Recep Tayyıp Erdoğan "2. Cumhuriyet Tartışmaları" Kitabındaki Konuşması.
2. Cumhuriyet, “Batılaşma süreci” içerisinde bir harekettir. Batılılaşma dün Kemalist olmayın ve Sosyalist olmayı gerektirirken; bugün 2. Cumhuriyetçi olmayı gerektirmektedir. Kaldı ki 70 yıllık tarihimizi “Cumhuriyet” olarak kabul eder ve rakamlarsak bu sayının ikiden birçok olması gerekir. Her şeyden önce, Birinci Meclis, her yönüyle farklı bir dönemdir. İkinci Meclis’le çok partili döneme kadar olan süre ikinci aşamadır. DP iktidarından 60 ihtilaline kadar ayrı bir özellik arz eder ve üçüncü olarak nitelemek hakkı vardır.
1960-83 arasını “Dördüncü Cumhuriyet” olarak numaralarsak, bu döneme de “Beşinci Cumhuriyet” diyebiliriz. Ancak gerçek İkinci Cumhuriyetçilerin, gerek Yeni Osmanlıcıların, toplumun düşünce ufuklarının genişlemesi, haklarının farkına varması ve bir kimlik arayışı içine girerek, geçmişin geleneksiz kimlik kazanmasının imkansızlığını görmesi açısından büyük yaraları olmuştur. Bu sağlıklı bir gelişme olup bunu içeren değişmeden yana olmak bir zorunluluktur.” S. 418
1993’te Metin Sever ve Cem Dizdarlar’ın
Başak Yayınlarında çıkan 2. “Cumhuriyet Tartışmaları” kitabı
Cumhuriyet ve Demokrasi kavramlarının Türkiye Cumhuriyetinin 70 yıllık tarihindeki ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz? ”
Erdoğan: “Türkiye Cumhuriyetinin 70 yıllık tarihine çok kestirme bir biçimde, kuşbakışı baktığımızda rejimin yüz aklığı ile çıktığını söyleyemeyiz. 1. Meclis hariç, Türkiye Cumhuriyeti gerek temel hak ve özgürlükler açısından gerekse halkın egemenliği açısından üzerinde taşıdığı “demokrasi” ve “cumhuriyet” kavramlarının gereğini yerine getirmemiştir.
Rejimi kuran militarist ve sivil bürokrasi, demokrasi ve cumhuriyet kavramlarını kendi egemenliklerini ve dayatmalarını halka kabul ettirmek için aracı olarak kullanmışlardır.
Bu bürokrasinin gözünde halk; birtakım hakları kullanmaya layık olmamıştır. Aksine halk her zaman gariban, zavallı, eğitilmeye muhtaç yaratıklardır. Ve, onları “adam etmek” için uygulanacak her yöntem meşru görülmüştür.
Demokrasi bugüne kadar bazen amaç bazen ise araç olarak görülmüştür. Hem amaç hem de araç olarak yorumlayanlar da olmuştur. Bize göre ise de demokrasi ancak bir araçtır. Hangi sisteme girmek istiyorsanız, bu düzenlerin seçiminde seçimin de bir araçtır. Yani demokrasi ile düzenler gelir, düzenler gider. Tabi bunun demokrasiyle gerçekleşmesi, halkın iradesinin tecelli etmesi güzel bir şey. Ve bu noktada demokrasiyi halkın iradesinin tecellisi şeklinde tanımlayabiliriz. Fakat bugün ülkemizde demokrasi bir amaç olarak yorumlanıyor ve bu amaç olarak görülen demokrasi, ne yazık ki bugün Türkiye’de totaliter bir yapıyı gündemde tutuyor. Bugün Türkiye görüyoruz. Ne yazık ki demokrasi kavramı bizde tam olarak yerine oturmamıştır. S. 419
Halk iradesini tecelli şekli dediniz. Eğer demokrasi sadece bir araç olarak tanımlanabilirse; halk iradesi adına iktidara yerleşmiş düşünce demokrasinin aleyhinde işlemeye başladığında, yani totaliter özellik kazandığında, yeni totaliter özellik kazandığında da ne olacak? Kısaca tanımlamanız üzerinde konuşulduğunda; demokrasinin araç edinilmesiyle iktidara gelmiş bir totaliter rejimden vazgeçilebilmenin şartları en azından demokratik yollardan mümkün görünmüyor...
Halka rağmen iktidar olunmaz, Tarihe baktığımız zaman totaliter rejimler hep halk tarafından yıkıldığını görürüz. Eğer halk totaliter bir rejimi istiyorsa buna saygı duymalıyız. Ama rejim geldi ve halk memnun değil, bunu değiştirecek olan yine halktır.
Peki, bu değişimin aracı sizce ne olabilir?..
Yine halk. Rejimlerin hiçbiri halka rağmen orada durmaz.
70 yıllık tarihin sonunda Türkiye Cumhuriyeti’nin temek problemleri neler? 70 yıllık tarih taşıyıcısı Kemalizm, gelinen noktada kendini yenileyebilir mi? Toplumsal sorunlar karşısında yanıt verebilecek bir çekim merkezi olabilir mi?..
70 yıllık tarihinde Türkiye Cumhuriyeti katı bir üniter anlayışa sahip olmuştur. Her konuda “tekçi” olmuştur. Ve bu tek olan şeyi de kendisi seçmiştir. Hukuk halka sorulmadan bir yerden aktarılmış ve zorla halka dikta ettirilmiştir. Çağdaşlık anlayışı, ahlak anlayışı vs. Hatta Türkiye, din konusunda da aynı anlayışı seçmiş; kendisine din olarak “Kemalizm’i” almış ve başka hiçbir dine hayat hakkı tanımayarak kitlelere zorla dikta etmiştir. S. 420
Ancak hem dünyadaki değişim rüzgarları hem de halktan kopuk olan sistemlerin uzun süre yaşayamayacağı gerçeğinin ortaya çıkmasıyla yoğunluk kazanan değişim dalgası sonucu resmi ideoloji taraftar bulama hale gelmiştir.
Ne yazık ki Türkiye’nin 70 yıllık tarihi boşa harcanmış bir zamandır. Bu süre içinde halkın refah seviyesi diğer dünya devletleriyle eşit oranda artmamıştır. Temel hak ve özgürlükler konusunda Türkiye hala bir üçüncü dünya ülkesidir. Her sene ilgili dünya örgütlerince azarlanmaktadır!..
Türkiye Cumhuriyeti 1923’ten bu yana sürekli olarak bir gerileyişin içindedir. Bununu bir kaç başlık altında toplamak istiyorum; Ekonomide 1923’te dünyada altıncı sıradayız, bugün 46. Sıraya düşmüşüz. 1924 yılında 1 dolar 90 kuruş; sene 1993, 1 dolar 9 bin liranın üzerinde. Para ekonominin namusudur. Paramızın bu noktadaki durumu, bizim nereye geldiğimizin ifadesidir. O gün istihdam noktasında açığımız yokken, bugün resmi açığımız 4,5 milyondur. O günü, o günkü dünya ölçülerine; bugünü ise, bugünkü dünya ölçülerine göre değerlendirmek durumundayız. Dolaysıyla o gün fabrikamız yoktu, bugün var dememiz bir şey ifade etmez.
Ekonominin yanında ahlaki, düzenimiz bozuk. Bugün İstanbul’un göbeğinde fuhuş sektörü aldı başını gitti. Ahlak olarak çöken bir toplumun bağımsızlığını kazanması imkansızdır. Yanlışlar doğru, doğrular yanlış takdim edilmeye başladı. S. 421
Bir devlet memuru rüşvet almasını bilmiyorsa ona aptal gözüyle bakılıyor...
İlmi düzeyde büyük bir çöküntü var. Eğitim var ama üretim yok. Üniversitelerimiz düşünce üretmiyor. Resmi ideolojinin tekelinden kurtarılmış bir eğitim, öğretim programı gerekiyor.
Bir diğer sorun askeri bağımsızlığımızın da tehlikeye girmesi...
NATO’nun baskısı elimizi kolumuzu bağlıyor. Bir diğer sıkıntımızda milli bütünlüğümüzün tehlikede olması. Bunu şu şekilde açayım; resmi ideoloji ırkçı bir kişilik taşıyor, bu yapısıyla da milli bütünlüğün korunması mümkün değildir...
Şu anda Türkiye Cumhuriyeti’nde 27 etnik gurup yaşamakta. Bu 27 etnik gurubunda varlıklarının tanınması gerekmektedir. “Türkiye Türklerindir” gibi tezler yanlıştır. Türkiye, Türkiye de yaşayan herkesindir. Bir inanç birlikteliği bu insanların bütünlüğünü sağlayabilir. Aksi taktirde milli bütünlüğümüzü sağlamak mümkün değildir. Temel sorunlarımız noktasında ana başlıklar olarak bunları söyleyebiliriz.
Soru: Milli bütünlüğün korunmasından söz ettiniz. Bu değişim süreci içerisinde eğer, ülke içinde yaşayan bazı gurup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?
Recep Erdoğan’dan yanıt: “Onun kararını yine halk verecek...
Örneğin Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler...
Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir... S. 422
Soru: Bağımsızlık isterlerse, tamamen ayrılmak isterlerse...
Erdoğan: Bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar. Ama kudreti yoksa...
Soru: “Buna hakkı var mıdır? Kudretli olmayabilir...
Erdoğan: Bu hakkı kimden isteyeceği önemlidir.
Soru: Hak istenmez. O hak meşrudur ya da değildir. Burada sorulan o; meşru mudur?..
Erdoğan: Coğrafi bütünlük içerisinde evet, ama coğrafi ayrılık içerisinde hayır.
Soru: Coğrafi bütünlükten kastınız Misak-ı Milli sınırlar mı?..
Erdoğan: Ona orda hudut tayin edemem...
Soru: O zaman bu hakta meşru değildir diyorsunuz...
Erdoğan: Eyalet tarzı bir sistem içinde olabilir diyorum.
Ama bağımsız bir devlet olarak tasarlayamam diyor musunuz?
Erdoğan: Tasarlayamam. Çünkü bu coğrafyanın mücadelesini veren sadece Kürtler olmamıştır ki...
Soru: Ama o coğrafyada yaşayan insanların böyle bir talebi olduğunda... “Biz kendi kimliğimizle, bayrağımızla, Kazakistan, Kırgızistan gibi bir ülke olmak istiyoruz” derlerse, siz bu hakkı meşru bulur musunuz; bunu öğrenmek istiyorum... s. 432
Erdoğan: Onu meşru olarak görmüyorum.
Soru: Burada zikredilen milli tanım, İslam’ın ümmet kavramıyla çelişik gözükmüyor mu?.. Ayrıca bütünlüğünü çalışmaya uğraştığınız bu sınırlar içerisinde sizde söylediniz değişik etnik yapılar ve dinsel guruplar var. Bunlar hem ümmet çerçevesinde hem de milli devlet içinde nasıl düşünebiliyorsunuz?..
Erdoğan: Ümmet kavramı içerisinde düşünmüyorum ki, İslam devlet planı içinde düşünüyorum. “Adil Düzen” diye tanımladığım bir devlet çerçevesinde ele alıyoruz. Ümmetin içerisinde zaten Hristiyan’ın, Yahudi’nin olması söz konusu değil. Ama bu ümmet, Hıristiyan’la da Yahudi’yle de kendi hukuklarını belirleyerek yaşayabilir.
Soru: Türkiye Cumhuriyeti’nin 70 yıl sonunda karşısına çıkan temel problemleri kendinize göre ifade ettiniz ve resmî ideolojinin altını çizdiniz. Resmi ideolojinin izdüşümü olarak görülen Kemalizm gelinen noktada kendini yeniden üretebilir mi; toplumsal sorunlara yanıt verebilir mi?..
Erdoğan: Gelinen 70 yıllık sürenin sonunda Türkiye’nin GSMH’si ne yazık ki bir Japon firmasının, bir İTT’nin yıllık cirosundan daha azdır. Yani Japonların veya Amerikalıların milyonu dahi bulmayan bir insan topluluğu ile gerçekleştirdiği üretimi Türkiye 60 milyonla başaramamaktadır. Bunun suçlusu halk değil rejimdir. Gelinen bu noktada; Türkiye tam bir kaosla karşı karşıya. Rejim tıkanmıştır, çürümüştür, etrafa rahatsız edici kokular salmaktadır. Kimsenin rejime güveni kalmamıştır. Bu nedenle Türkiye’de bizzat rejimin kurum ve kuruluşlarında her şey illegal olarak işlemektedir. Örneğin: Her yıl Milli Eğitim Bakanı, okullara yeni kayıtlarda ücret almayacağını söyler ama, hiçbir aile para vermeden kayıt yaptıramaz. Esnaf vergisini dahi rüşvetsiz yatıramaz. Vs. S. 424
Bütün bunlardan sonra Türkiye’nin yarınında artık “Kemalizm’e” veya başkaca herhangi bir resmi ideolojiye yer yoktur. Kemalizm’in yeniden kendisini üretmesi söz konusu değildir. Çünkü böyle bir altyapıya ve argümanlara sahip değildir. Aradan 70 yıl geçti. Artık militarist ve sivil bürokrasi, “devleti biz kurduk, korumak ve kollamak görevi de bizimdir” diyemez. Çünkü insanlar böyle bir devleti istemiyorlar.
Bu bağlamda Kemalizm kendini yeniden üretmesi söz konusu değildir. 2000’li yılların dünyasında ve büyük dünya ailesinin bir birimi olan Türkiye’de artık Kemalizm’e ve Kemalizm benzeri rejimlere, sistemlere yer yoktur. Eğer rejim, bu yeni şartlara, zaman ve mekana uygun yeni bir sistem geliştirse, bu Kemalizm’in yeniden kendisini üretmesi olmayacaktır. Artık o başka bir sistemdir. Ve hatta bu tür arayışlar da mevcuttur...
Soru: Değişim taleplerini ve 2. Cumhuriyet tanımlamasının argümanlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?.. Erdoğan: Yukarda artık Kemalizm’in devrini tamamladığını ve kendisini yeniden üretmesinin söz konusu olmadığını söylerken, insanların farklı bir sistem arayışı içinde olduğunu söylemiştik. İşte bu noktada sisteme ilişkin yeni ve evrensel bir kavramla karşı karşıya kalıyoruz. “Değişim” s. 425
Özellikle 8. Cumhurbaşkanı Özal’ın ölümüyle geriye doğru göndermeler yapılarak konuşulan ama elitler ve okumuşlar katmanında daha önceden tartışılmaya başlanan bir kavram, “Değişim”
Biz bu kavrama iki yönden yaklaşmanın uygun olacağına inanıyoruz...
Birincisi: Kelimenin bizzat lügat anlamı açısından. Eğer değişim doğada ve insan hayatında şu anın dünyada, yarının bugünden farklı olacağını, olması lazımlığı anlamak için kullanılıyorsa; inanıyoruz ki herkesin değişimden yana olması gerekir. Çünkü doğada hiçbir şey sabit ve muhkem değildir. Az önce akan suyla bu su, az önce esen rüzgarla bu rüzgar, az önce nefes aldığım havayla bıraktığım hava aynı şey değildir. Evrenin yapısı sürekli değişim ve hareket üzerinedir. Bu anlayış bize inancımızın sıkı sıkıya tembihlediği bir şeydir. Allah’ın “ol” emri (ki her şey o emir mucidindedir) hem “küllidir” hem de “süreklidir” Yani her an yeniden yaratılır ve birbirinden farklıdır. Yine Peygamberimizin biz Müslümanlarca çok önem verdiği bir söz de şöyledir: “bir günü bir gününe eşit olan zarardadır”
Bizim kendi inanç kaynaklarımızdan daha birçok örnek gösterebiliriz. Ancak uzatmamak için bu kadarla yetinerek şunları da söylemek istiyorum: Değişim her zaman tekamül değildir. Arzulanan tekamülle örtüşen bir değişimdir. Ama pratik her zaman böyle olmaz, olmamışta.
İkinci nokta; değişim kavramının bugünkü kullanılışı daha farklı boyutlar içermektedir. Her şeyden önce felsefi bir yönü vardır. Öyleyse bu felsefi düşüncenin kavranması gerekir. Bu konudaki düşüncemizi birkaç madde halinde özetlemeye çalışırsak:
1- Kavram bizim üretimimiz olmayıp dışımızda bir oluşumunun bize dayatmasıdır.
2- Batı her ne kadar dün “demokrasi insanlığın ulaşabileceği en faziletli sistemdir” demişse de bugün demokrasi de dahil bütün sistemlerde bir tıkanma vardır. Batı kendini yenileyebilmek, dünya hakimiyetini devam ettirebilmek için yeni kavramlar üretmektedir. En son üretimleri ise budur.
3- Bu özellikleri ile ve radikal değişimcileri söyleyişi biçimleri ile “değişim” yeni bir din söylemidir. Çünkü insanlar kalın çizgilerle en üst belirleyici olarak “değişimden yana olmak” ve “değişime karşı çıkmak-statükoculuk” biçiminde ikiye ayrılmaktadır. Oysa bir Müslümanlar için din “İslam’dır” En üst belirleyici İslam’ın ilkeleridir...
Bu mülahazalara baktığımızda son yıllarda çokça gündeme gelen “İkinci Cumhuriyet”, “Yeni Osmanlıcılık”, “Tarih ile Barışmak” gibi söylemler farklı bakışımız ve değerlendirmelerimiz vardır. Bu değerlendirme toptancı bir bakış değildir. Ne toptan ret ne de körü körüne angaje olmak bizim tavrımız olamaz.
Soru: 2. Cumhuriyetin temel argümanlarından birisi devletin ekonomideki payının azaltılması ve serbest piyasa ekonomisi. Bu arada iktisadi liberalizasyonu siyasi liberasyonu da beraberinde getireceği düşünülüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?..
Erdoğan: Özellikle Mehmet Altan’ın başını çektiği 2. Cumhuriyet “Batılaşma süreci” içerisinde bir harekettir. Batılılaşma dün Kemalist olmayı ve sosyalist olmayı gerektirirken bugün 2. Cumhuriyetçi olmayı gerektirmektedir. Kaldı ki, 70 yıllık tarihimizi “cumhuriyet” olarak kabul eder ve rakamlarsak bu sayının ikiden çok olması gerekir. Her şeyden önce 1. Meclis her yönüyle farklı bir dönemdir. 2. Meclis’le çok partili döneme kadar olan süre 2. aşamadır. DP iktidarı, 60 ihtilaline kadar ayrı bir özellik arz eder ve 3. Olarak nitelenme hakkı vardır. 1960-83 arası “Dördüncü Cumhuriyet” olarak numaralarsak, bu döneme de “Beşinci Cumhuriyet” diyebiliriz. S. 427-28
Ancak yine de gerek 2. Cumhuriyetçilerin gerek Yeni Osmanlıcıların, toplumun düşünce ufuklarının genişlemesi, haklarının farkına varması ve bir kimlik arayışı içine girerek geçmişsiz, geleneksiz kimlik kazanmanın imkansızlığını görmesi açısından büyük faydalar olmuştur. Bu sağlıklı bir gelişme olup bunu içeren değişimden yana olmak bir zorunluluktur...
Yeniden Türkiye’deki, değişim isteklerine dönelim. Yeni Dünya Düzeni diye bir kavram sıkça telaffuz edilmeye başladı. Yeni Dünya Düzeninden söz edilebilir mi? Böyle bir düzen bizim karşımıza nasıl çıkacaktır? Ne yazık ki Türkiye’deki değişim talepleri, “Yeni Dünya Düzeni” talepleri ile paralellik içindedir. Bu bir nakısadır. Çünkü Yeni Dünya Düzeni uğruna ölünecek bir hülya değildir. Dünya egemen sistemin bulaştığı patronaj biçimidir. Dün, iki başlık içinde sürdürülen bu sistem son değişimle birlikte tek başlılığa dönüştürülmektedir...
Yeni Dünya düzeninde ana espri hiç bir ülkenin tek başına ayakta kalmasına yetecek güçte ve kendi kendine yeter özellikte olmaması; aynı zamanda da, komşu olan ülkeler için, her ülkenin birbirleri ile sorunlarının olmasıdır. Bu sayede her ülke, geleceği için “büyük abiye” muhtaç olmakta ve ona bağımlı kalmakta. Bizim açımızdan önemli bir başka konuda “büyük abi” ailesini oluşturan devletlerin tamamının Hıristiyan olmalarıdır ve ısrarla Müslüman ülkelerde istikrarsızlık ve iktidarsızlık peşinde koşmalarıdır. S. 428
Soru: İktisadi liberasyonun siyasi liberasyonda beraberinde getireceğini düşünüyor muşunuz?
Erdoğan: Ben gereğine inanmıyorum. Eğer siyasi liberasyon olursa ekonomide de liberasyon olacaktır. Öncelikle siyaseti serbest bırakılması gerekmektedir.
Soru: Ama netice olarak siz ekonomik yapıda serbest piyasa ilişkilerinden yanasınız, onu savunuyorsunuz...
Erdoğan: Serbest piyasayı savunuyorum.
Soru: Bu bağlamda da kapitaliz mi savunmuş olmuyor musunuz?..
Erdoğan: Hayır. Kapitalizmde bugün serbest piyasa ekonomisi kesinlikle yok. Güdümlü serbest piyasa onlar.
Soru: Benim açmaya çalıştığım bu ülkedeki işleyiş değil. Doktriner olarak soruyorum. Siz kapitalist üretim ilişkilerinden yana mısınız?
Erdoğan: Kapitalist üretim ilişkilerinden yana değilim. Ancak İslami anlayışta da kesinlikle sınır koymak mümkün değildir. Yani ne fiyatlara sınır koyabilirsin ne üretime. Çünkü orada ahlak esastır. Nedir o? “Emrolunduğu gibi dosdoğru ol” Üretimde çürüğü sağlam diye taktim edemezsin, en iyisini yapmaya mecbursun. Kapitalizmin böyle bir kuralı yok ki. Dolaysıyla kapitalist üretimdeki serbest piyasa diye ortaya konulan olay eksiktir. S. 429
Soru: Şimdi düşünelim; bizde üretilen Tofaşların Almanya’da satılma şansı var mı? O çürük çarık malın Almaya pazarında satılma şansı yok. Alman pazarında savaşan otoların hepsi birbirinden kaliteli. Bu da “İslam dosdoğru ol” ilkesine denk düşüyor. Yani piyasa o ülkeyi yaşama geçiriyor.
Erdoğan: Kapitalizm bunu İslam’dan almıştır. Diyor.
Soru: Değişim tartışmaları yapılırken birbiriyle ilişkili iki değişik açılım daha ortaya çıktı. Bir tanesi Türkiye’nin emperyal bir vizyona sahip olabileceği iddiasını taşıyordu, buna bağlı olarak Neo-Osmanlılık tartışması yapıldı. Bu konuda ne diyeceksiniz?
Erdoğan: Türkiye’nin emperyal bir vizyon taşıyacak bir gücü vardır. Hatta eğer Türkiye, 2000’li yılların dünya ailesinde saygın bir üye olarak yer almak istiyorsa (ki istemelidir) emperyal bir vizyon üstlenmeye mahkumdur. Bu mahkumiyetin gerçekleri tarihindedir, coğrafyasındadır, etnik yapısındadır.
Yetişmiş elemen gücü, genç nüfus Türkiye’yi bu yönde zorlamaktadır. Hatta böyle bir vizyon üstlenmiş Türkiye, bu vizyonun kapsamına girecek diğer ülkeler ve insanlar içinde tek kurtuluş kapısıdır. Bu nedenle biz hem dünya vatandaşı olarak hem Müslüman olarak hem Ortadoğulu olarak hem de tüm ezilmişler olarak Türkiye’yi çok önemsiyoruz ve zaten “Türkiyeliler olmakta” buna mecburuz. S. 430
Soru: Başkanlık sistemi için neler söyleyeceksiniz?
Erdoğan: Türkiye şimdilik buna hazır değil. Başkanlık sisteminin ortaya çıkışı bir özentinin sonucu ya da Amerikan emperyalizminin bize bir tavsiyesi. Bunun oluşması için siyasette serbestte serbest piyasanın oluşması lazım.
Soru: Peki son olarak konu dağılacak ama demokrasi ve İslam hukuku noktasında bir şeyler sormak istiyorum. İnsanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı?
Erdoğan: Sormak istediğiniz şeyi anlıyorum. Sorunuzu öncelikle tarafız biri olarak hatta teknik bir anlayışla yaklaşmak istiyorum. Sorunuzun ikinci kısmında insanların benimsedikleri hukuk anlayışını terk etme gibi bir şansları var mı diyorsunuz? Bu soruya olumsuz cevap vermek (garipsediğimi söyleyerek belirteyim ki sizin sorunuzun içinde kendi cevabınızı bu yönde olduğunu dair şeyler seziyorum) her şeyden önce insanı bir varlık olarak tanımadığımızı ya da günümüz Türkiyelilerin hafife aldığımızı gösterir. İnsanların benimsedikleri bir şeyi terk etme şansı niçin olmasın? O zaman yukarda sözünü ettiğimiz değişimin hiçbir anlamı kalmaz. Eğer bugünün Türkiye’sinde yaşayan, sözüm ona laikliği benimsemiş inananların bu anlayışını terk edip İslami bir anlayışa ve hukuka geçmeleri mümkün müdür diye sormak istiyorsanız, öncelikle şunu hatırlatmak isterim: Bu insanların atalarının 100 yıl önce 200 yıl önce hangi hukuk sisteminde yaşıyorlardı.? Bugünkü hukuk sistemini kabullenmeleri ve adapta olmaları nelerin pahasına, hangi yöntemler gerçekleştirildi.? Bundan 30 sene önce halkın İslam’a ilgisi ne kadardı, bugün hangi seviyede? Biz inanıyoruz ki Türkiye’de insanların hemen hemen tamamı gerek varlık olarak fıtratları gereği gerekse üzerinde yaşadıkları coğrafya ve tarihi misyon gereği zaten Müslümandırlar. Ancak bu özelliklerini ortaya koymaları engellenmiştir. Cebri yollarla bastırılmıştır. Eğer insanların beyinlerindeki, ipotekleri kaldırırsak onlar kendiliğinde İslam’ı seçeceklerdir. Çünkü özlerinde inanç vardır. S. 431
Bu arada, biz inancımızı ve dinimizi başka sistemlerle mukayese etmekten hoşlanmasak da sorunuzu cevapsız bırakmamak için demokrasi ve İslam noktasında da özetle düşüncelerimi söyleyeyim:
Biz Türkiyelilere ve insanlığa diyoruz ki, bu konuda gerek teorik gerek pratik referanslarımız sayılamayacak kadar çoktur. Uzun sayılacak bir süredir Müslümanlar bir fetret devri yaşamışlardır. Bu nedenle Müslümanlar inançlarını, düşüncelerini çağın diline uygun bir söylemle ve çağdaş bir insanın algılayabileceği bir biçimde ortaya koyamamışlardır. Buna belki iç fetretten daha çok dış dayatmalar, tuzaklar, hileler etkili olmuştur. Burada sırf Müslümanlara reva görülenleri hatırlatmak yeterlidir. İstiklal Mahkemeleri vasıtası ile kurulan darağaçlarında kimlerin ve hangi suçlamayla idam edildiğini nasıl izah edecekler?
Tevhid-i Tedrisat kanunu nelerin önünü tıkamak, nelerin önünü açmak içindi? Harf İnkılabı vasıtası ile bir ülkenin tamamının bir anda sıfır okuryazar seviyesine indirgenmesi kimlere yaramıştır? Bir fazilet rejimi olarak takdim edilen demokrasinin ana özelliği çoğunluğu elde etmektir. Yani %51, %49’a tahakküm eder. Oysa bize göre %99’un, %1 üzerinde dahi tahakküm kurma hakkı yoktur. Bir ferdin dahi, bir ülke menfaati için hakları elinden alınmaz. Bizim geçmişimiz bunun referansları ile doludur. S. 432.
Kaynak: Metin Sever ve Cem Dizdar, “Yeni Arayışlar, Yeni Yönelimler, 2. Cumhuriyet Tartışmaları” Başak Yayınları 1993, s. 417’den 432’ye kadar.
Recep Erdoğan, “Demokrasiyi “Amaca Ulaşılan Araç” Olarak
Görüyor