaadan yurttaşlığa geçiş 300 yıla yakın bir süreçle oluşur. Türkiye’de 90 yılda yerleşmesi tam anlamıyla beklenemez ama daha fazla beklemekte pek fayda vermez. Başta bir topluluğun devlet düzeyine gelmesinde, devlet olarak kabul olunmasına iten faktörlerin başında ülke konumuna gelmesi için egemenliği olması, ülke üzerinde bulunan insanların egemenlik otoritesi ülke insanın elinde olması gerekir.

Modern devlete bireylerin tanımı devletçe sayılmasıyla, saygınlığa erişmesiyle evre evre vatandaş-yurttaş olmuştur. Kişideki yurttaşlık bilinci geliştikçe, kişiyi devlete bağlayan hukuksal yanını da geliştirmiştir. 

Yaşanılan ortak topraklar üzerinde tebaadan yurttaşlığa geçmek, en alttakilerle en üstekiler hukuk önündeki eşitliği, modern anlamda yurttaşlığa geçişte hangi dinden, hangi dilden, hangi ırktan olursa olsun sayıldığı devlete aidiyetiyle üst kimlikte bütünleşmesinin adı yurttaşlıktır.

Yararlanılan kaynaklar: 75. Yılda Tebaadan Yurttaşa Doğru Prof. Dr. Artun Ünsal, Yurttaşlık Zor Zanaat makalesi. Tarih Vakfı Yayınları 1998 İstanbul Sayfa. 13. Aynı yapıtta Doç. Dr. Ercan Eyupoğlu Sayfa 49.

SÜRÜ İÇİNDE YAŞAMAK KAHIRDIR İNSANA  
Sürü içinde yaşamak, etinize batmış zahmet veren kızılcık dikenleriyle yaşamak gibidir.

Aşk denince kadın apış arasını anlarlar. Aşkın sevmeyi coşturduğunu bilmezler. Çünkü sevgiden yoksun yaşarlar. Sürüden seçilip tek başına, sürüden uzak kıyıda yalnızlığa çekilmek, rahat ve huzurlu yaşamaktır. Ya da sürü içinde kahırlı bir hayat sürdürmek, sürünün masalımsı, hayali hikâyelerine esir olmaktır. Sürü ölümlü olur, okuyan, düşünen ileriyi görmek isteyende ölür. Birinin ruhu vardır âlemi gezer, dillerde destanlaşır, ötekinin ruhu yoktur, toprak altında bir işe yaramadan çürür fışkı olur, unutulur gider. Âlemi gezen ruh, insanlığa yararlı bir iş yaptığına onula yaşar durur.  

Yaratıcı benlik sonsuzluğa uzanan yolda yalpalanmadan gitmektir…
Sürünün yapabileceği hiçbir şey yoktur. Bir şeyler yapmak isteyenlere de köstek olur yaşamı boyunca. Ama yaratıcı benlik düşünerek ortaya, insanlığa yararlı bir şeyler ürettiğinde sürü, herkesten önce kullanır, yer, içer, yine de yeni yeni bir şeyler yaratmak için uğraşanlara tepkisini sürdürür.

Kısacası sürü, salt hayatını sürdürmek için yaşar. Bir şeyler düşünüp insanlık yararına ortaya koyan değildir, her yeniliğe tepki koyandır. İnsan özgürlüğü, insan olma onuru dogma din tasallutu ve tahakkümüyle riyadan beslenir. Bazı hallerde ıstırap çeker, çektiği ıstırabın kaynağını yanlış yerde arar. Değişen yenikleri ilerleyen insanlarda arar.

Bu tür sürü insanların zenginleri vardır. Malın, paranın insanı yoksulluktan kurtarıyor ama eşeklikten kurtarmadığına şahidiz. Mal ve para sürü yaşayanları eşeklikten alı koymaya yetmiyor. Okuyana tepkilidir, okuyanın bilgeliğinden rahatsız olur, kuşkulu gözle bakar, “bunda bir illet var” der. Ama dedi kodu sanatı hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır. Aklı kıttır ama kurnazdır, beleşçiliği sever.  Çok küçük çıkarlara kendini değiştiriverir.

Sürü, iyi insan olduğu için Müslüman değildir. Müslüman olduğu için iyi insan olduğunu gösterişleriyle başkalarına ispatlamaya çalışır. Hatalarını, eksikliklerini günlük hayattaki yaşamına baktığımızda, çevreye çalım satarak, gösteriş yaparak geçirir. Hak etmediği itibar, menfaat, nefis terbiyesi eksikliği ile dine tebelleş olur kıt zekâsıyla. Dini, dincilik yaparak zorlaştırır ve yozlaştırır. Ama o kıt zekâlı sürü, dincinin sürü taraftarı olmakta her ne hikmetse çekici oluyor.   

Sürü kimlere denir bir bakalım: Osmanlıda 1850 de yazılan sözlüklerde vatandaş, yurttaş geçmez ve bilinmezdi. Hatta 1900’lü yılların ilk başlarında dahi Türk halkına   “Vatandaş”  anlamına  “reaya”  ve  “tebaa”  sözcükleri kullanılırdı.

Şemsettin Sami’nin 1901 yılında yazmış olduğu sözlüğü olan  “Kamus-u Türkî” de dahi  “vatandaş ve yurttaş”  yerine  “tebaa ve tabiiyet”  salt  “uyruk”  olarak kullanılır. Orada  “vatandaşlık”  sözcüğü ise   “hemşerilik, memleketlilik”   gibi aynı bölgenin fertleri anlamında kullanılır. Vatan ve yurt kavramları, imparatorluğun son dönemlerinde kullanılsa da  “vatandaş, yurttaş”  anlayışı henüz doğmamış olduğunu görürüz. Daha açık bir ifade ile söylersek  “yurt”  vardır  “yurttaş”  yoktur.

17. yüz yılda Batı’da ilk defa İngiltere de sanayileşmenin gelişmesiyle güçlenen burjuvazi sermaye, insan kol gücüne muazzam ihtiyaç duymaya başlar. İşçileşen kitleler ezilmenin karşılığı olan çeşitli haklarını bu dönemde almaya başlarlar. Bu böyle olunca yurttaşlık bilinci ilk İngiltere’de gelişim gösterir, Fransa ve Amerika’da yaygınlaşır.

1789’da Fransız Burjuva Devrimiyle daha hukuksal anlamda, İnsan Hakları ve Yurttaşlık Bildirgesinde 1. Maddede  “İnsanlar özgür doğarlar ve eşit haklara sahip olarak yaşarlar” diye maddeleştirilir. Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir.

Türklere yurttaşlık bilinci 1923’den sonra anlam taşır duruma gelir. Osmanlı sistemi döneminde Türkiye de gerçek yurttaşlık bilincinin önünde din başta olmak kaydıyla, “Tanrı izniyle”  kulluk görevlerini mutlakçı yöneticilere karşı yapmak alışkanlığından kaynaklandığından, hala gerçek anlamda bilinçlenmeyen Türk toplumlarda yurttaşlık
kavramının kabullenilmesi pek kolay olmuyor.

14 Mayıs 2013 Salı

TÜRKİYE'DE KİMLİK ARAYIŞI

Kimlik Arayışında Üç İdeoloji
Kimlik arayışında Türkiye’nin kaderi, öteki İslam ülkelerinden farklıdır. Türkiye de üç tür kimlik arayışı vardır:

Birincisi: Kan temelli aranan kimlik.

İkincisi: Toprak temelli kimlik arayışı yöntemidir.

Üçüncüsü ise: Dini aidiyete bağlı kalıp, etnik ve toprak temelli kimliğin retti ile “ümmet” toplumu olmaktır.

İde: Yunanca “ide” yani beynin içinden geçen düşünce (Türkçe ülkü) Örneğin önündeki ağaca bakarken arkandaki ormanı göremiyorsan bir ideolojinin, bir düşüncenin azgın militanı gibi davranırsın. Aşırı ideolojik bakış bazen siyasilere büyük hatalar yaptırabiliyor. Mesela insanlığın din-tarım toplumundan endüstri-bilim toplumuna geçmek istemesi bir ideolojidir. Dünya ve toplumları anlamaya yönelik tutarlı bir düşünce sistemi demokrasi ile var olur.

Etni: Türkçe de “budun” olarak anlatılır...
Smith’in açıklaması “cemaati anlatan ethnie atalara ait ortak efsaneleri tarih ve kültürleri ortak olan, kendilerini belli topraklar ile özdeşleştiren ve bir dayanışma duyguları olan insan nüfuzları” olarak tarif edilir.

Dine bağlı kimlik: Örneğin din; millicilik, laiklik, ülke bütünlüğü, ulusal varlık insanların yaşamlarına damga vuran ideolojilerdir. Bunların dışında bir de kalkınma ideolojisi vardır ki, doğu insanına pek yakın olmayan, Batı toplumlarına has olan tarım toplumundan bilimin ışığında endüstri toplumuna geçmek bir ideolojinin başarılmış sonucuydu...

Kimlik aidiyetlerini ümmet toplumu içinde olmasını isteyenler, durağan, değiştirilemez kaidelere bağlıdırlar, bireycilikleri yoktur, bir inançta birleşirler, ortak akla hizmet ederler ve bir otoriteye (şehe-şıha, ağaya) biat ederler. Tarım-din toplumlarında bilimsel bir gelişim gösterdiği bugüne kadar hiç görülmemiştir. Bu tür toplumların ulus devlet kurdukları da tarihte hiç yoktur; görülmemiştir...

Toprağa bağlı kimlik: O toplumun sınırlarla belirlenmiş topraklar üzerinde etnik kimliklerine bakılmaksızın kaderde ve tasada, sevinçte birlikte yaşamak isterler.

Kana dayalı kimlik: Aynı kandan gelenlerin, milli bir cephe oluşturarak, bazen ırkçılığa varan zararlı eylem içinde olanlardır.

Bireysel kimlik: Azınlığa mensup bir bireyin kimliği boşlukta yaşamazlar; bir toplum üyesi olarak yaşarlar. Biz buna toplumun ortak kimliği deriz. Toplumsal kimlikten azınlık birey kimliği güç alır. Bireysel kimlik salt azınlıklara mahsusta değildir. Aile içinde, aileye uymayan davranışlar içinde bulunana, aile içinde yapılan baskı da bireyin yaşamak istediği kimliğine müdahale sayar.

Genetik kimlik, köken olarak geldiği kimliktir. Yani, ana-babanın hangi soy ve ırktan olduğudur. Bu; kişinin doğuştan iradesi dışında oluşur. “Ben şuyum, şu kimliktenim” diye özgür iradesiyle benimsediği, severek kabul ettiği kimliktir.

Alt kimlik: Azınlıklar için en önemli kimlik kabul eldir. Bulunduğu toplum içinde doğan ve kültürel olarak, toplum içinde gelişen ama üst kimlikte birleşirken alt kimliğini de sürdürebilir.

Üst kimlik: Başka; üst kimlikten ayrı bir azınlık kimlikten gelebilir. Her hangi bir alt kimliğin bireyi olduğu halde, üst kimlikte bütünleşir. İradesiyle doğal hak olarak kendi toplum kimliğini, üst kimlikte hisseder. Buna biz “gönüllü asimilasyon” deriz.

Birey kendi öz kimliğinde ısrar ederek, üst kimliği reddederse bu çatışmalara kadar gider. Ama birey üst kimliği kabul eder, kendi alt kimliğinde de ısrarcı olması kuşku yaratır. İşte Türkiye’de ki sorunun kaynağı burada yatıyor!

Bundan gayri, gönüllü birliktelik sağlanır mı?
Bir gerçek var ki bu ülkede bir topluluk var; “biz Kürt’üz” diyorlar, doğruda diyorlar. Ama Türk-Kürt kavgasının arkasına saklanıp, işi kızıştıranlar vardır. Her iki tarafta bunun pek farkında değil. Buna tek neden, bu topraklarda barış içinde yaşayamıyorsak, sağlam, yarına güvenle bakan bir devlet politikası olmayışıdır. Ne oldu: "Kart-Kurt” dağda gezen insandan, “pat-çat, vur kaç” ile şehirleri harabeye çeviren insanlara doğru yol almış sonuca ulaşılmıştır.

Kürtler Osmanlı sistemi içinde 350 yıl özerk bir yapıda, şeyhlerine, beylerine, aşiret liderlerine merkezi otoriteye bağlı kalmaları şartıyla müdahale edilmeden yaşarlar. Bu devrede dillerini, kültürlerini korurlar ve geliştirirler, asimile olmazlar. Bilakis o bölgeye yerleşen Oğuz Türkmenleri Kürtleşirler. Yani demem şu ki; Yavuz Selimden 350 yıl boyunca Kürtler bölgede özerk yapıda güçlenirler ve dillerini ve kültürlerini geliştirler.

Bundan böyle Kürtlere: “Şimdi sen millet falan değilsin, gel beraber yaşayalım, kültürel sorunlarını çözmeye hazırım, yalınız benim korumam altında kal yeter ki” sözlerine kanmayacaklar. Onlar buna: Kürtler onun bunun ürettiği projelere boyun eğmeyecek, bundan böyle, Kürtler herhangi bir devletin koruması altında değil, bundan böyle varlığını, toprağa bağlı, sınırları olan bağımsız bir Kürdistan olarak yoluna devam edecek” diyorlar. Yani demem şu ki; artık Kürtleri yerinde tutmak kolay olmayacak. Kürt ulusu devlet kurulana kadar tatmin olmayacaklara benziyor.

Sen ne kadar: “vatan bölünmez, şehitler ölmez” de dur. Şehitler ölüyor, ölmeyen anlamaz, Vatan bölünüyor, daha yüz yıl önce Osmanlı vatanı bölüne parçalana bu sınırlara çekilindi, şimdi yine vatan bölünmek isteniyor, biraz daha sınırlar daralacak ama “hala vatan bölünmez, şehitle ölmez” nidaları havada kalıyor.

Barış; ihanetin olduğu yerde barış olmaz. Bazen “barış” ihanet içinde olmanın sığınağı olur. Masada silah oldukça, bir taraftan “Barış” diyerek “aidiyet” arayışların birinci adımı “eşit haklar” statüsü istemenin ikinci adım ötesine devam edecek bu ülkede. 

Selman ZEBİL 2013

BÜYÜK İSRAİL PLANI ve KÜRESEL GÜÇ OYUNLARI KIYAMETİN HAYALİ BİR REÇETESİ Bu makale Internationalist 360 tarafından yayımlandı. Espen B. Øyul...