18 Ekim 2017 Çarşamba

ÜNLÜ DOLANDIRICI SÜLÜN OSMAN'DAN GERÇEK ÖYKÜLERİ

Ünlü Dolandırıcı Osman Ziya Sülün, (1923-1984)
Sülün Osman
Dolandırıcılar kralı olarak Türk tarihine geçen bir kişidir. Adını duyurduğu ilk “işini” Sülün Osman 1948 yılında ilk dolandırıcılık işine, Fatih’te yeni tuttuğu evin sahibi ile başlar. 1950'li ve 1960’lı yıllarda dolandırıcılık işleri ile ün kazanır. Tramvay, Galata Kulesi, kent meydanlarındaki saat kulesi, şehir hatları vapurları gibi kamu mallarını saf vatandaşlara ‘satarak’ ya da ‘kiraya vererek’ efsane haline gelmiştir.

Birinde Galata Köprüsü’nü satmak üzereyken tesadüfen yakalandı…

Ölümüyle ilgili kesin bilgi olmamakla birlikte, polisin tahminlerine göre 1984’te Beyoğlu’nda sürekli kaldığı otelde kalp krizinden öldü ve kimlik taşımadığı için kimsesizler mezarlığına gömüldü.

Galata Kulesinin kiraya vermiş ve uzun süre kimsenin haberi olmamış.
Rivayet o ki, Sülün Osman Bir gün Beyoğlu’nda yere çömelmiş gelip geçeni seyretmektedir. O sırada saf görünüşlü bir vatandaş Sülün Osman’ a burada neye baktığını sorar. Adamı şöyle bir süzen Osman, bununla iyi bir iş yapılır diye düşünüp; Şu gecen tramvaylar benim, müşteriler çok mu, vatmanlar düzgün çalışıyor mu, onları kontrol ediyorum der ve bu sayede hoşbeşe başlarlar.

Sülün Osman; “Bey amca, sen yabancısın galiba, ne iş yaparsın” diye sorar. Adam ise; “Çitçiyim, traktör almak için geldim ama hem çok pahalı, hem de bu parayı versem bile bunu nasıl kullanacağım, bayağı zor bir iş bu diye dertlenir. O sırada tramvaylar vızır vızır önlerinden geçip gitmektedir. Birden rahmetli Sülün Osman’ın kafasında bir ışık parlar ve adama dönüp,Yahu bey amca, bu yaştan sonra senin traktörle falan ne işin olur. Onu alsan bile masrafı çok, Mazotu köyde problem olur, yedek parçası, hele hele o arkadaki büyük tekerlekler var ya, onlar tarlada çok çabuk aşınır. Her yıl sana büyük masraf açar, kazandığın ürünün parasını yatırsan bir lastiğini bile zor alırsın” Diyerek zavallı kurbanına tramvaylar için şöyle bir teklifte bulunur:

“Bunların hepsi benimdir. O kadar çok ki, bende onları kontrol etmekten bıktım, müşteri çıktıkça tek tek satıyorum. Üstelik bu araçların tekerleği demirdendir, hiç aşınmaz, patlamaz beş kuruş masrafı yoktur. Benzin mazot gerekmez, Akşam elektriğe bağlarsın sabahtan akşama kadar o elektrikle çalışır. Köyle kasaba arasında işletirsin. Hem seni bayağı sevdim bey amca, gel sana birini vereyim, 
hem de kelepir vereceğim” der

Adam şöyle bir bakar tramvaylara, gerçekten köyle kasaba arasında bunlardan bir tane olsa hem iyi kazanır, hem de sükseli olur diye düşünür, “Kaç paraya vereceksin” diye sorar.

Sülün Osman: “Senin traktör parası bunları almaya yetmez ama bir tane eksilse benim için bir şey fark etmez. Baksana 484 numaralı aracım geçiyor. Bunun gibi 600 tane var. Canın sağ olsun bir tanesini senin gül hatırın için vereceğim bey amca, sevildiğinin kıymetini bil. Hemen al yoksa satmaktan vazgeçerim bilmiş ol. Diye konuşur.

Adam tava gelince cebinden bir kağıt çıkartır ve iş sağlam olsun diye köy senedi hazırlar Osman. Karşılıklı aldım, sattım diye imzalar atılır, parmaklar basılır ve hayrını görmesi için adamla tokalaşır. Duraktan bir tanesine hayırlı uğurlu olsun diye adamı bindirir. Biletçiyi uyandırmaması için sen şu parayı bilet kesene ver, gideceği yere varınca bu senedi gösterir tramvayını alır köye götürürsün diyerek uğurlar. Son durağa gelince vatman inmesini ister. Adam inmek istemez ve cebinden köy senedini çıkarıp onların inmesini tramvayı köye götüreceğini söyler. Biraz patırtıdan sonra polisler çağrılır, birde imzaya bakarlar ki, imza Sülün Osman’a ait. Durum anlaşılır, iş basına kadar akseder ve zavallı adam beş parasız köyüne döner.

Galata Kulesi'ni de satan Sülün Osman'a, "Oğlum, Galata Kulesi'ni satmaya utanmadın mı?'' diye soran bir komiser ise; “Komiserim, bu memlekette Galata Kulesi'ni satın alacak eşek olduğu sürece ben bu kuleyi satarım, hiç kusura bakmayın” der. 1962 yılında hapse girdikten sonra, hapishanede “Alın teri ile Yaşamak” konulu bir konferans vermiştir. 

Dünyada gelmiş geçmiş en komik ve efsane dolandırıcılardan olan Sülün Osman'ın hikâyeleri anlatmakla bitmez. Onun dolandırdığı o kadar saf görünümlü ama kendini kurnaz sanıp, dolandırılanlarda asla Türkiye’deki kadar bulunmaz.

Sülün Osman, Taksim Meydanı'nın girişine paspas koyup, gelen geçenden para toplamayı bile yapar. Saat kulesi satışı hikayesi ise şöyle; Adamlarıyla Dolmabahçe Sarayı yanındaki saatin kulesi önüne giden Sülün Osman, gözüne saf ve cebinde para olan bir kerizi kestirmeye koyulur. Kerizi anlından tanıyan Sülün Osman, kerizin göreceği bir yerde durur. Kendi adamları planlanmış olarak gelirler ve Dolmabahçe Saatine bakarak saatlerini ayarlarlar. Sonra da Sülün Osman'a yönelip, saat ayarlama parası ödeyip giderler. Cebinde parası olan, kendisini uyanık sanan keriz, bakar ki adama, saatini ayar yapan her kişi para veriyor. kısa yoldan zengin olmanın hayalini kuran vatandaşı sezen Sülün Osman, kısa bir konuşmadan sonra hemen, Dolmabahçe Meydanı'ndaki saati bu vatandaşa satmış. 

Taktik adamı olan Sülün Osman, sadece gayrimenkul alanında değil, menkul satışında da başarılı olmuştur. Zamanında Dolmabahçe önünde demirlemiş olan Amerikan 6. Filosu'na ait bir uçak gemisini de sattığı söylenmektedir.

TRT’de 1970’lerde yayınlanan Telespor adlı bir programa konuk olmuş
Program sunucusu Güneş Tecelli ve Cenk Koray röportaj yapıyorlardı Osman Bey ile. Bugün gibi hatırlıyorum o ilginç söyleşiyi. İstanbul Üniversitesi bahçesinin satışını, Galata kulesinin satışını, hacıya cennette arsa satışını, İzmir saat kulesi satışını ve birçok şeyi anlattı.

Cenk Koray “hiç tövbekar oldunuz mu?” dediğinde, “emin olun ki hep tövbe ettim ama bazılarının yüzüne bakınca dayanamayıp tövbemi bozuyordum” dedi. Bu sefer Güneş Tecelli “suratlarında ne var Osman Bey” diye sordu. Sülün Osman, “Alınlarındaki yazıyı görüyorum, adeta gel beni kazıkla yazıyor, bende dayanamayıp tövbemi bozuyordum” dedi. Cenk Koray ise “alınlarında ne yazıyor” deyince Sülün Osman, “enayi yazıyor” dedi. Güneş Tecelli “biz neden göremiyoruz” deyince rahmetli Sülün Osman “Okumasını bilecen kardeşim, ayan beyan yazıyor”  dedi. İşte o zaman koptuk adeta. İşte böyle renkli bir simaydı.

Bir ayrıntı daha vereyim, O programda Üniversite bahçesinde satış yapmaya çalışırken, torunu ile gelen bir yaşlı adama son anda satış yapmaktan vazgeçtiğini de söyledi. Neden diye sorulduğunda ise, dedesiyle gelen astım hastası torununun kalacak yerleri olmadığı ve tedavi için geldiklerini, tüm paralarını da hastane masrafları için harcayacaklarını söyleyince vicdanının sızlayarak satıştan vazgeçtiğini anlattı.

Anadolu’dan İstanbul’ un taşının toprağının altın olduğunu duyan, Anadolu’dan trenle kopup gelen vatandaşlar, ilk Haydarpaşa garında inince, ilk gözlerine çarpan garın büyük saatine bakmak olur. Sonra da kendi kolundaki saate bakarak ayarlamaya çalışırken yanına biri yaklaşır, “hoş geldin, nerden geldin” sohbetinden sonra ona, saatin sahibi olduğunu saate bakmanın ve saati ayarlamanın parasını ister. Anadolu’nun saf insanı inanır cebinden üç beş kuruş verir. Böylece “taşı toprağı altın olan İstanbul’un, saatine de bedava bakılmazdı elbette…

Dolandırıcılık tarihinde Sülün Osman adıyla nam salan Osman Ziya Sülün, namı diğer “Sülün Osman” İstanbulluları ve İstanbul’a Anadolu’dan gelen saf insanları yıllarca kandırmış; kimine Galata Kulesi’ni, kimine Galata Köprüsünü, kimine kent meydanındaki saat kulesindeki ‘saate bakma parası’ almış ve saat kulesin, kimisine de tramvayı satmıştır…

Son söz olarak, meşhur dolandırıcı Sülün Osman konuyla ilgili ne diyor lütfen okuyalım: "Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı. On tane bilezikle geçiyorum adamın önüne akşam vakti. Kuyumcunun kapısındayız ve dükkân kapalı. Karımın olmayan hastalığını anlatıyorum, acilen bilezikleri bozdurmam gerektiğini, o an nöbetçi eczaneye gidip hastaneden istedikleri ilaçları almamın şart olduğunu söylüyorum falan.

Hakiki olsalar bileziklerin fiyatı bin lira. Diyorum ki “Üç yüz liraya ihtiyacım var. Paranın gerisi umurumda değil, yeter ki karım ameliyat masasında kalmasın.” Adam sabah kuyumcuya gidip bilezikleri bin liraya bozdurabileceğini ve birkaç saat içinde havadan yedi yüz lira kazanacağını düşünüyor. O arada benim ayakçım da ortaya çıkıyor ve bileziklere alıcı oluyor. Telaşlanıyor adam kazanç imkânı kaybolacak diye. Üç yüz lirayı verip alıyor bilezikleri, ben de kayboluyorum ortalıktan. Adam ertesi sabah kuyumcuya gidip de bileziklerin sahte olduğunu öğrenince, "Eyvah! dolandırıldım" diye karakola gidiyor. Demiyorlar ki ona, "Be adam bin liralık bileziği üç yüz liraya almayı düşünürken aklında ne vardı?" Gayet açık ki, bu sahtekâr beni dolandırmayı planlamıştı. Ben hayatım boyunca beni dolandırmaya kalkışmamış tek bir kişiyi dolandırmadım." der.
Selman ZEBİL

Alıntı kaynakları:
2 – Ertuğrul Akkayanın yazısı: http://wowturkey.com/forum/viewtopic.php?p=651889


12 Eylül 2017 Salı

ORTAK ADLARI MEHMETÇİK'Tİ

Mehmet, Onların Ortak Adlarıydı

MEHMET ortak adları olan onlar, rüşvet yemediler, yolsuzluk yapmadılar, mafya, çete, hırsız, bozguncu hiç olmadılar. Ellerini sokup yetimin torbasından bir tutam ekmeklerini çalmadılar. Salt inançları ve yüreklerinde pırıldayan sevdaları vardı...

Osmanlı kendi can derdine düşer, bütün bu esirleri unutur, kaderlerine terk eder adeta. Onlar ki, adları sanları yoktu, MEHMET diye ortak adları ile gönüllerde yaşarlar. Türk tarihinin en şansız gençliğiydi onlar; tarihe sığmazlar yazmakla... Onların, yani adsız Mehmetlerin aziz ruhları önünde saygıyla eğiliyorum alnım toprağa değene kadar.

1880-1895 arası doğumlu 3 milyon; daha yirmi yaşlarında Anadolu insanı, en kutsal yaşamlarını verdiler bu ülke uğruna. Onlar atalarından aldıkları inançla 22 milyon 410 bin Km. kare topraklar üzerinde tarihin en şansız ve en acımasız savaşları içerisinde yurt sevgisiyle savaştılar. Mehmet ortak adları olan onların ruhlarında yükselen asalet meşale oldu dünyamızı aydınlatan...

1880-1895 doğumlulardır; kader onları bir amaç uğruna birleştirdi. 3 milyon silâhaltına alınan Mehmet'lerdi onlar. Kimisi Yemen Çöllerinde kaldı. Kimisi Balkanlarda, kimisi Kafkas Dağlarında, kimisi Trablusgarp Çöllerinde, kimisi de Arabistan Çöllerinde yok oldular. Çoğunun mezarları belli değil; kayıplar bulunamadı, binlercesi düşmana esir düştü, yarı aç yarı tok kimi kıyıma uğradı, kimi intihar etti esaret altında, kimi değişik şartlarda esaretten kaçarak yurda döndü.

Onlar ki, 20-25 yaşlarında bu ülkenin asil insanlarıydılar; unutuldular.
Günümüzde pervasız yaşamamızın kahramanlarıdırlar onlar. Kimi evliydi, kimi nişanlı; hepsinin sevdası birdi. Her üç kadından biri dul, her üç çocuktan biri yetim kaldı. Onların bizden hiçbir şey bekledikleri falan yoktur. Bizin onlara süresiz vefa borcumuz vardır...

Kan, ölüm, barut kokusu; ölümle iç içe inadına mücadele, hiçbir beklentisi olmayan salt ülkenin kurtuluşu sevdası onların yüreklerini çelikleştiren bir tindi. Onlar öyle politik çıkar falan peşinde değildiler. Soytarılık, hainlik, aymazlık, bütün ulusal değerlere kayıtsız kalmak yoktu. Vicdan rahatlığıyla dört cephede 15 yıl savaşmış insanlardı. Dahi 1914-1918 yılları arası 10 ayrı cephede düşmana karşı çarpıştılar...

En çok şehit oldukları Arap-Yemen Çölleri “Müslüman kardeşim” diye güvenip sırtını döndüklerince kalleşlerce sırtlarından hançerlenerek şehit edildiler; onların oldukça çoğu Araplar tarafından İngilizlere ihbar edilerek öldürtürdüler ve ya esir düşürüldüler...

Yıkılan imparatorluğun toz duman altında kalan; can derdine düşmüş bir yığın soytarı emperyalistlerle işbirliğinde kurtuluşu ararlarken; başka bir yığın nitelikli, dürüst inançlı insanlar Anadolu’da “Kuvayı Milliye” (Ulusal Ordular) ruh ateşi yakanlar bir bütün olarak emperyalistlere karşı savaş verdiler. Şu günümüzün güzel günlerini yaşıyorsak eğer rahat ve huzur içinde O Mehmetlerin ölümüne mücadeleleridir...

Onlar; 1914-1918 yılları arası 202 bin askeriydiler. 22 milyon 410 bin Kilo metre kare topraklar üzerinde 22 milyon nüfuz 10 milyona iner. Yıkılan Osmanlı kendini kurtarma telaşında kaldı. Onları adı bilinmedik ülkelerde unuttu.

Myanmar: (Burma) Şehitleri...
Myanmar gibi; ülke sınırları dışında kalan uzak yerlerde yatan binlerce meçhul vatan evladından haberi olmayan bir millet olarak %90'a yakınımın bilmediği, duymadığı Türk esir kamplarından hiç habersiz olan ama ama “yeni Osmanlıcı” olduklarının iddiasıyla içi boş, verimsiz, küflü propagandalarını yaparlar. Gelelim işin gerçeğine. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Sina-Filistin cephesinde  İngilizlere esir düşmüş... 

Cemalettin Taşkıran yazıyor: "
12 bin askerimiz, o zamanlar İngiliz sömürgesi olan, şimdiki adı Myammar olan Burmaya, demiryolu inşaatında köle muamelesi görerek yol inşaatında ve daha ağır işlerde çalıştırılmak üzere götürülerek esir kamplarına kapatılırlar. Orada alışık olmadıkları şartlarda ve bulaşıcı hastalıklardan kısa sürede gencecik yaşlarına rağmen hepsi ölürler" diyordu.

Siz bakmayın bugün ortaya çıkıp ta yerli-milli olduklarını söyleyenlere. Hatta “Osmanlı torunlayız” deyip de Osmanlıya özlem duyduklarını söyleyenlere. Onlar Osmanlı’nın yanlış siyaseti yüzünden bu adını sanını hala bilmeden, hatta harita da yerini bile gösteremeyen, dahi adını bile duymadıkları bu uzak Asya ülkesinde şehitlerimizin olduğunu bilmezler…

Arap çöllerinde savaşınlar diye gönderilen bu Anadolu evlatları oralarda Araplar tarafından İngilizlere ihbar edilerek yakalattırılıyorlar. En az beş bin şehit Myanmar’da mezarları olduğu bilinmektedir. Bu şehitlerimiz, İngiliz toplama kamplarına Basra’dan toplama kamplarına gemilerle götürülmek üzere Hindistan’a getirilmişler, Kalküta'daki istasyon kampında tutulmuşlar, oradan Irrawaddy nehri üzerinde çalışan mavnalarla Burma'ya taşımışlardır. Orada ilkel barakalarda 400’er kişiler olarak kalıyorlardı. Her esire haftada 40 adet sigara, ayda bir sabun veriliyordu. Aydınlatma gaz lambasıyla yapılıyordu. Kıyafetleri ve çarıkları, yılda bir defa kamp yönetimi tarafından yenileniyordu.

Ahşap küçük bir barakadan derleme ağaçlardan bir cami yaptılar, birde aralarından imam seçtiler. O halde bile,  “İrravadi” ve “Ne Münasebet” adlarında gazete bile çıkarırlar, şiirler, esprili makaleler yazıyorlar,  hayatta kalmaya, morallerini ayakta tutmaya gayret ediyorlardı. Dahi, ektiler biçtiler, sebze yetiştirdiler, tavuk yetiştirdiler, hatta yumurtaları İngilizlere sattılar. Kampta çadır hastanesi vardı, yedi Türk esir doktor çalışıyordu, o berbat ortamda ameliyat bile yapıyorlardı. Psikoloji allak bullaktı, bazen çok sık intihar olayları yaşanıyordu.

Dünya üzerinde üç kıtaya yayılmış, bugün dahi adlarını 
hiç duymadığımız kentlerdeki Türk esir kampları:  

Kimi: Schweba, Veiktilla, Thatmyo, Rangongoon da esirdiler.

Kimi Fransa: Montpeller, Marsilya, Korsika.

Kimi Malta: Veletta. Kimi Yunanistan: Selanik’te.

Kimi Moldova: Kişinev.

Kimi Hindistan: Nogar, Sümerpur, Belgaum, Bellary, Kalküta.

Kimi Irak: Bağdat ve Basra’da,

Kimi Rusya: Vologala, Vetluga, Kostroma, Kazan, Simbirsk, Samara, Toboisk,
Krasnoyarsk, Vladivostak.

Kimi Mısır: Seydibeşir, Ros El Tina, Bilbeis, Heliopolis, Abası, Kahire Kalesi, Maadi.

Kimi de Kıbrıs: Gazimogosa  (Mogosa şehitliğinde yatmaktalar)

Yararlanılan Kaynak: Cemalettin Taşkıran, Esir Türler Mektupları; “Ana Ben Ölmedim” kitabından aktarma Atlas Dergisi 101. sayı Ağustos 2001. Çaresizliğin verdiği durum, esir düşen askerlerimiz unutulur, Türk esirleri hakkında kapsamlı bir araştırma yapar Cemalettin Taşkıran Hoca.

1. Dünya Savaşı, dünyayı kasıp kavuran, patlayan bomba sesleri bir yana, acımasız hastalıklar ve açlık canından bezdirdiği yıllardı.

Türkiye'den 2 milyon 600 bin Mehmetçik askere alınıyor…
250 bin Mehmetçik çarpışarak öldürülüyor…
450 bin Mehmetçik yaralı, hastanelerde tifo, dizanteri gibi bulaşıcı hastalıklarla mücadele ederek ölüyorlar…

202 bin Mehmetçik İngilizlere, Ruslara, Fransızlara esir düşüyor…
Böylece kayıplarla birlikte, 1 milyon Mehmetçik Osmanlının son yirmi yılı içinde telef oluyor.

O kadar uzun askerlik olur ki, baba oğul aynı anda askerde olurlar. Bunlardan biri Mısır Seydibeşir esir kampında uzun yıllar askerlikten dönemeyen baba, yine esir düşen oğluyla buluşur. 

Türk esirleri elinde tutan ülkelerden İngilizlerin elinde 138 bin esir bulunur…
Rusların elinde tahmini 60-70 bindir… 40 bini Anadolu Mehmetçiği Rusya esir kamplarında donarak, açlıktan, hastalıktan ölür… 20 bin Türk esir geri ülkeye döner.

1917 Rusya’da Bolşevik Devrimi olur, ülke içinde yönetim boşluğu baş gösterir. Bu nedenden dolayı Türk esirlerin en kötü şartlarda kalırlar. Anadolu’dan o kadar uzak ki, Türk esirler kaçıp yeniden savaşa katılmasınlar diye Japonya sınırına yakın Sibirya’ya ve Vladivostak’a kadar uzaklara vagonlara tıka basa, üst üste yüklenerek götürülmüşlerdir. Pek çoğu uzun tren yolculuğu sırasında yallarda ölmüştür.

Rusya-Samara esir kampına 68 Türk esiri bir vagon içinde gönderilir. Samara’da bu vagon boş diye bir kıyıya çekilir. Günlerce dışarıdan kilitlenmiş vagon içinde aç, susuz orada kalırlar. En sonunda bağırmalar, vagon duvarlarına vurmalar sonucu bu sesleri duyan olur, vagonu açtıklarında 68 esirden sadece 8 esir sağ kalmış olarak kurtarılır. Ayrıca tren vagonlarına 800 esir doldurularak Rusya’nın Sibirya-Piyamu bölgesindeki kaplara sevk edilir. Kampa varana denk ancak 200 sağ kalmıştır, 600 esir yollarda ölmüştür. 

Türk esirlerin ölmelerinin nedeni salt hastalıklar değil, araştırmalara göre Türk esirlerin yetersiz beslenmelerinden, bünyenin dayanma gücünü kaybetmesinden dolayı öldükleri tespit edilenlerdendi.    

1914-1918 yılları arası Türkün en talihsiz tarihinin yazıldığı yılardır…
Birinci Dünya Savaşı Çanakkale, Sarıkamış, Galiçya, Kut-ül Ammare, Medine Müdafaası ile Türkün dört cephede savaşları vardı. Birde içerideki emperyalistlerin kışkırtmalarına uyup ta arkadan yıllarca birlikte yan yana yaşadığı Türkü hançerleyen isyankârlar vardı.

Görüyoruz ki, bunlar hep unutturulmak istenilerek 1915 yılında Ermenilere  “Soykırım yapılmış” olarak Türk tarihine kara bir leke düşürülmek istenilerek, Batılıların yanında yerli olur olmaz kişiler, Türkleri tarihiyle utandırılmak istiyorlar. 

Batılılar tarihimizi yeniden kurgulayıp, gerçek tarihimizi hırpalayarak bozup dağıtıyorlar. Yeniden bir tarih yazma heveslilerin iddiaları, “Resmi Tarih gerçekleri saklayan tarihtir” diyerek bahaneler aramalarından kaynaklanıyor. Batılı art niyetli tarihçiler en çok cesaret verenler yerli dincilerle ve kendilerini liberaller olarak lanse edenlerdir. Sürekli geveleyip durdukları bir şey vardır, onlara göre cumhuriyet felsefesi: “Türkleştirme politikası uyguladı” diye sığındıkları sığ düşünceler...

Lakin o sancılı Birinci Dünya Savaşı dönemdeki olayların, bütün devletlerin birbirlerinin ümüklerini ölümüne sıkarak öldürdüğü dönemdir. Görmezden gelinen, emperyalistlerin en çok Osmanlı topraklarına tecavüzleriydi. Kolonileri olan zavallı Anzaklar'ı, Hintlileri, Yeni Zelandalıları bağrımıza hançer sokar gibi soktular. Çanakkale’de ne işleri vardı İngilizlerin. Adana’da, Urfa’da, Maraş’ta ne işleri vardı Fransızların. Ne işleri vardı Sarıkamış’ta Rusların, Ne hat etmeye gelmişlerdi Akdeniz kıyılarına İtalyanlar? Birde yerli yardakçılar bu boyuttan baksalar Batılılar ne duruma düşer acaba?

Çanakkale…
Türkiye Cumhuriyetinin ve Anadolu’nun Türk yurdu olmasının başlangıcıdır Çanakkale. Bugün hala millet olmanın heyecanlı gururunu yaşıyorsak, Çanakkale’de hiç gözlerini bile kırpmadan ülküleri uğruna ölümüne mücadelenin sonucudur. Bizler onlara ödeyemeyeceğimiz kadar borçluyuz… Çanakkale Savaşına 15 yaşında Tıp öğrencisi çocuk denebilecek gençler Çanakkale’de cepheye gönderilirler. Hiç biri dönemez, orada şehit düşerler, o yıl tıptan bir tek öğrenci mezun olamadığı yıl olur…

Yani demem şu ki; Çanakkale varlığımızın mihenk taşıdır. “Türküm” demenin iyice ucuzladığı şu günümüzde, millet olmada, gündelik yaşamımızda anlamsızlaştırıldığı cehalet ahlaksızlığına karşı mücadele etmek isteyenler her geçen gün azaldıkça avanta, köşe dönmecilik milli değerlerin önüne geçtikçe, kapıp kaçma ahlakı pirim yaptıkça, Türkiye de “Türk olmak, Türküm” demek kahır olmaktaydı. Geçmişine sahip çıkamayan, onu korumayan, sorgulamayan, hesaplaşmayan milletler her zaman ayakta kalmayıp tarih sahnesinden silinmişlerdir.

Kurnazlık, dindara tebelleş olmuş, dincilik içinden pıtrak gibi meydanlara pervasızca dökülmektedir. Emevi disiplini içinde hareket halindeler. Cumhuriyetin getirdiği kültürel dokuya adeta alerjileri var, kaşıntı yapıyor duydukları zaman.

Bir şeyler görüyoruz ki, pek çok yanlı, yanıltıcı yayınlarda Çanakkale savaşı savsaklanarak hayali ordular kurtarıcı haline dönüştürülüyor, sanki kayıptan gelen, boğazın sularından ellerini uzatarak düşman gemilerini alabora ettikleri temaları işleniyor. Zaten okuma özürlü halkımızın zihinlerine yalan, yanlışlar savsatalar tarih diye telkin ediliyor.

Ama neden 250 bin şehidin Çanakkale’de savaşarak öldüğü gerçek manada sorgulanmıyor, onların ölümüne mücadeleleri hafife alınıyor, kayıptan eller, neden o kadar şehit vermemize engel olmamış olmalarına dair bir sorgulama, bir açıklama veremiyorlar.

Amaç; yeni bir liderin doğmasına, görmezden gelinmesine, yok sayılmasına hizmet için art niyetli kişilerin zihinlere hülyalı, rüyalı masalımsı uyduruk hikâyelerle, küflü çivi çakar gibi genç zihinlere sokuyorlar. Yani demem şu ki: Mustafa Kemal Çanakkale Savaşını hiç yapmamış gibi havalar estiriyorlar.

Çanakkale, Türkiye Cumhuriyeti için bir başlangıçtır. Dünyanın en güçlü ordularını dize getirilmiş günüdür. Emperyalistlerin yediği tokadın en şiddetlisidir, düşüp kıçlarının üstüne, ayağa kalkamadıkları, Anadolu işgal hayallerinin Çanakkale boğazın sularına gömüldüğü gündür.

Fırsat kollayan bu emperyalistler, Osmanlı topraklarındaki azınlıkları kışkırtarak Türkleri Balkan topraklarından kovdurdular, o topraklara kendileri yerleştiler. Şimdi bu topraklar üzerinde bulunan Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Bahreyim, Suriye, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri Yemen, Sudan bir bütün olarak yekpare Osmanlı topraklarıydı. Emperyalistler işgal ettikleri bu toprakları çıkarları gereği cetvelle böldüler, Arapça konuşan tek milleti, birçok devletçiklere ayrıştırdılar. 

Sonuç olarak, bu topraklara vatan sevgisi, ümmet sevgisinin önüne geçerek gelişe gelmiştir. Çanakkale’de toprağa düşmüş canlar, öyle boşu boşuna kanlarını 1915’de 15 yaşlarında dökmediler. 10 Ağustos sabahı Conkbayır’dan düşman üzerine ölümüne koşan, öleceklerini bildikleri halde, arkalarına dahi bakmadan toprağa düşüp şahadete erdiler. Nedeni, bizim geleceğimizin güzel günleri içindi. Onlar bizim atalarımızdı, biz onların torunlarıyız, hiç unutmamalıyız.  

Unuttuklarımız ve Hatıralarını Bile Anamadıklarımız…
Yine nerdeyse unutulmuş gitmiş bir Kore’ye asker gönderme olayı var...
İkinci Dünya savaşı bitmiş, “Soğuk Savaş Dönemi” başlamış. Kim başlatmış, neden başlamış aklımızın almadığı dünyayı iki kutba ayrıştıran büyük devletlerin bir oyunu olduğu ise muhakkaktı.

Türkiye İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalmayı başarmış, kendi topraklarına düşman saldırısına karşı siyasetini iyi uygulamış, kendi toprakları üzerinde savaşın sıçramasını engellemiş bir ülke olur lakin yalınız kalır ve yoluna davam edemez.  

Dünyayı iki bloğa ayrıştıran, iki bloktan birine yanaşması, tercihini Amerika’ya yanaşmaya ve onun üyeliğinde olduğu NATO’ya girebilmek için çaba harcamaya başlar. Kendini kanıtlamak için Türkiye, ABD’nin Kore’deki işgaline destek olmak için, Kore’ye asker gönderme kararı alır. Türkiye Kore’ye, 1950 yılında alınan bir kararla: 259 subay 18 askeri memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4414 er ve erbaştan oluşan askerle toplam 5090 seçme Tük insanı ABD adına Kore’de savaşmaya gönderilir.

Sonuç olarak:741 Şehit, 2147 yaralı, 234 askerimiz tutsak olur, 175 askerimiz kaybolur, şimdiye kadar hala akıbetleri belli olmadı.

Son Söz, Kıbrıs Sevdalıları…
“Onlar; ilk seferde yedi kişiydiler... Yüreği vatan sevgisiyle çarpan, coşkulu, heyecanlı, ölüme meydan okuyan yedi gözü pek ve kararlı adam... İsimlerini, üniformalarını, mesleki kıdemlerini ve sevgi dolu yürek bağlarını geride bıraktılar... Maske isimler, maske mesleklerle bir meçhule gönüllü oldular... Bir bilmeze kulaç attılar... ‘Artık biz yokuz ve hiçbir zaman olmadık. Şu anda tek başınasınız’ dendiğinde büyüklerine kırılmadılar ve de yılmadılar. Aksine çatık silahların gölgesinde Kur'an’a el basıp dava için ölümüne yemin ettiler...” Emekli Albay İsmail Tansu, “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” adlı öyküsünden uyarlayan Ahmet Tolgay, “Şahinler Yılı” adlı yapıtından alıntı.  

“Karşı kıyıda bekleyenlere uzattılar ellerini, kader birliği ettiler: “Ölmek var, dönmek yok oldu. Parolaları hep birlikte, içtiler gizlilik andı... Artık biz yokuz ve hiçbir zaman olmadık. Şuanda tek başınasınız” dendiğinde bile gözlerini kırpmadan, vücutlarını ortaya koyanların vebali üzerlerine olsun. Canını ortaya koyup, hiç gözünü kırpmadan “Ben ülkemi severim, kimseyle paylaşmak istemem” diyenler selam olsun. Selman ZEBİL 





8 Eylül 2017 Cuma

NORVEÇ'TE UYUM ve MÜSLÜMANLAR

BATIYA UYUM SAĞLAMAK ve NORVEÇ

Norveç Meclis Binası
Norveçlide huydur. Kısa bir tanışma ve selamlaşmasından sonra ilk tanıştığı yabancıya, ilk sorusu şöyle olur: “Norveç’i seviyor musun? Norveç hoşuna gidiyor mu? Norveç’te iyi yemekler var, karnın doyuyor mu?” gibi acıma hissi veren sözler. Bir bakıma da ince bir varlık göstergesi olarak böbürlenmek maksatlı söylenen sözler.

Karnınız doyuyor mu? İyi yemekler yiyor musunuz soruları soran Norveçliler acıma duygularını mahcup bir biçimde yansıtırlardı önceleri. Böylesi acıma duyguları mahcup bir biçimde sorulması zamanla sorulmaz olmuştur. Yerini sert tavırlı; iğrenir sorulara bırakmıştır. “Neye geldin Norveç’e, ben senin ülkene gidiyor muyum” gibi vs.

1980’lerden sonra değişen dünyadan etkilenen Türkler, ulusal olmaları ile İslamcı olmaları arasında tercih etmeleri gerekliliğini hissettiler. Önceleri Norveç’te güçlü bir biçimde faaliyet gösteren ulusal kültür derneklerini, cami-cemaat ve tarikatların egemenliğindeki dernekler bir-bir yuttu ve denetimleri altına aldılar.

Norveç’te İslam-i usullere göre yaşam tarzı, Türkiye de ki İslam-i yaşam tarzından farklı olarak gelişti. Köy kökenli Türk göçmen işçiler, Norveç’te geleneksel Anadolu İslam inancından farklı bir İslam inancına doğru kaydı. Küresel dünya da İslam-i düşüncede bölgelere göre gelişmiş İslam’ı küreselleştirdi.

Norveç’ten kaçışla, Norveç’i ilk özleyiş arasındaki denge, alışılagelmiş eğitim düzeyi ve ata kültürü arasında olmaktadır. Türkiye’den gelin gelmiş genç kadın, ülkesinde daha iyi, anlaşılabilir durumdayken, hayallerinde yaşattığı Norveç’e hevesle gelin gelmiş, daha iyi ve güzel günler umudu, kısa sürede ıstıraba dönüşerek buhranlı günlerin başlamasına neden olmaktadır. Norveç’e gelin gelip de umduğunu bulamamış, hayallerinde yaşattığı Norveç ıstıraba dönüşmüş gelin-kadınlar ile Norveç’te doğmuş, Norveç kültürüyle iç içe kaynaşmış kızlar arasındaki farklılıklar vardır. 

Örneğin Norveç’te doğup, büyümüş bir Türk genci Türkiye’den gelin getirmede ne gibi etkiler var derseniz; anne-babanın güçlü rol oynaması sonucundan kaynaklanmakta. 18 yaşına bile gelmemiş çocuğunu tedirgin olarak evlenmesini sağlamaktadır. Bu panik hava, anneyi, babayı: “çocuğum kötü yola düşmeden baş-göz etme” gibi dengesiz, sığ düşünceler, geniş aile bağları, geniş aile içindeki konumu, yeni gelen gelin için bir kıyıda salt emreden büyüklerin sözlerine uymakla yükümlendirilir. Bu geniş aile öylesine geniş ki, bir kısmı Norveç’te ana-baba-kardeşler ve ya amca, teyze, hala olurken, Türkiye’de büyük baba, büyük anne, hala, teyzeler vardır. Dahi böylesine geniş aile bu yeni evli çekirdek aile oluşumunun içinde olurlar; hal ve hareketlerine müdahale ederler.

Oslo Belediyesi
Gelin ya da damat, ana-babanın doğup büyüdüğü kasabadan olması başta tercihtir. Damat ya da gelin, iyi bilinen akrabalardan seçilmesi ile emrivaki yapılıp ki kız-oğlan tanıştırılmaları sonucu, aileler arası pazarlıklar başlıyor. Hiç kimse gelin adayına ve damat adayına tercihleri ne sorulmuyor. Eğer evlenecek taraflardan birinin itirazı olursa, araya girip genelde mutlak ikna edilir “Nikâhta keramet vardır” denerek, işi oldubittiye getiriyorlar. Daha ne gelin adayı damat adayını iyi tanımıştır, ne de damat adayı gelini.

Dahi gönülsüz evliliklerden dolayı ana-baba “ilk çocukları doğduğunda bir birlerini severler” diye bir ters inanç var ki, bu daha çok bağımlılığı ve isteksizliğin içe doğru kapanıklığa doğru yol aldığının farkına varmıyorlar... Çocuklarına hükmeden ana-baba, onların nerdeyse yatak ilişkilerine bile müdahale ediyorlar: “haydin ne durursunuz? Bir torun verin kucağımıza” diye istekte bulunurlar.

17 Mayıs, Norveç'in milli gününde çocuklar 
Kız ve damadın evliliklerinin ilk altı ayı, bir birlerini iyi tanımayan damat ve gelin uyumsuzluğu aile içinde hissedilince, doğacak olan bir çocuğun, bütün huzursuzlukların sonu olacağı inancı ile Norveç’e gelin gelen kadın, ilk çocuğunu evliliklerinin ilk yıl içinde doğurur. Beklenen sonuç olmaz, işler karma karışık hale gelir, sarpa sarar, sonra uyumsuzluğa bir de ortak çocuk alet edilir, olan o yeni doğan çocuğa olur.

Geniş ailede bir torunun doğması, dengeler istenilen dengeye oturtmuyor bazen. Tersi; ailede bitmez tükenmez acıların, derinleşen sancıları kangrene dönüşmüş, azap veren evlilik, eşini sevmiyor, her cinsel ilişkiden acı duyuyor, kadının daha da nefretini artırıyor, dünyaya ve yaşama küsüyor ama çocuğundan da ayrılmak istemiyor. Zaten ayrılsa da akraba evliliğinden, akraba aileler arası açılıyor, köklü gelenekler bozuluyor. Kadın, ya katlanıyor ya da karşı koyuyor ama geniş aile ilişkilerinde “bozguncu”  olarak kınanıyor.

İş böyle olunca, acılı ve ıstıraplı yılların geçeceği hayata katlanan kadınlar genelde, Norveç’e sağlıklı gelin geliyorlar. Sonra çok genç yaşlarda vücutlarında bilinmeyen ağrılar oluşuyor, kendini tam anlamıyla açığa vurup, mutsuzluğunu ifade edemiyor. Birileri çıkıp da bir psikoloğa götürme akıllarına gelmiyor.

Kadın’ın tek başına boşanmaya kalkması yeterli değildir, böyle bir hakkı da yoktur. Kadın salt kocadan boşanmıyor. Akraba olduklarından, iki tarafın bütün fertlerinden boşanmış oluyor. Orada kanunlardan çok, törelerin verdiği cezai müeyyideler vardır. Kadın dışlanıyor, iyi gözle bakılmıyor, kendi ailesi bile dışlıyor. Ondandır her kadının boşanarak bedel ödemeyi göze alamıyor.

Mutsuz; cinselliğin güzel yanını tatmayan kadın, cinsel doyuma ulaştırmayan erkek, kendine bağlı, çocuklarının annesi, evinin hizmetçisi, arada bir döveceği, söveceği bir yaratık olarak davranma hakkını kendinde saklı ‘hak’ olarak şiddet kullanmaya başlıyor. Bazen aile içinde ki bu tür huzursuzluklar, aile içinde sır olarak kalıyor. Aile içi sır kalan olaylar:  “kol kırılır yen içinde kalır” mantığıyla kadının çektiği acılar bir muamma olarak açığa çıkmadan kalabiliyor.

O nedenle, bazı istisna kadınlar, ıstıraba dönen Norveç’te yaşamını sürdürmekten başka çaresi kalmadığından, Norveç’e evlenerek geldiği için en az Norveç’te üç yıl oturumlu olması gerektiğini bildiğinden, Norveç’te en az üç yılı zor kanat tamamlamak ve ilacın, kocasından ayrılıp çocuğunu da yanına alarak kendi iradesinde kalmak olduğunu biliyorlar. Pek çok kadın için Nefrete dönüşen Norveç yaşantısını ıstıraplı evliliğini son ettikten sonra ıstıraplı yaşamını mutluluğa çevirerek yaşamın tadını çıkartmaya bakıyor.

Norveç’te her psikoloğun çözebileceği bir olgu değildir 
Norveç’te yaşayan Türk toplumu içinde küresel bir İslam anlayışıyla yetişen nesiller ile ata yurtlarındaki geleneksel-yerel İslam anlayışı arasında farklılıklar var. Ne kadar uygar bir ülkede doğmuş ve yetişmiş olurlarsa olsunlar, kadına egemen olma içgüdüsü içinde erkek toplulukları vardır. Yaşadığı Norveç’in ne medeni uygarlığına doğrudan bağlı ne de ata yurdu olan medeni kanunlarına. Pek çok kişi evliliklerle,  “belki daha iyi mutlu olurum” diye Norveç’e gelin geliyor ama birden hayatı cehenneme dönüşüyor. Yetiştiği geleneksel kültürden çok farklı disiplinli bir İslam kültürüyle karşılaşıyor...

Norveç’e Türkiye’den gelin gelenlerin yaş ortalaması 17- 22 arasıdır genelde. Doğduğu ülkede, geleneksel kültürden gelin mutluydu. Sonra evlilikle dayatmacı bir kültürle karşılaşıyor, depresyona giriyor. Organ gerilmesi ile isteksiz cinsel haz nefretle birleştikçe kocaya isteksiz yatakta hizmet etmesi delirtiyor, ruhsal olarak çöküyor.

Türk aileler arasında tutucu geleneklere birde küreselleşmiş disiplinli İslam-i geleneklerde eklenirse kadına hiçbir özgürlük falan verilmez. Geldiği ülkesinde özgürdü ama geldiği Norveç’te özgürlüğü elinden kocası ve kayınbaba ve kaynanası tarafından gasp edilmiş oluyor. Özünde mutsuz olan kadın, bastırılmış istemlerden dolayı öz benliğinden uzak yaşar halde, “Mutsuzum” deme şansını bile elinden alırlar; yasaktır.

Sağlıksız bir ruh hali ile yaşar... Türk kadını, modern Avrupa da ayrımcılığı iki yönlü görüyor. İşte, sokakta yerel halkın gözünde ayrımcılığa tabi olurken evine geliyor, eşinden ikinci bir ayrımcılıkla karşı karşıya kalıyor.

El değmemiş kız olarak Norveç’e ithal gelin geliyor. 3 yıl içinde ıstıraba dönüşen evlilikle Norveç’te tutunabilen gelin eşinden ayrılıp kalıyor hürriyetiyle. Bazı hallerde bazı kadınlar Tutunamayan gelin, psikolojisi bozulmuş bir dul kadın olarak Türkiye’ye dönüyor.

NOT: Bu yazılan görüşlerim, gördüklerim ve araştırmalarım geneli teşkil etmez ama genele yakın manzaralardır.

Batılılar ile Müslümanlar arasındaki uyumsuzlukların nedeni
Yabancılar hakkında çok Avrupalı idari memurlar olsun, bürokratlar olsun söylemek isteyip de söyleyemedikleri sözler vardır. Söylemek isteyip de söyleyememelerine engel, geçmişteki yaptıkları İkinci Dünya Savaşı içindeki utanılacak faşizan nedenleridir...

Örneğin bunlardan bazen dışa vuran tepkiler görülmektedir. Almanya merkez Bankası Yönetim Kurulu Üyesi Thilo Sarrozin, göçmenlere yönelik küçük düşürücü, ırkçı sözleri: “Türklerden ancak manav olur. Sürekli başörtülü kızlar üretiyorlar”  demesinin açıkça deniş biçimidir. Böylesi sözleri Alman Kamuoyunun yarıdan fazlası benzer biçimde düşündüğü herkesin malumu. Lakin onları tutuk bırakan yakın geçmişin lekeli izleridir.

Birde biz özeleştiri yapmak zorundayız... Malumun ilanı. AKP ile seri üretime geçen başörtüsü fabrikaları ve başörtülüler devleti yönetenlerin halleri değil mi? Parklara dikilen Taştan mermerden, bakırdan, bronzdan yapılmış sanat eseri heykelleri cinsel objeler olarak gören bir zihniyet var ortada. Sürekli yanlış, geri kültür telkin edilmekte gençlere: “manav, bahçıvan, kasap, sucukçu, hizmetçi, kapı bekçisi, temizlikçi gibi geri hizmetlerde çalıştırılmak üzere yetiştirilen nesillere, elin adamı elbette hakarete varan sözler sarf eder...

Gerçekler göz önünde; Türban Anadolu’dan Avrupa’ya nasıl taşınıyor? Avrupa’nın değişik kentlerine Türkiye’den kalkan uçaklar da görünüm bir kanıttır. 40 yılın üzerinde Avrupa da ailecek yaşadığı halde, kılık kıyafetiyle 40 yıl öncesi köy yaşantısını bir türlü bırakmadığını görürüz. Başörtülü, Anadolu’da ki köy giysisi olan basma şalvarlı karısı yanında, kendisi hayli Avrupai giyimli kişi. Erkek bir nebze olsun Avrupai giyime uyarken karısını 40 yıl önceki Anadolu karısı gibi Avrupa şehirlerinde dolaştırmakta...

Türklerin Avrupa’da en iyi üretimleri çocuktur. Onu da “Allah verdi” derler... 
Aslında; Avrupalı Türkleri sosyolojik olarak iki topluma ayırabiliriz. Birincisindekiler, geleneklerini sürdürenler. Ötekilerde, çağdaşlaşmış, uygar, Avrupa’ya ayak uydurabilenler. İkincisi ki, pek fark edilmezler Avrupalı yerlilerden, geleneksel Türklerle pek iletişim ilişkileri olmaz, değişim içinde olmayan Türklerden kendilerini ayırtırlar. Yani geleneksel tavırlı Türklere bir yerli Avrupalı kadar yakın değillerdir, soyutlanmışlardır...

Avrupa da Türk imajını belirleyen Türkler, geleneksel tavırlarıyla, Anadolu’daki bırakıp geldikleri bölge insanlarından çok daha geridedirler. Ülkelerine döndüklerinde kendilerini kat ve kat aştıklarını gördükleri köylülerine şaşırırlar, hatta üstünlüklerini ispatlama aracı olarak dine sarılırlar ve dinden ders vermeye bile katlıkları görülür, rezil olurlar.

Yerinde ve haklı tespitlerden kaçınılmaz. Türkler, Türkleri değişik yaşam farlılıklarıyla ve bazı ne Batılı gibi olmuş ne de Türk kalmış halleriyle alçaltıyor. Bu davranış biçimleriyle Avrupalı Türkleri, Türkiye’deki Türkler bile sevmezler. Örneğin, Avrupa’da sokaklarda kendi aralarında Türkçe konuşurlarken, Türkiye’de tatil yaparlarken kendi aralarında Norveççe vs. konuşurlar. Kişiliğini bulamamış çifte standartlı hal, Norveç’te Norveçlileri kızdırıyor Türkiye’de de Avrupalı Türkleri sevimsiz yapıyor. 

Yıllarca Doğuda Batı medeniyeti fazla abartılmıştır. İslam medeniyeti ise rüştünü kanıtlayamadı, eli silahlı cihadı imajlılar ile kendini köreltti; Batı bundan korkar hale geldi. Batının çirkin tarafı karanlıkta kalan yüzüydü, ışık vurunca göründü. Avrupa’da en uygar ülkesi olarak bilinen İsviçre’de 2009 yılı sonlarına doğru yapılan “Cami yapılsın mı, yapılmasın mı” referandumundan ret çıkmıştır. Kendilerine göre medeniyet, minareli ibadethaneler de ibadet edelere layık olduğu görülmemiştir.

Batının kendine has tek bir medeniyeti Hıristiyanlık karşısında, İslam medeniyetinin damgasını hiç görmek istemezler. O damga Avrupalılar için Müslüman kimliğin simgesi olan minare ve başında bulunan hilaldir. İbadethaneler değildir...

Müslümanları zor durumda bırakan konunun başı, gittiği Batı ülkelerinin şartlarına göre uymak istemiyorlar; o ülkeleri kendilerinin şartlarına uysunlar istiyorlar. Batı ülkelerinde yaşayan yerli halkta bunu fark ediyor ve tepkisini uygarlığının dışına çıkarak koyuyor.

Avrupa, azınlıklara hoşgörü uygarlığı minare olayında açığa çıkmıştır. Türkiye de AKP’yi seçmiş olan objeler, bugün İsviçre’deki minare dikersin, dikemezsin referandum olayıyla karşılaştırın. Batı da iktidarlarda dini objeleri kullanarak iktidara gelmektedirler... 

Norveç’te yaşayan Müslümanlara İmamdan dini telkinlerden bir örnek verirsek orada: Süleymancılar cemaatine mensup bir imam (adı bende gizli) Norveç-Drammen şehrinde bir dini toplantıda kuzu gibi dinleyen cemaate şöyle hitap ediyor: “...Bunlar (Müslüman olmayanlara dair) Allahsız, dinsiz, yıkanmazlar, koltuk altı kıllarını temizlemezler, leş gibi kokarlar. Bu imansızlar cehennemlikler, onları cehennem ateşi yakacaktır.” Vaaz-ı nasihat eder. Bu sözleri dinleyenler arasında oldukça çok Norveç’te doğmuş, orada büyümüz, oranın okullarında okumuş gençlerde vardı ama asla sorgulayan, eleştirenlerden olmayışları acayip...

Sonuçta başkalarına hoşgörülü toplum olmamanın acısı, sorgulama ve eleştirme yeteneği köreltilmiş kişilerde kontrol başkasında oluyor. Olmasaydı “Müslümanlara hakaret etti” diye Hollandalı film yönetmeni Theo Van Gogh’u bir Faslı katil tarafından öldürülür mü? Gerçekten hoşgörü sahibi Müslümanlara böyle bir günahı ortak eder mi?

Uygarlık hak edenler içindir. Uygarlığı hak etmeyenler için, uygarlık adına uğraşılar en tehlikeli iştir. İslam ülkelerinde iktidarları elinde tutanlar, muhalifleri her zaman potansiyel tehlike” olarak görür Dahi muhalif sivil toplum örgütlerini de “potansiyel suç örgütleri” olarak görürler; baskıdan, kovuşturmadan başlarını sığınaklarından dışa çıkaramazlar...

Doğu İnsanın Miskinliği
Doğu insanı hep böyledir. Kin ve nefretleri vicdanları saran bir kanserdir. Doğuda kin, hıyanete kadar götürür bazen insanları. Kin güdenler, geçmişin basit meselelerini hep büyüterek günümüze taşırlar. Eskinin masalımsı hikâyeleri “tarihi hatıralar” diye halka dayatırlar. Çağa ayak uyduramayanlar parlayan ışığın şavkını söndürmeye çalışırlar. Sanırım geleceğin Avrupa’sı böyle bir karakterle şekillenecek...

İslam ülkelerinde kin kusan cami imamları çoktur; kin kusan vaazlar verirler... Müslümanları köktenciliğe iten “ilahi” sözler ABD ve Batı için pek yararlı değildir. Değişik İslam ülkelerinden Batı kentlerini mekân tutmuş radikal ve siyasal İslamcılar için, camilerde dönen para cazibelidir. Kuran kursları adı altında toplanan paralar iç edilerek yandaş siyasi partilerle paylaşılmakta. Kara para aklama işi ise çok denetimsiz gelişen Avrupa kentlerindeki camiler, bazı sahtekârların kazanç sektörü haline gelmiştir. Parası iç edilen halka da “Allah korkusu” telkin edilerek susturulmuş ve egemenlikleri altına almışlardır.

Batı kentlerinde gelişen denetimsiz cami sektörü içinde, “Batıyı kendi silahlarıyla vurmalıyız” diye bir felsefeleri vardır. Yani, siyasi İslamcıların sevdikleri şey Batılıların salt paralarıdır. Batılıları kendi silahıyla vurma hedefinde önce paralarına sahip olma vardır. Avrupa ülkelerinde camiler salt ibadetgâhlar olarak değildir; siyasi sömürü, maddi sömürü dahi kendi egemenlikleri altında gerektiğinde tehdit ve şiddete yöneltme ve teröre entegre (bütünleşme) etmek gibi hallerde kullanmak maksadıyla güç oluşturmak niyetidir.

Denetimden uzak Avrupa camilerinde cemaatlerin hareketlerine bazı hallerde yerel hükümetler yardımcı olduklarına şahidiz. Bunu yapan ülkeler içinde en çok Almanya’dır. Radikal Müslümanların geldikleri kendi has ülkeleri hakkında olumsuz faaliyetleri geçici olarak Almanları neşelendirebilir. Elbette bir gün o silah kendilerini de vurduğunda iş işten çoktan geçmiş olur.

Genelde Cuma günleri, hutbelerde hiçbir denetime uğramadan imamlar; denetimsiz camilerde dehşet verici vaazlarla Müslümanları kin ve nefrete kışkırtmaktalar. Avrupa camilerinde görev yapan imamlar genelde cahiller, bir tarikatın ya da bir cemaatin emir ve görüşlerine biat etmiş kişilerden seçilmektedir. Bunların çoğunun finansını Suudi Arabistan kökenli “Rabıta” denen bir İslamcı örgüt tarafından sağlandığı gerçeği var.

İslam ülkelerinde dahi Türkiye de siyasiler din içine girdikçe, dinin adı değişti. Elbette herkes siyaset yapar dahi bu hakka sahiptir. Din ise Allah’ın faaliyet alanlarına girer. Siyasiler, siyasetini dinin alanı dışında yapmalıdır. Ama İslam ülkelerinde siyasiler bir türlü ellerini dinden çekmediler. Allah’ın olması gereken din faaliyeti alanına, soytarı siyasetçiler müdahale ederek din ile siyasi çıkar sağlamayı sürdürmekteler maalesef.

Ve bu kötü gidişatın adına biz “siyasal İslam” demekteyiz...
İnsanın alenen gelişmesini boğan siyasal İslamcılar, kişilerin kılık kıyafetlerine, yaşam tarzlarına karışıp İslam’da vazgeçilmez bir felaket sembolü oluyorlar ve zamanla normal Müslüman halk böyle sanıp kanıksar hale geliyor.
                        
Nüfuz Kıyaslaması:
Müslüman ülkeler de her geçen gün nüfuz artmakta. Avrupa Hıristiyan ülkelerinde ise tersi, nüfuz azalması ve yaşlanması var. Doğal olarak nüfuzda orantısız gelişen
Avrupalılar tedirgin olmaktalar. Avrupa kilise çevrelerinde azımsanmayacak kadar çok ruhban sınıf var. Dini siyasi ve inançlar üzerinde etkili değiller. Din otoritesi hakkında, kamusal alanlarda din üzerinde bir iddiada bulunamazlar... İslam ülkelerinde, hatta seküler bir İslam ülkesinde "ulemaya danışılmalı" (Türkiye) diyen bir başbakan bile çıkabiliyor...

Kimlik:
İslam ülkelerinde kimlik kazanmak, Müslüman gibi yaşamak içindir... İslam da sadakat vardır; yurtseverlik, milliyetçilik gibi dünyalıklar hoş karşılanmayan şeylerdir.

Batı toplumunda ise sadakatten çok, liyakate dayalı birey olmak ve ulus devletten yana bir kimlik kazanmak. Avrupa ulus devletlerde yurt severlilik ve milli çıkarlar önceliklidir...

İslam ülkelerinde "ulus devlet" bilincin oluşmadığından ulusal kavram anlamsızdır. Kişiler kendilerini belirlerlerken, bir topluluk, bir aşiret ya da bir cemaat-tarikat çizgisi içinde kendilerini tanımlarlar.

Bir ülke ya da bir ulus varlığı olan devletin vatandaşı olmaktan çok, içinde dinsel çağrışım olan yer ve bölge adıyla tanınmak isterler. “Şu aşirettenim, şu cemaat ve tarikattanım derler. Direk, “ben şu millettenim” demezler.

Ve dahi en çok Müslümanlar şu görüşte birleşirler "Müslüman Türküm, Müslüman İranlıyım, Müslüman Arap’ım" gibi sözlerle, bulunduğu ulusun başına “Müslümanlık" dinsel kimliklerini öncelikle belirlerler. Türküm, İranlıyım Mısırlıyım, Pakistanlıyım gibi ulusal kimlik belirleme İslamcıların bilinçlerinde pek yer etmez.

Müslüman ülkelerine ve tarihlerine bir baktığımızda İslam tarihi ve cemaatlerin tarihiyle karşılaşırız çokça. Avrupalı tarzında bir tarih ne yazık ki etnik açıdan hiç yazılmamış olduğuna şahidiz. Cemaatlerin ve İslam devletleri tarihi vardır hep. Örneğin Türk tarihi, kendi Tarihçilerinden çok başka ülkelerin (Çin, Bizans, Arap,  Roma, Rus) tarihçilerin yazdıklarından öğrenmişlerdir.

Yani örnek olarak Türk denen bir halkın yaşadığı; Türkçe denen bir dilin konuşulduğu ülke "din" adına Osmanlılar tarafından nerdeyse unutturulmaya yüz tutmuştu. Ancak "Türk" deme onuruna Batılıların verdiği biçimiyle "Türk" etnik kimliğine 1923 de Mustafa Kemalle ulaşılır.

Kimlik kaybetme sorunuyla karşı karşıya olan İslamcılar, Vatikan’ın “Dinler Arası Diyalog” karşı çıkarlar. Temelde inandıkları şeyin: “Hıristiyanların İslamlaşmasını önlemek ve Müslümanları zayıflatarak güçsüz ve muhtaç kılmak var” diye düşünürler. En dayanılmaz korkuları ise Vatikan’ın “Dinler Arası Diyalog” altında yatan düşünce: “Müslümanların Hıristiyanlaştırılması temeline dayalı bir Namert niyet” olarak bilirler ve düşünürler.

Ümmet:
İslam da yaratılmak istenilen şeyin milli toplum yerine "ümmet" toplumu dahi yurtseverlilik yerine "İslam severlik" daha muteberdir... Daha; milli olan şeyler, bayrak, üniter yapı laik devlet anlayışı reddedilenlerdir...

Batı toplumlarından tamamen ayrıştırmış bir biçimdir İslami gelenekler. Batı'ya olan kin ve nefretin temelinde yatan beleklere yerleştirilmiş İslam'ın değişmez radikal yapısı olan korku "İlahi makam Allah'ın ve onun hukuk sistemi dahi siyasi gücü"  Kâfir Batı'nın yaşam tarzına özenti duyan Müslüman gençler tarafından benimsenmesi İslam da korkunun bir başka boyutu olur... 

Ümmetçi bir bağnaz, Batı toplumuyla uyum sağlaması mümkün değildir. Batı toplumuna yanaşmış bir eğreti olarak durur. Kendi ülkesi, dindar Müslümanlarla da uyum da zorluk çeker hep. Ondandır İslam-i-dinci, bulunduğu Batı ülkesindeki toplumla da kaynaşması mümkün değildir. Bulunduğu ülkenin sonradan vatandaşı olması hiçbir anlam taşımaz şuurunda. Bulunduğu ülkenin toplumuyla ilişkileri gündelik, zorunlu iş ilişkilerinin dışında değildir. İçinde bulunduğu Batı toplumuyla sosyal ilişkileri kaynaşmış halli değildir. Tasada, kıvançta, bayrakta, vatan savunmasında ve daha vahim olaylarda ortak olmak gibi bir kavram ideallerinde hiç görülmez.

Devlet:
Güçlü devletlerin temelinde değişmez devlet politikaları vardır. Yöneten kişiler değişir devlet politikası değişmez. Bazı İslam ülkelerinde seçimle yöneten kişiler değişir, onlarla beraber devlet politikaları da alt üst olur değişir. Kişilik hırsı devlet politikasının önüne geçerek rakibine “güç” kanıtlamaya dönüşür. Bundan hep devlet zarar görür. Ondandır bir türlü İslam ülkeleri huzura doğru dikiş tutturulamazlar. Ucuz liderler ucuz işlerle uğraşırlar dururlar.

Karakter:
Çok yardım sever hali vardır. Yolda aracını sürerken bir trafik kazası görür basar firene durur ve yardıma koşar. Hızdan dolayı kazaya sebebiyet verdiğini ve dahi hıza dayalı kazada ölen ve yaralananların kan içinde yol kıyılarına savrulduğuna tanık olur, derinden üzülür, “vah tüh” der yaralılara acıyarak gereken yardımseverliğini yapar.

Sonra ne mi yapar? İşte orası çelişki yumağı. Atlar arabasına basar sonuna kadar gaz pedalına yaya geçidindeki geçit üstünlüğünün kendine ait olduğunu sanarak sağa sola saygısızlıkta önü alınmaz. “Hatalısın” diyenin canına okur bıçakla, silahla üzerine yürür, hatasını kabul ermez bir karakter arz eder; Çünkü onun her hatalı hareketi doğrularıdır.

Yukarıdaki örnek açıklaman İslam ülkelerinde var olanlardır...
Yokluk, yoksulluk insanları. Savaşların içinde emperyalist istilalar, siyasi karışıklıklar, salgın hastalıklar, doğayla mücadele zorlukları Müslümanları bir veli, bir dervişin, bir şeyhin büyüleyici karizmatik kişiliğinde kendilerine hami koruyucu bulmaya itmektedir. Bu bazen bir parti lideri, bazen de dini cemaat ve tarikat lideri olur. Onların sözlerinde ve söylemlerinde coşarlar. Bunlar gerektiğinde bağlı oldukları cemaat liderlerine aşırı bağlılıklarından dolayı önemsiz meseleleri bahane ederek devletleriyle çelişirler. Gerektiğinde silahlı mücadele de resmi din ve otorite ile çatışır halde olurlar.

Tembellik:
Bazı batılılara göre: “Arabizyonun girdiği tüm Müslüman, Arap olmayan topluluklara da tembellik birinci derecede yerleştirilmiştir” derler. Fransız tarihçi Daniel Linderberg: “Gerçeği itiraf etmeliyiz. Çok sayıda entelektüel, derinlerde bir yerlerde Arap halkının yaratılıştan geri olduğunu düşünüyor”  der.

Müslümanlar çalışarak para kazanmayı sevmiyorlar. Batılı İş disiplini ve iş ahlakı İslam ülkelerinde gelişmemiştir. Yolsuzluklar yoklukları üretmektedir. Kendi haline bırakılsa Müslüman’ın İslam’la da bir sorunu yoktur, sorun yaratan İslam’ı istismar aracı yaparak saltanat sürenlerin işi olmuştur her daim.

Amerikalı Donald Rumsfeld şöyle: “Müslümanlar petrol yüzünden miskin. Müslümanları miskin yapan petrol; Müslümanları fiziksel emek sarf etmeye karşılar. Petrol zenginliği Müslümanları çalışma gereğinden, çabadan uzaklaştırıyor”   demektedir.

Genelde Müslümanlarda iradesine sahip değiller. Biat kültürü esastır. Başkalarının iradeleriyle iş görürler. Kendi kendilerinin efendileri değiller, cemaat liderlerinin, tarikat şeyhlerinin söylemleri doğrultusunda davranırlar; onlara kölelik yaparlar.

İslam toplumlarında gerginliğin kaynağı toplumların istedikleri değildir ama gerginliği yaratanların figüran oyuncularıdır. İhtiraz, siyaset-tarikat-ticaret-cinsellik karesi içinde şiddet, tecavüz, eziyet, işkence gibi uygarlığın reddettiği şeyler yan yana yürür halde.    

İslam ülkelerinde tarikatların “başına buyruk” davranış biçimli halleri, Müslümanların kaidesi haline gelmektedir. Tarikat liderlerinin cemaatlerin örf ve adetleri mezheplere göre biçimlendirilmektedir, sıradan toplumda inanarak uymaktadır.

İslam ülkelerindeki hızlı değişim kimsenin fark edemediğidir. Geleneksel Müslüman aile ile çocukları arasında bile farklılıklar derinleşiyor. Giyim kuşam geleneksel ailede sürdürülürken çocuklarında “İslam-i kılık kıyafet” yaratılarak aileye yabancılaşmakta.

Çağdaşlık, Geleneksel Muhafazakârlık, Dini Muhafazakarlık                                İslam ülkelerinde dini muhafazakârlık geliştikçe, kişilerin modern ve çağdaş yaşama alanları daralıyor, kişileri etki altına alarak modern ve çağdaş anlamda ilerlemelerine, demokratikleşmelerine engel oluyor.

Müslüman ülkelerde çağdaş moderncilikten yana olanlar en az nüfuza sahip olanlardır. Gelenekçi muhafazakârların nüfuz oranı ise ikinci sıraya yerleşir. Üçüncü sırada i olanlar ise dini muhafazakârlardır. Bunların toplum içindeki oranı hayli çoktur. Çok zaman azınlıkta kalan çağdaş modernlere karşı güçlü ittifakları her zaman görülmüştür. Yani en kaba tabirle İslam ülkelerinde genel nüfuza oranla çağdaşlık ve modernlik yana olanların mevcudiyeti % 25- 30 olurken, gelenekçi muhafazakâr ve dini muhafazakârların nüfuz içindeki oranları %60- 65 olmaktadır.

Örneğin İslam ülkesi olan Türkiye’de çağdaş modern azınlık daha fazla okumuş, daha fazla yüksek öğrenim görmüşler, genellikle Türkiye’nin Batı kesimlerinde oturanlardırlar. Gelenekçi muhafazakârlar ise genelde Türkiye’nin orta kesimlerinde yaşayan genelde çiftçi topluluklardır ve küçük çapta ticaretle uğraşanlardan oluşanlardır. Bunların derdi, demokrasi var mı yok mu olsun dan daha çok keyiflerinin bozulmamasıdır. Bu kesim içinde devlet kapısında çalışan çok azdır.

Birde dini muhafazakârlar vardır ki, ülkenin her yerinde varlar. Kökenleri geleneksel muhafazakâr köylülerin şehirlere göçle yayılmalarından oluşanlardır. Bu inanç topluluğu her kesimden karışık olup eğitim düzeyi en düşük olanlardır. Bunların en çoğunluğu ise Kürt kökenli Güney Doğu Anadolu doğumlulardır. Kendilerini Kürt olarak tanımlayan bu topluluk Sünni Şafi mezhebinden dini muhafazakârlardırlar.

Çağdaş modernciler kadı-erkek kılık kıyafetleri itibarıyla hemen belli ederler kendilerini. Geleneksel muhafazakârlar ise orta yollu giyim kuşama sahipler. Dini muhafazakârların bazı erkeklerinde kıyafetler modern olurken bazılarında sarık şalvar, sakallı görünümleri itibarıyla kendilerini ayrıştırırlar. Bu dini muhafazakârların kadınları ise genelde başları kapalı, bir bölümü başı türbanlı, bazılarıysa çarşaf kullanırlar.

Türkiye toplumu içinde birde Aleviler vardır; çağdaş modern yaşamın yanında olanların yanında yer alanlardır. Aleviler, genelde çağdaş modern yaşamdan yana gözle görülür biçimde kendilerini geliştirmiş, çağdaşlık, modernlik konusunda ülke ortalaması üzerinde ayak uydurmuşlardır.

Oy dağılımında dini motifli Kürtler gelenekçi dini motifli muhafazakâr partilere oylarını verirken, Aleviler daha çağdaş modern görünümlü planları olan partilerin yanında yer alarak oylarını ona göre vermişlerdir.

 Avrupa da işçi göçüyle Türkiye’den gidenlerin büyük bir oranı işte bu saydıklarımız gelenekçi muhafazakârlar ve dini motifleri öne çıkaran dini muhafazakârlardan oluşanladır. Avrupa ülkelerinde uyumsuzluğun kaynağı da bundandır.

Ali ve evlatlarının çektikleri acıları ve mağduriyetlerine sahip çıkmışlara “Alevi”  denmiştir.

Osmanlının hilafetini Türkler (Azerbaycan, Türkmenistan, Kafkasya, Rumeli) ve Hint-Malay Müslümanları kabul ediyordu. Araplardan kabul eden yoktu…

Saidi Nursi ve Şeyh Said, İngilizler tarafından kurulan ve Doğudaki vatandaşları kullanmak için kurulan “Kürdistan Teali Cemiyeti” üyeleridirler.


TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...