BATIYA UYUM SAĞLAMAK
ve NORVEÇ
Norveç Meclis Binası
Norveçlide
huydur. Kısa bir tanışma ve selamlaşmasından sonra ilk tanıştığı yabancıya, ilk
sorusu şöyle olur: “Norveç’i seviyor musun? Norveç hoşuna gidiyor mu? Norveç’te
iyi yemekler var, karnın doyuyor mu?” gibi acıma hissi veren sözler. Bir bakıma da ince bir varlık göstergesi
olarak böbürlenmek maksatlı söylenen sözler.
Karnınız
doyuyor mu? İyi yemekler yiyor musunuz soruları soran Norveçliler acıma
duygularını mahcup bir biçimde yansıtırlardı önceleri. Böylesi acıma duyguları
mahcup bir biçimde sorulması zamanla sorulmaz olmuştur. Yerini sert tavırlı;
iğrenir sorulara bırakmıştır. “Neye geldin Norveç’e, ben senin ülkene gidiyor
muyum” gibi vs.
1980’lerden
sonra değişen dünyadan etkilenen Türkler, ulusal olmaları ile İslamcı olmaları
arasında tercih etmeleri gerekliliğini hissettiler. Önceleri Norveç’te güçlü
bir biçimde faaliyet gösteren ulusal kültür derneklerini, cami-cemaat ve
tarikatların egemenliğindeki dernekler bir-bir yuttu ve denetimleri altına
aldılar.
Norveç’te
İslam-i usullere göre yaşam tarzı, Türkiye de ki İslam-i yaşam tarzından farklı
olarak gelişti. Köy kökenli Türk göçmen işçiler, Norveç’te geleneksel Anadolu
İslam inancından farklı bir İslam inancına doğru kaydı. Küresel dünya da
İslam-i düşüncede bölgelere göre gelişmiş İslam’ı küreselleştirdi.
Norveç’ten
kaçışla, Norveç’i ilk özleyiş arasındaki denge, alışılagelmiş eğitim düzeyi ve
ata kültürü arasında olmaktadır. Türkiye’den gelin gelmiş genç kadın, ülkesinde
daha iyi, anlaşılabilir durumdayken, hayallerinde yaşattığı Norveç’e hevesle
gelin gelmiş, daha iyi ve güzel günler umudu, kısa sürede ıstıraba dönüşerek
buhranlı günlerin başlamasına neden olmaktadır. Norveç’e gelin gelip de
umduğunu bulamamış, hayallerinde yaşattığı Norveç ıstıraba dönüşmüş
gelin-kadınlar ile Norveç’te doğmuş, Norveç kültürüyle iç içe kaynaşmış kızlar
arasındaki farklılıklar vardır.
Örneğin
Norveç’te doğup, büyümüş bir Türk genci Türkiye’den gelin getirmede ne gibi
etkiler var derseniz; anne-babanın güçlü rol oynaması sonucundan
kaynaklanmakta. 18 yaşına bile gelmemiş çocuğunu tedirgin olarak evlenmesini
sağlamaktadır. Bu panik hava, anneyi, babayı: “çocuğum kötü yola düşmeden baş-göz etme” gibi dengesiz, sığ düşünceler, geniş aile
bağları, geniş aile içindeki konumu, yeni gelen gelin için bir kıyıda salt
emreden büyüklerin sözlerine uymakla yükümlendirilir. Bu geniş aile öylesine
geniş ki, bir kısmı Norveç’te ana-baba-kardeşler ve ya amca, teyze, hala
olurken, Türkiye’de büyük baba, büyük anne, hala, teyzeler vardır. Dahi
böylesine geniş aile bu yeni evli çekirdek aile oluşumunun içinde olurlar; hal
ve hareketlerine müdahale ederler.
Oslo Belediyesi
Gelin
ya da damat, ana-babanın doğup büyüdüğü kasabadan olması başta tercihtir. Damat
ya da gelin, iyi bilinen akrabalardan seçilmesi ile emrivaki yapılıp ki
kız-oğlan tanıştırılmaları sonucu, aileler arası pazarlıklar başlıyor. Hiç
kimse gelin adayına ve damat adayına tercihleri ne sorulmuyor. Eğer evlenecek
taraflardan birinin itirazı olursa, araya girip genelde mutlak ikna edilir “Nikâhta keramet vardır” denerek, işi oldubittiye getiriyorlar. Daha
ne gelin adayı damat adayını iyi tanımıştır, ne de damat adayı gelini.
Dahi
gönülsüz evliliklerden dolayı ana-baba “ilk çocukları doğduğunda bir birlerini severler” diye bir ters inanç var ki, bu daha çok
bağımlılığı ve isteksizliğin içe doğru kapanıklığa doğru yol aldığının farkına
varmıyorlar... Çocuklarına hükmeden ana-baba, onların nerdeyse yatak
ilişkilerine bile müdahale ediyorlar: “haydin ne durursunuz? Bir torun verin kucağımıza” diye istekte bulunurlar.
17 Mayıs, Norveç'in milli gününde çocuklar
Kız
ve damadın evliliklerinin ilk altı ayı, bir birlerini iyi tanımayan damat ve
gelin uyumsuzluğu aile içinde hissedilince, doğacak olan bir çocuğun, bütün
huzursuzlukların sonu olacağı inancı ile Norveç’e gelin gelen kadın, ilk
çocuğunu evliliklerinin ilk yıl içinde doğurur. Beklenen sonuç olmaz, işler
karma karışık hale gelir, sarpa sarar, sonra uyumsuzluğa bir de ortak çocuk
alet edilir, olan o yeni doğan çocuğa olur.
Geniş
ailede bir torunun doğması, dengeler istenilen dengeye oturtmuyor bazen. Tersi;
ailede bitmez tükenmez acıların, derinleşen sancıları kangrene dönüşmüş, azap
veren evlilik, eşini sevmiyor, her cinsel ilişkiden acı duyuyor, kadının daha
da nefretini artırıyor, dünyaya ve yaşama küsüyor ama çocuğundan da ayrılmak
istemiyor. Zaten ayrılsa da akraba evliliğinden, akraba aileler arası açılıyor,
köklü gelenekler bozuluyor. Kadın, ya katlanıyor ya da karşı koyuyor ama geniş
aile ilişkilerinde “bozguncu” olarak
kınanıyor.
İş
böyle olunca, acılı ve ıstıraplı yılların geçeceği hayata katlanan kadınlar
genelde, Norveç’e sağlıklı gelin geliyorlar. Sonra çok genç yaşlarda
vücutlarında bilinmeyen ağrılar oluşuyor, kendini tam anlamıyla açığa vurup,
mutsuzluğunu ifade edemiyor. Birileri çıkıp da bir psikoloğa götürme akıllarına
gelmiyor.
Kadın’ın
tek başına boşanmaya kalkması yeterli değildir, böyle bir hakkı da yoktur.
Kadın salt kocadan boşanmıyor. Akraba olduklarından, iki tarafın bütün
fertlerinden boşanmış oluyor. Orada kanunlardan çok, törelerin verdiği cezai
müeyyideler vardır. Kadın dışlanıyor, iyi gözle bakılmıyor, kendi ailesi bile
dışlıyor. Ondandır her kadının boşanarak bedel ödemeyi göze alamıyor.
Mutsuz;
cinselliğin güzel yanını tatmayan kadın, cinsel doyuma ulaştırmayan erkek,
kendine bağlı, çocuklarının annesi, evinin hizmetçisi, arada bir döveceği,
söveceği bir yaratık olarak davranma hakkını kendinde saklı ‘hak’ olarak şiddet
kullanmaya başlıyor. Bazen aile içinde ki bu tür huzursuzluklar, aile içinde
sır olarak kalıyor. Aile içi sır kalan olaylar:
“kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla kadının çektiği acılar bir muamma olarak açığa çıkmadan
kalabiliyor.
O nedenle, bazı istisna kadınlar, ıstıraba dönen Norveç’te yaşamını sürdürmekten
başka çaresi kalmadığından, Norveç’e evlenerek geldiği için en az Norveç’te üç
yıl oturumlu olması gerektiğini bildiğinden, Norveç’te en az üç yılı zor kanat
tamamlamak ve ilacın, kocasından ayrılıp çocuğunu da yanına alarak kendi
iradesinde kalmak olduğunu biliyorlar. Pek çok kadın için Nefrete dönüşen
Norveç yaşantısını ıstıraplı evliliğini son ettikten sonra ıstıraplı yaşamını
mutluluğa çevirerek yaşamın tadını çıkartmaya bakıyor.
Norveç’te her
psikoloğun çözebileceği bir olgu değildir
Norveç’te
yaşayan Türk toplumu içinde küresel bir İslam anlayışıyla yetişen nesiller ile
ata yurtlarındaki geleneksel-yerel İslam anlayışı arasında farklılıklar var. Ne
kadar uygar bir ülkede doğmuş ve yetişmiş olurlarsa olsunlar, kadına egemen
olma içgüdüsü içinde erkek toplulukları vardır. Yaşadığı Norveç’in ne medeni
uygarlığına doğrudan bağlı ne de ata yurdu olan medeni kanunlarına. Pek çok
kişi evliliklerle, “belki daha iyi mutlu
olurum” diye Norveç’e gelin geliyor ama
birden hayatı cehenneme dönüşüyor. Yetiştiği geleneksel kültürden çok farklı
disiplinli bir İslam kültürüyle karşılaşıyor...
Norveç’e
Türkiye’den gelin gelenlerin yaş ortalaması 17- 22 arasıdır genelde. Doğduğu
ülkede, geleneksel kültürden gelin mutluydu. Sonra evlilikle dayatmacı bir
kültürle karşılaşıyor, depresyona giriyor. Organ gerilmesi ile isteksiz cinsel
haz nefretle birleştikçe kocaya isteksiz yatakta hizmet etmesi delirtiyor,
ruhsal olarak çöküyor.
Türk
aileler arasında tutucu geleneklere birde küreselleşmiş disiplinli İslam-i
geleneklerde eklenirse kadına hiçbir özgürlük falan verilmez. Geldiği ülkesinde
özgürdü ama geldiği Norveç’te özgürlüğü elinden kocası ve kayınbaba ve
kaynanası tarafından gasp edilmiş oluyor. Özünde mutsuz olan kadın, bastırılmış
istemlerden dolayı öz benliğinden uzak yaşar halde, “Mutsuzum” deme şansını bile elinden alırlar; yasaktır.
Sağlıksız
bir ruh hali ile yaşar... Türk kadını, modern Avrupa da ayrımcılığı iki yönlü
görüyor. İşte, sokakta yerel halkın gözünde ayrımcılığa tabi olurken evine
geliyor, eşinden ikinci bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyor.
El
değmemiş kız olarak Norveç’e ithal gelin geliyor. 3 yıl içinde ıstıraba dönüşen
evlilikle Norveç’te tutunabilen gelin eşinden ayrılıp kalıyor hürriyetiyle.
Bazı hallerde bazı kadınlar Tutunamayan gelin, psikolojisi bozulmuş bir dul
kadın olarak Türkiye’ye dönüyor.
NOT: Bu yazılan
görüşlerim, gördüklerim ve araştırmalarım geneli teşkil etmez ama genele yakın
manzaralardır.
Batılılar ile
Müslümanlar arasındaki uyumsuzlukların nedeni
Yabancılar
hakkında çok Avrupalı idari memurlar olsun, bürokratlar olsun söylemek isteyip
de söyleyemedikleri sözler vardır. Söylemek isteyip de söyleyememelerine engel,
geçmişteki yaptıkları İkinci Dünya Savaşı içindeki utanılacak faşizan
nedenleridir...
Örneğin
bunlardan bazen dışa vuran tepkiler görülmektedir. Almanya merkez Bankası Yönetim
Kurulu Üyesi Thilo Sarrozin, göçmenlere yönelik küçük düşürücü, ırkçı
sözleri: “Türklerden ancak manav olur.
Sürekli başörtülü kızlar üretiyorlar”
demesinin açıkça deniş biçimidir. Böylesi sözleri Alman Kamuoyunun
yarıdan fazlası benzer biçimde düşündüğü herkesin malumu. Lakin onları tutuk
bırakan yakın geçmişin lekeli izleridir.
Birde
biz özeleştiri yapmak zorundayız... Malumun ilanı. AKP ile seri üretime geçen
başörtüsü fabrikaları ve başörtülüler devleti yönetenlerin halleri değil mi?
Parklara dikilen Taştan mermerden, bakırdan, bronzdan yapılmış sanat eseri
heykelleri cinsel objeler olarak gören bir zihniyet var ortada. Sürekli yanlış,
geri kültür telkin edilmekte gençlere: “manav, bahçıvan, kasap, sucukçu, hizmetçi, kapı bekçisi, temizlikçi gibi
geri hizmetlerde çalıştırılmak üzere yetiştirilen nesillere, elin adamı elbette
hakarete varan sözler sarf eder...
Gerçekler
göz önünde; Türban Anadolu’dan Avrupa’ya nasıl taşınıyor? Avrupa’nın değişik
kentlerine Türkiye’den kalkan uçaklar da görünüm bir kanıttır. 40 yılın
üzerinde Avrupa da ailecek yaşadığı halde, kılık kıyafetiyle 40 yıl öncesi köy
yaşantısını bir türlü bırakmadığını görürüz. Başörtülü, Anadolu’da ki köy
giysisi olan basma şalvarlı karısı yanında, kendisi hayli Avrupai giyimli kişi.
Erkek bir nebze olsun Avrupai giyime uyarken karısını 40 yıl önceki Anadolu
karısı gibi Avrupa şehirlerinde dolaştırmakta...
Türklerin
Avrupa’da en iyi üretimleri çocuktur. Onu da “Allah verdi” derler...
Aslında;
Avrupalı Türkleri sosyolojik olarak iki topluma ayırabiliriz.
Birincisindekiler, geleneklerini sürdürenler. Ötekilerde, çağdaşlaşmış, uygar,
Avrupa’ya ayak uydurabilenler. İkincisi ki, pek fark edilmezler Avrupalı
yerlilerden, geleneksel Türklerle pek iletişim ilişkileri olmaz, değişim içinde
olmayan Türklerden kendilerini ayırtırlar. Yani geleneksel tavırlı Türklere bir
yerli Avrupalı kadar yakın değillerdir, soyutlanmışlardır...
Avrupa
da Türk imajını belirleyen Türkler, geleneksel tavırlarıyla, Anadolu’daki
bırakıp geldikleri bölge insanlarından çok daha geridedirler. Ülkelerine
döndüklerinde kendilerini kat ve kat aştıklarını gördükleri köylülerine
şaşırırlar, hatta üstünlüklerini ispatlama aracı olarak dine sarılırlar ve
dinden ders vermeye bile katlıkları görülür, rezil olurlar.
Yerinde
ve haklı tespitlerden kaçınılmaz. Türkler, Türkleri değişik yaşam
farlılıklarıyla ve bazı ne Batılı gibi olmuş ne de Türk kalmış halleriyle
alçaltıyor. Bu davranış biçimleriyle Avrupalı Türkleri, Türkiye’deki Türkler
bile sevmezler. Örneğin, Avrupa’da sokaklarda kendi aralarında Türkçe
konuşurlarken, Türkiye’de tatil yaparlarken kendi aralarında Norveççe vs.
konuşurlar. Kişiliğini bulamamış çifte standartlı hal, Norveç’te Norveçlileri
kızdırıyor Türkiye’de de Avrupalı Türkleri sevimsiz yapıyor.
Yıllarca
Doğuda Batı medeniyeti fazla abartılmıştır. İslam medeniyeti ise rüştünü
kanıtlayamadı, eli silahlı cihadı imajlılar ile kendini köreltti; Batı bundan
korkar hale geldi. Batının çirkin tarafı
karanlıkta kalan yüzüydü, ışık vurunca göründü. Avrupa’da en uygar ülkesi
olarak bilinen İsviçre’de 2009 yılı sonlarına doğru yapılan “Cami yapılsın mı, yapılmasın mı” referandumundan ret çıkmıştır. Kendilerine
göre medeniyet, minareli ibadethaneler de ibadet edelere layık olduğu
görülmemiştir.
Batının
kendine has tek bir medeniyeti Hıristiyanlık karşısında, İslam medeniyetinin
damgasını hiç görmek istemezler. O damga Avrupalılar için Müslüman kimliğin
simgesi olan minare ve başında bulunan hilaldir. İbadethaneler değildir...
Müslümanları
zor durumda bırakan konunun başı, gittiği Batı ülkelerinin şartlarına göre
uymak istemiyorlar; o ülkeleri kendilerinin şartlarına uysunlar istiyorlar.
Batı ülkelerinde yaşayan yerli halkta bunu fark ediyor ve tepkisini
uygarlığının dışına çıkarak koyuyor.
Avrupa,
azınlıklara hoşgörü uygarlığı minare olayında açığa çıkmıştır. Türkiye de
AKP’yi seçmiş olan objeler, bugün İsviçre’deki minare dikersin, dikemezsin
referandum olayıyla karşılaştırın. Batı da iktidarlarda dini objeleri
kullanarak iktidara gelmektedirler...
Norveç’te yaşayan Müslümanlara İmamdan dini telkinlerden bir örnek
verirsek orada: Süleymancılar
cemaatine mensup bir imam (adı bende gizli) Norveç-Drammen şehrinde bir dini
toplantıda kuzu gibi dinleyen cemaate şöyle hitap ediyor: “...Bunlar (Müslüman olmayanlara dair)
Allahsız, dinsiz, yıkanmazlar, koltuk altı kıllarını temizlemezler, leş gibi
kokarlar. Bu imansızlar cehennemlikler, onları cehennem ateşi yakacaktır.” Vaaz-ı nasihat eder. Bu sözleri dinleyenler
arasında oldukça çok Norveç’te doğmuş, orada büyümüz, oranın okullarında okumuş
gençlerde vardı ama asla sorgulayan, eleştirenlerden olmayışları acayip...
Sonuçta
başkalarına hoşgörülü toplum olmamanın acısı, sorgulama ve eleştirme yeteneği
köreltilmiş kişilerde kontrol başkasında oluyor. Olmasaydı “Müslümanlara hakaret etti” diye Hollandalı
film yönetmeni Theo Van Gogh’u bir Faslı katil tarafından öldürülür mü?
Gerçekten hoşgörü sahibi Müslümanlara böyle bir günahı ortak eder mi?
Uygarlık
hak edenler içindir. Uygarlığı hak etmeyenler için, uygarlık adına uğraşılar en
tehlikeli iştir. İslam ülkelerinde iktidarları elinde tutanlar, muhalifleri her
zaman potansiyel tehlike” olarak görür
Dahi muhalif sivil toplum örgütlerini de “potansiyel suç örgütleri” olarak
görürler; baskıdan, kovuşturmadan başlarını sığınaklarından dışa
çıkaramazlar...
Doğu İnsanın
Miskinliği
Doğu
insanı hep böyledir. Kin ve nefretleri vicdanları saran bir kanserdir. Doğuda
kin, hıyanete kadar götürür bazen insanları. Kin güdenler, geçmişin basit
meselelerini hep büyüterek günümüze taşırlar. Eskinin masalımsı hikâyeleri “tarihi hatıralar” diye halka dayatırlar.
Çağa ayak uyduramayanlar parlayan ışığın şavkını söndürmeye çalışırlar. Sanırım geleceğin Avrupa’sı böyle bir
karakterle şekillenecek...
İslam
ülkelerinde kin kusan cami imamları çoktur; kin kusan vaazlar verirler...
Müslümanları köktenciliğe iten “ilahi” sözler ABD ve Batı için
pek yararlı değildir. Değişik İslam ülkelerinden Batı kentlerini mekân tutmuş
radikal ve siyasal İslamcılar için, camilerde dönen para cazibelidir. Kuran
kursları adı altında toplanan paralar iç edilerek yandaş siyasi partilerle
paylaşılmakta. Kara para aklama işi ise çok denetimsiz gelişen Avrupa
kentlerindeki camiler, bazı sahtekârların kazanç sektörü haline gelmiştir.
Parası iç edilen halka da “Allah
korkusu” telkin edilerek susturulmuş ve
egemenlikleri altına almışlardır.
Batı
kentlerinde gelişen denetimsiz cami sektörü içinde, “Batıyı kendi silahlarıyla
vurmalıyız” diye bir felsefeleri vardır.
Yani, siyasi İslamcıların sevdikleri şey Batılıların salt paralarıdır.
Batılıları kendi silahıyla vurma hedefinde önce paralarına sahip olma vardır.
Avrupa ülkelerinde camiler salt ibadetgâhlar olarak değildir; siyasi sömürü,
maddi sömürü dahi kendi egemenlikleri altında gerektiğinde tehdit ve şiddete
yöneltme ve teröre entegre (bütünleşme) etmek gibi hallerde kullanmak
maksadıyla güç oluşturmak niyetidir.
Denetimden
uzak Avrupa camilerinde cemaatlerin hareketlerine bazı hallerde yerel
hükümetler yardımcı olduklarına şahidiz. Bunu yapan ülkeler içinde en çok
Almanya’dır. Radikal Müslümanların geldikleri kendi has ülkeleri hakkında
olumsuz faaliyetleri geçici olarak Almanları neşelendirebilir. Elbette bir gün
o silah kendilerini de vurduğunda iş işten çoktan geçmiş olur.
Genelde
Cuma günleri, hutbelerde hiçbir denetime uğramadan imamlar; denetimsiz
camilerde dehşet verici vaazlarla Müslümanları kin ve nefrete kışkırtmaktalar.
Avrupa camilerinde görev yapan imamlar genelde cahiller, bir tarikatın ya da
bir cemaatin emir ve görüşlerine biat etmiş kişilerden seçilmektedir. Bunların
çoğunun finansını Suudi Arabistan kökenli “Rabıta” denen bir İslamcı örgüt
tarafından sağlandığı gerçeği var.
İslam
ülkelerinde dahi Türkiye de siyasiler din içine girdikçe, dinin adı değişti.
Elbette herkes siyaset yapar dahi bu hakka sahiptir. Din ise Allah’ın faaliyet
alanlarına girer. Siyasiler, siyasetini dinin alanı dışında yapmalıdır. Ama
İslam ülkelerinde siyasiler bir türlü ellerini dinden çekmediler. Allah’ın
olması gereken din faaliyeti alanına, soytarı siyasetçiler müdahale ederek din
ile siyasi çıkar sağlamayı sürdürmekteler maalesef.
Ve bu kötü gidişatın
adına biz “siyasal İslam” demekteyiz...
İnsanın
alenen gelişmesini boğan siyasal İslamcılar, kişilerin kılık kıyafetlerine,
yaşam tarzlarına karışıp İslam’da vazgeçilmez bir felaket sembolü oluyorlar ve
zamanla normal Müslüman halk böyle sanıp kanıksar hale geliyor.
Nüfuz Kıyaslaması:
Müslüman
ülkeler de her geçen gün nüfuz artmakta. Avrupa Hıristiyan ülkelerinde ise
tersi, nüfuz azalması ve yaşlanması var. Doğal olarak nüfuzda orantısız gelişen
Avrupalılar
tedirgin olmaktalar. Avrupa kilise çevrelerinde azımsanmayacak kadar çok ruhban
sınıf var. Dini siyasi ve inançlar üzerinde etkili değiller. Din otoritesi
hakkında, kamusal alanlarda din üzerinde bir iddiada bulunamazlar... İslam
ülkelerinde, hatta seküler bir İslam ülkesinde "ulemaya danışılmalı" (Türkiye) diyen bir başbakan bile
çıkabiliyor...
Kimlik:
İslam
ülkelerinde kimlik kazanmak, Müslüman gibi yaşamak içindir... İslam da sadakat
vardır; yurtseverlik, milliyetçilik gibi dünyalıklar hoş karşılanmayan
şeylerdir.
Batı
toplumunda ise sadakatten çok, liyakate dayalı birey olmak ve ulus devletten
yana bir kimlik kazanmak. Avrupa ulus devletlerde yurt severlilik ve milli
çıkarlar önceliklidir...
İslam
ülkelerinde "ulus
devlet" bilincin oluşmadığından
ulusal kavram anlamsızdır. Kişiler kendilerini belirlerlerken, bir topluluk,
bir aşiret ya da bir cemaat-tarikat çizgisi içinde kendilerini tanımlarlar.
Bir
ülke ya da bir ulus varlığı olan devletin vatandaşı olmaktan çok, içinde dinsel
çağrışım olan yer ve bölge adıyla tanınmak isterler. “Şu aşirettenim, şu cemaat ve tarikattanım
derler. Direk, “ben şu millettenim” demezler.
Ve
dahi en çok Müslümanlar şu görüşte birleşirler "Müslüman Türküm, Müslüman İranlıyım, Müslüman Arap’ım" gibi sözlerle, bulunduğu ulusun başına “Müslümanlık" dinsel kimliklerini öncelikle
belirlerler. Türküm, İranlıyım Mısırlıyım, Pakistanlıyım gibi ulusal kimlik
belirleme İslamcıların bilinçlerinde pek yer etmez.
Müslüman
ülkelerine ve tarihlerine bir baktığımızda İslam tarihi ve cemaatlerin
tarihiyle karşılaşırız çokça. Avrupalı tarzında bir tarih ne yazık ki etnik
açıdan hiç yazılmamış olduğuna şahidiz. Cemaatlerin ve İslam devletleri tarihi
vardır hep. Örneğin Türk tarihi, kendi Tarihçilerinden çok başka ülkelerin
(Çin, Bizans, Arap, Roma, Rus)
tarihçilerin yazdıklarından öğrenmişlerdir.
Yani
örnek olarak Türk denen bir halkın yaşadığı; Türkçe denen bir dilin konuşulduğu
ülke "din" adına Osmanlılar tarafından nerdeyse
unutturulmaya yüz tutmuştu. Ancak "Türk" deme onuruna
Batılıların verdiği biçimiyle "Türk" etnik kimliğine
1923 de Mustafa Kemalle ulaşılır.
Kimlik
kaybetme sorunuyla karşı karşıya olan İslamcılar, Vatikan’ın “Dinler Arası Diyalog” karşı çıkarlar. Temelde inandıkları
şeyin: “Hıristiyanların İslamlaşmasını
önlemek ve Müslümanları zayıflatarak güçsüz ve muhtaç kılmak var” diye düşünürler. En dayanılmaz korkuları ise
Vatikan’ın “Dinler Arası Diyalog” altında yatan düşünce: “Müslümanların Hıristiyanlaştırılması
temeline dayalı bir Namert niyet” olarak
bilirler ve düşünürler.
Ümmet:
İslam
da yaratılmak istenilen şeyin milli toplum yerine "ümmet" toplumu dahi yurtseverlilik yerine "İslam severlik" daha muteberdir... Daha; milli olan şeyler,
bayrak, üniter yapı laik devlet anlayışı reddedilenlerdir...
Batı
toplumlarından tamamen ayrıştırmış bir biçimdir İslami gelenekler. Batı'ya olan
kin ve nefretin temelinde yatan beleklere yerleştirilmiş İslam'ın değişmez
radikal yapısı olan korku "İlahi
makam Allah'ın ve onun hukuk sistemi dahi siyasi gücü" Kâfir Batı'nın yaşam tarzına özenti duyan
Müslüman gençler tarafından benimsenmesi İslam da korkunun bir başka boyutu
olur...
Ümmetçi
bir bağnaz, Batı toplumuyla uyum sağlaması mümkün değildir. Batı toplumuna
yanaşmış bir eğreti olarak durur. Kendi ülkesi, dindar Müslümanlarla da uyum da
zorluk çeker hep. Ondandır İslam-i-dinci, bulunduğu Batı ülkesindeki toplumla
da kaynaşması mümkün değildir. Bulunduğu ülkenin sonradan vatandaşı olması
hiçbir anlam taşımaz şuurunda. Bulunduğu ülkenin toplumuyla ilişkileri
gündelik, zorunlu iş ilişkilerinin dışında değildir. İçinde bulunduğu Batı
toplumuyla sosyal ilişkileri kaynaşmış halli değildir. Tasada, kıvançta,
bayrakta, vatan savunmasında ve daha vahim olaylarda ortak olmak gibi bir
kavram ideallerinde hiç görülmez.
Devlet:
Güçlü
devletlerin temelinde değişmez devlet politikaları vardır. Yöneten kişiler
değişir devlet politikası değişmez. Bazı İslam ülkelerinde seçimle yöneten
kişiler değişir, onlarla beraber devlet politikaları da alt üst olur değişir.
Kişilik hırsı devlet politikasının önüne geçerek rakibine “güç” kanıtlamaya dönüşür. Bundan hep devlet zarar görür. Ondandır bir türlü İslam
ülkeleri huzura doğru dikiş tutturulamazlar. Ucuz liderler ucuz işlerle
uğraşırlar dururlar.
Karakter:
Çok
yardım sever hali vardır. Yolda aracını sürerken bir trafik kazası görür basar
firene durur ve yardıma koşar. Hızdan dolayı kazaya sebebiyet verdiğini ve dahi
hıza dayalı kazada ölen ve yaralananların kan içinde yol kıyılarına
savrulduğuna tanık olur, derinden üzülür, “vah tüh” der yaralılara acıyarak
gereken yardımseverliğini yapar.
Sonra
ne mi yapar? İşte orası çelişki yumağı. Atlar arabasına basar sonuna kadar gaz
pedalına yaya geçidindeki geçit üstünlüğünün kendine ait olduğunu sanarak sağa
sola saygısızlıkta önü alınmaz. “Hatalısın” diyenin canına okur bıçakla, silahla üzerine yürür, hatasını kabul ermez
bir karakter arz eder; Çünkü onun her hatalı hareketi doğrularıdır.
Yukarıdaki
örnek açıklaman İslam ülkelerinde var olanlardır...
Yokluk,
yoksulluk insanları. Savaşların içinde emperyalist istilalar, siyasi
karışıklıklar, salgın hastalıklar, doğayla mücadele zorlukları Müslümanları bir
veli, bir dervişin, bir şeyhin büyüleyici karizmatik kişiliğinde kendilerine
hami koruyucu bulmaya itmektedir. Bu bazen bir parti lideri, bazen de dini
cemaat ve tarikat lideri olur. Onların sözlerinde ve
söylemlerinde coşarlar. Bunlar gerektiğinde bağlı oldukları cemaat liderlerine
aşırı bağlılıklarından dolayı önemsiz meseleleri bahane ederek devletleriyle
çelişirler. Gerektiğinde silahlı mücadele de resmi din ve otorite ile çatışır
halde olurlar.
Tembellik:
Bazı
batılılara göre: “Arabizyonun girdiği tüm
Müslüman, Arap olmayan topluluklara da tembellik birinci derecede
yerleştirilmiştir” derler. Fransız
tarihçi Daniel Linderberg: “Gerçeği
itiraf etmeliyiz. Çok sayıda entelektüel, derinlerde bir yerlerde Arap halkının
yaratılıştan geri olduğunu düşünüyor”
der.
Müslümanlar
çalışarak para kazanmayı sevmiyorlar. Batılı İş disiplini ve iş ahlakı İslam
ülkelerinde gelişmemiştir. Yolsuzluklar yoklukları üretmektedir. Kendi haline
bırakılsa Müslüman’ın İslam’la da bir sorunu yoktur, sorun yaratan İslam’ı istismar
aracı yaparak saltanat sürenlerin işi olmuştur her daim.
Amerikalı
Donald Rumsfeld şöyle: “Müslümanlar
petrol yüzünden miskin. Müslümanları miskin yapan petrol; Müslümanları fiziksel
emek sarf etmeye karşılar. Petrol zenginliği Müslümanları çalışma gereğinden,
çabadan uzaklaştırıyor” demektedir.
Genelde
Müslümanlarda iradesine sahip değiller. Biat kültürü esastır. Başkalarının
iradeleriyle iş görürler. Kendi kendilerinin efendileri değiller, cemaat
liderlerinin, tarikat şeyhlerinin söylemleri doğrultusunda davranırlar; onlara
kölelik yaparlar.
İslam
toplumlarında gerginliğin kaynağı toplumların istedikleri değildir ama
gerginliği yaratanların figüran oyuncularıdır. İhtiraz,
siyaset-tarikat-ticaret-cinsellik karesi içinde şiddet, tecavüz, eziyet,
işkence gibi uygarlığın reddettiği şeyler yan yana yürür halde.
İslam
ülkelerinde tarikatların “başına
buyruk” davranış biçimli halleri,
Müslümanların kaidesi haline gelmektedir. Tarikat liderlerinin cemaatlerin örf
ve adetleri mezheplere göre biçimlendirilmektedir, sıradan toplumda inanarak
uymaktadır.
İslam
ülkelerindeki hızlı değişim kimsenin fark edemediğidir. Geleneksel Müslüman
aile ile çocukları arasında bile farklılıklar derinleşiyor. Giyim kuşam
geleneksel ailede sürdürülürken çocuklarında “İslam-i kılık kıyafet” yaratılarak aileye yabancılaşmakta.
Çağdaşlık, Geleneksel
Muhafazakârlık, Dini Muhafazakarlık İslam
ülkelerinde dini muhafazakârlık geliştikçe, kişilerin modern ve çağdaş yaşama
alanları daralıyor, kişileri etki altına alarak modern ve çağdaş anlamda
ilerlemelerine, demokratikleşmelerine engel oluyor.
Müslüman
ülkelerde çağdaş moderncilikten yana olanlar en az nüfuza sahip olanlardır. Gelenekçi
muhafazakârların nüfuz oranı ise ikinci sıraya yerleşir. Üçüncü sırada i
olanlar ise dini muhafazakârlardır. Bunların toplum içindeki oranı hayli
çoktur. Çok zaman azınlıkta kalan çağdaş modernlere karşı güçlü ittifakları her
zaman görülmüştür. Yani en kaba tabirle İslam ülkelerinde genel nüfuza oranla
çağdaşlık ve modernlik yana olanların mevcudiyeti % 25- 30 olurken, gelenekçi
muhafazakâr ve dini muhafazakârların nüfuz içindeki oranları %60- 65 olmaktadır.
Örneğin
İslam ülkesi olan Türkiye’de çağdaş modern azınlık daha fazla okumuş, daha
fazla yüksek öğrenim görmüşler, genellikle Türkiye’nin Batı kesimlerinde
oturanlardırlar. Gelenekçi muhafazakârlar ise genelde Türkiye’nin orta
kesimlerinde yaşayan genelde çiftçi topluluklardır ve küçük çapta ticaretle
uğraşanlardan oluşanlardır. Bunların derdi, demokrasi var mı yok mu olsun dan
daha çok keyiflerinin bozulmamasıdır. Bu kesim içinde devlet kapısında çalışan
çok azdır.
Birde
dini muhafazakârlar vardır ki, ülkenin her yerinde varlar. Kökenleri geleneksel
muhafazakâr köylülerin şehirlere göçle yayılmalarından oluşanlardır. Bu inanç
topluluğu her kesimden karışık olup eğitim düzeyi en düşük olanlardır. Bunların
en çoğunluğu ise Kürt kökenli Güney Doğu Anadolu doğumlulardır. Kendilerini
Kürt olarak tanımlayan bu topluluk Sünni Şafi mezhebinden dini
muhafazakârlardırlar.
Çağdaş
modernciler kadı-erkek kılık kıyafetleri itibarıyla hemen belli ederler
kendilerini. Geleneksel muhafazakârlar ise orta yollu giyim kuşama sahipler.
Dini muhafazakârların bazı erkeklerinde kıyafetler modern olurken bazılarında
sarık şalvar, sakallı görünümleri itibarıyla kendilerini ayrıştırırlar. Bu dini
muhafazakârların kadınları ise genelde başları kapalı, bir bölümü başı
türbanlı, bazılarıysa çarşaf kullanırlar.
Türkiye
toplumu içinde birde Aleviler vardır; çağdaş modern yaşamın yanında olanların
yanında yer alanlardır. Aleviler, genelde çağdaş modern yaşamdan yana gözle
görülür biçimde kendilerini geliştirmiş, çağdaşlık, modernlik konusunda ülke
ortalaması üzerinde ayak uydurmuşlardır.
Oy
dağılımında dini motifli Kürtler gelenekçi dini motifli muhafazakâr partilere
oylarını verirken, Aleviler daha çağdaş modern görünümlü planları olan
partilerin yanında yer alarak oylarını ona göre vermişlerdir.
Avrupa da işçi göçüyle Türkiye’den gidenlerin
büyük bir oranı işte bu saydıklarımız gelenekçi muhafazakârlar ve dini
motifleri öne çıkaran dini muhafazakârlardan oluşanladır. Avrupa ülkelerinde
uyumsuzluğun kaynağı da bundandır.
Ali ve evlatlarının çektikleri
acıları ve mağduriyetlerine sahip çıkmışlara “Alevi” denmiştir.
Osmanlının hilafetini Türkler
(Azerbaycan, Türkmenistan, Kafkasya, Rumeli) ve Hint-Malay Müslümanları kabul
ediyordu. Araplardan kabul eden yoktu…
Saidi Nursi ve Şeyh Said, İngilizler
tarafından kurulan ve Doğudaki vatandaşları kullanmak için kurulan “Kürdistan Teali Cemiyeti” üyeleridirler.