17 Mart 2012 Cumartesi

ANADOLU'DA MOĞOLLAR


ANADOLU’DA MOĞOLLAR

Moğol süvari askeri Rusya içlerinde M.S.1223
Selçuklular ve ileri gelenleri Anadolu’da müthiş bir biçimde İran etkisi mimaride, edebiyatta sezilmeye başlar. Selçuklu Sultanları, aidiyetlerinin bile farkına varmadan, adlarını bile İslam etkisiyle Müslüman değil de, kendilerine İran-i mitolojik (M.S.9. Yüz yılda Firdevs’in Araplaşmamaları için İran halkının milli duygularını kamçılamak için yazdığı “Şahname” adlı ünlü yapıtında geçen kahramanlar) adlarını almalara kadar vardırırlar. Alâeddin Keykubat (1219- 1237) “Keykubat, Keyhüsrev, Keykaus, Hürmüz, Rüstem” gibi adların İranlı şair Firdevs’in “Şahname” adlı yapıtında geçen İran mitolojik kahramanları, en ilginci; bu kahramanlıklarını da Turanîlere (Türklere) karşı yaptığı savaşlarla ünlü oluşu.

İranlı şair Firdevs (930- 1020) yazdığı güçlü yapıtı “Şahname” İran ulusal destanıdır; 50,000 beyitten oluşmaktadır. İran ulusuna hayat ve coşku veren bir duyarlıkla geçmişe verilen en önemli anlatımdır. Bu tür İran edebi eserler Farsça, özellikle İslam-i şemsiye altında ince bir İran’ın ulusal geçmişini, tarihsel destancı geleneğini diri tutmak ve yüceltmek için yazılmıştır…  
 
Bir Türkmen ayaklanması olan Babailer Ayaklanması; Selçukluların kendilerine karşı anlaşılmaz biçimde yabancılaşmaları sonucu Baba İlyas ve Baba İshak önderliğinde gerçekleşmiştir. Türkmen Babailer Selçuklulara diz çöktürmüştür; en son paralı Frank askerleri sayesinde 1240 yılında her ne kadar Babailer ayaklanmaları bastırılsa da yorgun düşmüş bir Selçuklu Devleti var; 1243 yılında da Selçuklu yurdu Anadolu’ya girmeye yeltenen Moğollara karşı Kösedağ savaşında yenilen Selçuklular, Anadolu’daki egemenlikleri sona bulmaya başlar...  

Her ne kadar Türkmenler Selçuklulara karşı memnuniyetsizlikleri olsa da Türkmenlerin Anadolu’yu Moğolların işgaline izin vermediler. Pek çok Türkmenleri Selçukluların egemen zulmünden ayıran durum, kentlerde yaşayan Türkmen karşıtı, Selçuklu yanlısı; rejimle uzlaşırken, Moğolların Anadolu’ya girişine de alkış tutmuşlardır; ama kırsal kesim Türkmenlerin iyi-kötü rejimle didişmeli olsalar da Moğollara şiddetli biçimde karşı savunmada olurlar.

Bektaşiler, Babailer bağlantısı olarak bu Türkmenlerden oluşur. Osmanlı yönetimi için de “gazi ruhlu” Bektaşilik çok önem kazanır. Türk dilde mistik ve epik bir zengin edebiyat geliştirirler. Bunu takiben aynı dönem şehirlerde gelişen Mevlevilik ise Fars edebiyat varlığını Anadolu da sürdürürler. Dahi Türkmenlerin aksine Başta Mevlana Anadolu da Moğollarla iş birliği yapar.

Moğol Kasırgasından Sonra Anadolu
Yeniden gelirsek Moğollara; Türkler Moğol işgalinden kaçsalar da Anadolu’ya yakın ilişkiler, yakın kültür, Türklerle Moğolları birbirlerinden ayrılmaz kıldı; derinlemesine ilişkiler sonucu Moğolların az olan ama vurucu hâkim nüfuzları zamanla Anadolu’da Türklerin kat ve kat fazla nüfuzları karşısında Türkleşerek eriyip gittiler. Moğollar 1260’a gelindiğinde Batı İran-Irak-Dicle-Fırat nehirleri arasında Hülagu Han oğullarının elinde, Altın Ordu Devleti Rusya bölgesinde hâkim, Orta Asya’ya da Çağatay Devleti hâkim olur. İlhanlılar Devleti de, Moğol-Türk kaynaşması sonucu ve dahi İran etkisinde kalarak Şii Müslüman olurlar. Böylece; 4 ayrı Devlete bölünen Moğollar kasırga gibi esip sağı solu yakmış-yıkmış olsalar da geniş alanlardaki egemen güçlerini rağmen Anadolu’da  bir “Moğollaşma” sonucuna varılmamıştır. Moğollar-Türkmenler sosyal yapıda, kültürel alanda uyum göstermede zorlanmadılar Bilakis İran-Irak ve dahi Türklerin yaşadığı bütün topraklar üzerinde Moğollar “Türkleşme” ile sonuçlanmış olur.

Moğol Tarihine ışık tutan ve İslam coğrafyasının en geniş biçimde tarihini yazan Hulagu han’ın katibi, Cüveyni, Moğol fetihlerini, Harzemşahları, ve Haşaşilerin tarihini anlatan Yahudi dönmesi tarihçi Reşideddin Fadlullah hem de İlhanlı Ordusunun başkomutanıdır. Tarihçi Reşididdin’e göre 1300 yılında İlhan Gazan Han, İlhanlı Devletinin Başkanı olur. Devleti Cengiz Han yasalarına göre yönetir. Ve dahi Kadınlar kurultayı bile oluşturur. 70 yıl sürer İlhanlılar Devleti. 1330-1340 yıllarında çöker. İlhanlı Devletini takiben Altın Ordu Devleti de bu tarihte çöker.  

Moğolların Ortadan Kaldırdığı Hasan Sabah’ın Kurduğu Haşaşilerin Kısa Tarihi: 
150 yıl Abbasi İslam Halifelerine kafa tutmuş hasan Sabah’ın kurduğu Alamut Kalesindeki “Haşişiler” 1256 yılında Moğollar tarafından tarumar edilirler. Sonra Bağdat’ı alan Moğollardan Hülagu Han 1258 yılında kan gölüne çevirir ve Bağdat’ta ki Halife Mutasım’ı da öldürür. 
Selman ZEBİL   


12 Mart 2012 Pazartesi

ARAPÇADAN KERAMET ARAYANLAR


ARAPÇADAN KERAMET ARAYANLAR
Arapça dili bilmek, din bilgini, dini bilmek anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, dili Arapça olan her Arap bir din bilgini ve dine hâkim olurdu. Hala ülkemizde, görüşleri kıt, olaylara, içinde yaşadığı dünyadaki gelişmelere bakışları çok farklı, Arapça dil bilmeyi marifet sayıp önemsemek isteyenler var. Birden fazla dil bilmek iyi bir şeydir. Elbette Arapça bir dil olarak öğrenmek fazlalıktır kişiye. Arapça bilmek, Arapçadan keramet beklemek başka amaçlılıktır.


Kaşkarlı Mahmut,  “Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında İslamlar içinde Türkler, ezici çoğunluktadır. Türkler İslam’dan sonra İranlı halklar içinde erimişlerdir.”  der.


Ümmet:  Aynı inancı paylaşan kimselerden oluşur. Soy ise aynı kandan gelen; aynı kültürü paylaşan, aynı dili konuşan, sınırları belirlenmiş aynı devlet içinde yaşayanların kıvançta ve elemde ortak paydada, ortak birlikteliğin, ortak topraklar üzerindeki adıdır.


Kişilerde soy bilinci güçlü oldukça ümmet bağı zayıflar...
Din, uluslara kendi değişmez kurallarını vurgulamak ister. Soy ise kendi damgasını ülkenin taşına toprağına vurmak ister...


Türkler, kendi İslam’dan önceki köklü uygarlığını İslam içinde eritirken, İran, Hint gibi köklü uygarlıklar İslam’a kendi uygarlıklarını da katarak yaşam biçimi haline getirmişlerdir.


Dahası; Türkler İslam’ı kendi özgün yerinden öğrenmemiştir. Türkler İslam’ı daha çok Farslardan öğrenmişlerdir. Buna kanıt olarak örnek verirsek, İran Zerdüşt dininden kalma dinsel sözcükler İslam’ın içine katarak kullanılmıştır. Bu sözcüklerden bazıları Kurandaki özgün adı  “vudu”  Farsçadan  “Ab-dest”  Ab-su, dest-el anlamına  “el suyu”  olmaktadır.


Dahi; Kur-an’da ki özgün adı  “Salât” olan yine eski İran Zerdüşt dininden  “ibadet” etmek anlamı  “Namaz” oluverir.  Yine Kur-an’da   “Savum”  olan sözcük, İran dilinden dilimize  “Oruç”  olarak geçmiştir.


Daha ilerletirsek, Selçuklu Sultanları ve Osmanlı Sultanları dillerini Türkçeden Farsçaya kaydırdıkları bir yana, İran mitolojisinde, İran destanlarından biri olan ve 9. Yüz yıldan sonra hızlıca İslamlaşarak Araplaşan İranlılara, İran milletçiliği aşılamak amacını güden Firdevs’in bin yüz yıl önce yazdığı “Şah Name” adlı destanî yapıtındaki kahramanların adlarını kendilerine yakıştırmışlardır.


İlginçtir; bu adı geçen kahramanların kahramanlıkları neye dayanıyor bilen var mı? Söyleyeyim: Keykubat, Kayhüsrev, Keykavus, Hürmüz, Hürrem, Zal, Rüstem Turanî kavimlerle yaptıkları ve Turanîlerden kopardıkları başlara göre derecelendirilmişlerdir. 


Örneğin, Beyinlerimizde iz bırakan “Zal Oğlu Rüstem”  kimdir bilen var mı? İranlı bir destan kahramanıdır. Türklerinde destan kahramanları vardır, siz hiç duydunuz mu bu Türk destanlarında adı geçen kahramanların adlarını koyan? Yok. Osmanlı’da bir tek “Orhan”  (Şehrin Kağanı)  anlamına gelen adla karşılaşırız. Ama babası Ertuğrul Gaziden geriye baktığımızdaki adlar hep öz Türkçedir.


İran, İslam altında İran kültürünün izlerinin yatığının farkındayız. Türkiye’de de eski Türk kültürünün Anadolu Alevi-Müslümanların İslam’ı altında korunduğuna şahidiz. O zaman kim daha iyi Türk, Kim İran-Arap’tan yana bakmak lazım!  Demem şu ki; Ne iştir ki; İran kendinden yana, İslamcı Türkler de İran’dan yana...


Söylenildiği gibi Arapça öyle bir bilim dili falan değildir:  “Arap’ın kişiliğine uygun özellikler taşıyan halk toplulukların Arapça ses ezgisinin tonunu ayarlayan bir tür söylev dilidir”  der İlhan Arsel   “Arap Milliyetçiliği ve Türkler”  adlı yapıtında.


Halk kitlerini coşturan, zihinleri, kişileri büyüleyen, çok farklı ses tonlarıyla aynı şeylerin izahını farklı yorumlayan bir yapısı var Arapçanın. Arapça içindeki birçok bilimsel sözcüklerin kökeni Yunancadan geçmiş, Arap aksanıyla konuşulan sözcüklerdir...


Sonra Arapçayı geliştirip bilim dili durumuna sokmaya çalışanlar Araplar da değillerdir. İslam’a geçen Arap olmayan milletlerin büyük düşün adamlarıdır. Ebu Nasır Farabi bunlardan birisi, aslen Türk’tür.  Aynı Farabi şehir doğumlu Farabi’nin hemşerisidir.


Ebu Nasır Farabi’nin yazdığı sözlük  “Lügat-ı Cevheri”  adlı yapıtı ile Araplara şöyle hitap eder yazdığı Arapça lügatini uzatarak:  “dilinizi bir yabancıdan öğreniniz”  der.


Emevi İslam’ı ve Emeviler İslam’ın resmi dili olarak kabul etmelerinden sonra Suriye, Irak ve Afrika, Berberi halklarının dillerini, dahi dünyada en gizemli harikalar yaratan Mısır uygarlığının dili Arapça kazanında kaynatarak eritip Araplaştırdılar.


Geçmişte Arapçanın etkisinde kalıp Arapça yazan tarihteki Türk bilim adamları şöyle: Farabi, El Burini, İbni Sina, Ebu Nasır Farabi, gibi Türk bilginler yapıtlarını Arapça yazdıklarından dolayı dünya bilim çevrelerinde  “Arap bilim adamları”  olarak anılmaktadırlar.


Bunların içlerinden Kaşkarlı Mahmur Türk dilinin gelişmesinde öncülük  eder Türk dili onunla zenginleşir.  


8 Mart 2012 Perşembe

TARİHİN ARKA TARAFINDA KALANLAR


TÜRKLER ARASINDA DIŞTAN GİREN DİNLER ve ETKİLERİ
Türkler bulundukları bölgelerde dıştan giren dinlerin etkisi altında olduğu görülmüştür. Orta Asya’da değişik yüz yıllar içinde Budist, Mazdek, Mani, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin etkisi altında kalmıştır.


BUDİZİM;
Bir örnek verirsek, Yüçen Türkleri kuzey Hindistan bir imparatorluk kurarlar. Yüeçi hükümdarı Kanişka, siyasi bir gereklilik üzerine Budizm’i kabul eder ve Budizm’in yayılmasına destek sağlar. Budizm’in gelişmesi için dış devletlere heyetler gönderir. Dahi sikkeler üzerine de Buda’nın resmini koyacak kadar da dindarlıkta ileri giderler.


Hiouen-Tsang adlı Çin’li gezgin, M.S. 7. yüz yılda Kuzey Hindistan’ı ziyaretinde tanık olduğu olaylardan biri,  “Kanişka”  adının Budistler arasında en büyük veli gibi takdim edilir olduğunu yazar.


Yine başka bir Baktriyan’ı ziyaret eden Fa-Hiya adlı Çinli M.S. 402:  “Kanişka tarafından inşa edilmiş birçok dini müesseseler gördüğünü”  kaydetmiştir. Bir başka Budist tarihçi bilgin Sanang Seçen, Kanişka’dan şefkat ve atıfet kralı unvanı ile söz eder...


Dahi, Çin de büyük bir hükümdarlık kuran Topa Türklerinden Vei’ler döneminde Kuzey Çin’de ki Türkler arasında yayılır. Vei hükümdarlarının Budizm’e olan mecburiyetleri, sanat ilişkilerinde çok önemli sonuçlar verir. Türkler arasında bayındırlık, resim ve heykeltıraşlık anlayışı gelişir, Kuzey Çin’de muazzam dini mabetler meydana getirirler.


M.S. 6. yüz yılsonlarına doğru da Tukyu Kağanı Topa, Budistliği kabul eder; Orta Asya Türkleri arasında yayılmasını sağlar ve başkentinde büyük bir mabet (Kia-Lan) yaptırır. Bu mabet Orta Asya da yapılan ilk  “Sangharama”  olur. Her ne kadar Tukyu Kağanı Topa, tutucu Budist biri olmasına rağmen, kendisinden sonra bu din Tukyu’lar arasında yaşayamaz. Daha Sonraları Budizm’i Uygur Türkleri kabul ederler ve öteki Türkler arasında yayılmasını sağlamaya çabalarlar.


Gezginci Rübrük M.S. 1253, İli şehri kuzeyinde, Kayalık şehrinde (Türk-Moğol imparatorluğunun ilk dönemlerinde) Budist dininde Uygurlara rastladığını kaydeder.


ZERDÜŞT DİNİ;
Zarahustra (Zerdüşt) tarafından İran’da meydana gelmiş olan Mazda dini, Seyhan ve Ceyhan nehirleri çevresinde ve Baktriyan dolaylarında ki Türkler arasına sokulmuştur ama bu sahaları aşamamıştır. Arap istilaları zamanında Fergana, Buhara, Semerkant, Belh ve Harzem bölgelerinde de Ateşperestler bulunduğu bilinmektedir. 


MANİ DİNİ;
M.S.3. yüz yılın sonlarına doğru İran’da alana çıkmıştır. İlk kez 6. yüz yılda Türk illerine doğru yayılmaya başlamıştır. Birkaç dinin karışımı olan Mani dini, bir ara Uygurların resmi dini olur. Seyhan ve Ceyhun nehirleri dolaylarında da pek çok taraftar toplar.



8. Yüz yılda Uygur Kağanlığında bulunan Böğü Kağan (M.S. 762) Kuzey Çin’e yaptığı bir gezi sırasında, Soğut taraflarından buralara gelerek ticaretle uğraşarak ve aynı zamanda Mani mezhebi misyoneri olan Soğdakları alarak sarayına getirir. Bunlardan Mani dinin mahiyetini ve geçeklerini öğrenir ve Mani dinini kabul eder. Uygurların en zengin ve en mesut ve medeniyet itibariyle en yüksek dönemleri Mani dininin kabulünden sonra başlamış ve bu kutluluk yüz yıl sürmüştür.


HIRİSTİYAN DİNİ;
Hıristiyanlığın Türklerle ilk ilişkisi Nesturiler vasıtasıyla olmuştur. Aforozlanan İstanbul Patriği Nesturiyusun taraftarları Doğu Roma İmparatorluğu ülkesinden kaçarak İran Hükümdarına sığınırlar. Horasan’da bunlar ilk defa (Merv) bir metropolitlik inşa ederler.

Sonra da Semerkant piskoposluğunu kurarlar. Buradan da M.S. 5. yüz yıllarında Nesturi misyonerler Türk illerine yayılarak oldukça çok taraftar kazanırlar.


M.S. 762 tarihinde Orhun dolaylarında, Uygurlara ait bir Çince kitabede, Uygur Kağanı İdi Kut’un, Nesturiliği öğretmek için Çin’den Nesturi rahipler getirttiği belirtilmektedir. Selçukluların da, İslamiyet’i kabulünden önce Hıristiyan oldukları söylenmektedir.


YAHUDİ DİNİ;
Orta Asya Türkler arasına Hıristiyanlık Doğu Roma İmparatorluğundan kovulan Nesturiler tarafından sokulmuşsa, Yahudilikte benzer biçimde, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu sınırları dışına çıkarılan Yahudiler, Hazarlara iltica ederek sığınırlar. Sonra Yahudiler, orada da dinlerini geliştirilmesine çalışırlar. Dahi Hazar Kağanına, Hazarlılara Musa dinini kabul ettirmeye çalışırlar ve başarılıda olurlar. Şu günümüzde Türk dilli Yahudi Hazarlar ve Kırım sınırları içinde bulunan ve Karaim denilen Musevi Türkler bu koldandır.


İSLAM DİNİ;
Halife Ömer zamanında İslam ordularının doğuya yönelişi ve Kaddisiye savaşları, İran-Sasanileri ile Arapların Nihavent meydan çarpışmalarında, İranlıların Araplar karşısında direnişlerinin kırılması sonucu, bütün İran toprakları Arap istilası altına girmesiyle İslam dininde İran topraklarında gelişmesini sağlamıştır. İran Hükümdarı Yezdicürd’e, Araplar karşısında Belh önlerindeki mücadelesi sonuçsuz kalır; başarı Arapların olur. Böylece Horasan’da İranlıların elinden çıkar, Arap yönetimine girer. İşte tam hal böyle olunca, Arap orduları Ceyhun boylarına; Türk sınırlarına dayanmış olurlar.


Tam bu sırada M.S. 6 yüz yıl ortaları, doğu-batı olarak ikiye ayrılmış olan Tukyular devri; Orta Asya Türklüğü istenmeyen sonuçlar içinde çırpınıyordu. Sint havzası küçük-küçük beyliklere bölünmüştü. Bunların başında Soğut, Buhara, Tohoristan, Esruşne, Şaş, Keş, Fergana, Heytal, Çanbülistan, Komet, Vahan, Odiyana küçük beylikleri idi. Bu beylikler kendi aralarında bir birlik sağlayamadılar; İşgalci Araplara karşı bir direnç sergileyecek durumda değillerdi. O nedenle Ceyhan ve Seyhan nehirlerini aşmada ve Sint dolayları Arap yayılmacılara karşı açık demektir...


Zalimlik ve zulmet, Halife Ömer’den sonra Araplar arasında var olan husumet, Muhammed’in en büyük düşmanı Ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin İslam halifeliğine hile, desise ve zor kullanarak geçmesiyle, Emevi hanedanlığının eline İslam’ın en yüksek halifelik makamı geçmiş olur.


Arapların, Halife Ömer’den sonra iç çekişmeleri yüzünden Arapların doğuya yürümeleri bir müddet durdurulur. M.S. 681 yılında bu fırsatı değerlendiren Eski Tukyu hanedanı prenslerinden Kutlu Kağan, yeniden Türkleri toparlar ve Türk devletini gönence boğar.


Ne zaman Emevi Halifelerinden Abdülmelik’in menşur zalim Haççaç’ı, 698’de Horasan valiliğine atar. O zaman Moğolistan’dan Seyhan boylarına kadar uzanan alanlarda Kutlu Kağan sülalesi yönetiminde bulunuyordu.


Horasan valisi zalim Haççaç, Türk illerini istilaya memur atadığı, yine zalim Kuteybe’yi bu bölgeye (M.S 705) gönderir. Kuteybe’nin Horasan valiliği zamanındaki Araplar Türk illerine doğru ilerlemeye başlarlar.


Türkler, istilacı, çapulcu, yağmacı Araplara karşı direnç göstermişlerdir. Böylece çapulcu Arap ordularına karşı Türkler, yıllarca vicdani, siyasi ve kültürel özgürlüklerini korudular. Emevilerin kan emici kumandanları Türkistan da seller gibi Türk kan akıttılar; on binlerce ocaklar söndürdüler. Öyle olduğu halde, Araplar İslam dinini bir türlü bu bölgelere sokamadılar...


Kuteybe, her geçtiği Türk yurtlarını, Türk kanıyla bulayan bir acımasız zalimdi. Ceyhun nehri ile Buhara şehri arasında ticaret ve zengin servetli ünlü Baykent kentini yağma ettikten sonra, her ne varsa yakıp yıktırır. Daha sonra da, Talkan, Toharistan, Fergana, Buhara ve Semerkand gibi Türk kentlerini yağmalayarak harabeye çevirir. Bu kentlerin içinde yaşayan Türk halkından, genç-yaşlı, çoluk-çocuk katlettirir, genç kadın ve kızları da cariye olarak Şam saraylarına gönderttir.


Ve dahi kültür katliamı da yaparak, Türklerin ibadethanelerinde bulunan çok kıymetli altın ve gümüşten yapılmış heykelleri, şamdanları eritilip sikke yapılmak üzere Şam saraylarına yıllarca deve yükleriyle taşınır; Türkün el emeği, göz nuru eserleri tarihten böylece silinir gider.


13 yıl boyunca doymadan Türk kanı dökerek Emevilere şan ve şöhret kazandıran zalim, nankör Kuteybe, Arap halifesi Süleyman, Kuteybe’nin Türklerin çok değerli altın, gümüş yağmalanmasından fazla kuvvetlenmesine ve bu kuvvetini kendine karşı  “kötüye kullanır”  kuşkusuyla Kuteybe’yi, kardeşlerini ve bütün ailesiyle birlikte M.S. 717 yılında öldürtür.


Yerine geçen yeni Arap genel valisi Yezit bin Muhallep’te selefinin yolunu takip ederek, Türk illerinde yağmalama, katletme niyetlerinden İslam dinini bölgeye yaymanın önüne geçer. Bu kişide,  Halife Yezit bin Abdülmelik’in emriyle bütün hanedanı ve çevresiyle birlikte Kuteybe’nin akıbeti gibi imha edilerek ortadan kaldırılır...


Bu durumdan yararlanan Türk Bilge Kağan ve kardeşi Kül-Tegin ile birlikte İrtiş nehrini geçerek, Arapların tehdit ve zulmünden biraz olsun uzak kalarak Maveraünnehir (Amu Derya, Sırı Derya, diğer adları, Ceyhan ve Seyhan nehirleri)  ötesinde Türkleri toparlar. Lakin bu devlette (M.S.745) iç karışıklıklar yüzünden yıkılınca, tekrar Arapların istila tehdidiyle karşı karşıya gelirler. Bu da Orta Asya Türklüğü için pek feci olur. Bundan vazife çıkaran Çinliler, doğudan batıya doğru, Araplar da batıdan doğuya doğru ilerlemeye başlarlar. Bu iki kıskaç arasında sıkışır kalırlar Türkler. 


Kuteybe’nin Türk ülkelerinde yaptığı zalimlikleri anlatan ve Türk tarihine ışık tutan belge niteliğinde olan,  “Vezir Tonyukuk ve Bilge Kağan yazıtları”  Kuteybe’nin Türk illerinde; Türklere yaptığı kötülüklerden dolayı M.S. 632’de Bengi Taşlara yazılır.


Türk illerindeki Arap yağmacılığı öylesine çekici hale gelmişti ki, yağma yapmak için Türk öldürmek, şehirleri harabeye çevirmek zevk verir hal almıştı. Çünkü talan ve yağmalama olayı öyle korkunç boyutlara ulaşmıştı ki, Türk illerindeki yağmadan zengin olan Araplar, Türklerin Müslüman olmalarını asla istemediler; asla Türk illerinde İslam dinin yayılması değildi amaçları. Türk illerini yağma ve kıtaldi. Her şeye rağmen, Arapların Türkleri Müslümanlaştırma diye bir amaçları olmasa da, Türkler, Arap yağmacılarından kurtulmak için kendiliğinden İslamlaştılar. 


Arap ordularının insafsız muameleleri Türk halkını Araplardan ve temsil ettikleri dinden uzaklaştırıyordu. Dahi Araplar; bazı Müslüman olmuş Türklere bile eziyet etmekten ve ezmekten çekinmiyorlar; zevk alıyorlardı. Bu halleri gören Türk halkı, İslam’a uzak kalıp bir türlü Müslümanlığa ısınamıyordu, İslam gibi görünüp, eski dinlerini İslam dini altında örtüleyerek sürdürmeyi yeğliyorlardı.


Türkler, ne zaman Araplardan uzak, kendi ırkdaşları hükümranlığı ellerine alınca, kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmeye başladıkları olur. Böylece İslam, Orta Asya Türkleri arasına Arap zulmüyle değil de ırkdaşlarıyla sokulur. Halife Ömer zamanında Kafkaslar ve kuzey Türklerine giremeyen Müslümanlık, yine kendi ırkdaşları olan, Kafkas ve Hazarlara sığınan Müslüman Harzem Türkleriyle girer. Çok kısa zamanda İslam, Volga nehri kıyılarına kadar uzanır, Kumanlar ve Bulgar Türkleri de Müslümanlaşırlar.


Demem o ki; İslam dini Türkler arasına kendi ırkdaşları Samaniler, Ceyhun nehrinin öte tarafında (Maveraünnehir) bir İslam devleti kurmalarıyla olur. Orta Asya’nın Çok geniş sahalarına dağılmış bulunan Türk budunları olan Karluklar, Türkeşler, Oğuzlar İslam’a öyle ısınırlar. Sonuç olara M.S. 9. yüz yılda çok büyük bir kısım Türkler İslamlaşmış olarak tarih sahnesine çıkarlar. 


İslamlaşmadan Onların din anlayışında resim yapmak dinen günah sayılmazdı. İslam olmakla birlikte: “Yaratıcının yaratılmış resmi tasvir edilemeyeceği”  gereği Onlar taşlara ilk zamanlar süsleme sanatında hayvan ve insan figürleri yapmalarını engellemez. Ama İslamlaşan onların resim sanatında bir gerileme görünür; zamanla sertleşen din ile resim yapma eğilimi kırılır; yerini ebru sanatı gibi soyut sanatla ilgilemeler ve arabesk yazıyla (hat) bezemeler alır ta ki cumhuriyet dönemine kadar.   


7 Mart 2012 Çarşamba

AHİYEN-İ RUM TEŞKİLATI KURUCUSU


AHİ EVREN (1171-1261)

Ahi Evren Nasirüddin Mahmut kimliği gerçek kimliğidir. Azerbaycan’ın Hoy kentinde doğmuştur. Öğrenimini Haorasan ve Maveraünnehir de tamamlamıştır. Eş-arî kelamcısı Fahrettin Razi tarafından eğitilmiş sonra Bağdat’a gelerek 1204’de fütüvvet teşkilatına girmiştir.

1204 yılında hocası ve kayınpederi olan şeyh Evhadüddin Kirmani ile Anadolu’ya taşınmışlardır. Kayseri’ye yerleşerek Ahi teşkilatını 1225’de kurmuşlardır. Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat isteğiyle Konya’ya gelerek, Konya da da Ahi teşkilatını kurmuştur.

Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Babai ayaklanmasına karıştı iddiasıyla Konya’da 5 yıl tutuklu kalmıştır. Konya’da ki tutukluluk süresinden sonra serbest kalan Ahi Konya’dan Kırşehir’e yerleşir. Kırşehir’de Ahilerin başlattığı ayaklanmada 1261’de Ahiler ve Ahi Evren öldürülür.

Anadolu Selçuklular döneminin en güçlü fikir adamı olan Ahi Evren, dahi irfan sahibidir. İbni Sina’ya derin hayranlık duyarmış. Döneminde Ahi Evren  “Danışmend-i Rumi”   diye anılır.

“Gönlünü Muhammed’in sözüne bağla, ey Ali’nin oğlu! Ebu Ali’ye uyman daha ne kadar sürer? Yolunu gösterecek bir yol (Akıl gücüne) sahip değilsen, Kureyşli (Muhammed) önder, Buharalı (İbni Sina) önderden daha iyidir.”

Ahi Evren, ticarette rekabet hırsını, insafsızlığı, itilafı ortadan kaldırmak için, Anadolu’da iş yönetimlerine bir düzen getirmiştir. Ahilikte çalışma ortamları dayanışma düzeni ile  Ahi Seçere Nameler”  ve  “Ahi Fütüvvet Nameler”  meydana getirerek kurallı bir dünyanın en kapsamlı ticari örgütünü kurar.

Bütün sanat kollarının ve bu kollara ayrılmış, bütün toplulukların uğraşı alanları insanların birer yasal alanları olarak, insanlara mutluluk, refahı ve sanatlarını geliştirme yolunda katkı sağlamıştır. Ahi Evren felsefesine göre, şehirlerde sanayi kollarının gelişmesi ve sanatçı sanatını en iyi bir şekilde icra etmesi.

Bu düşünceler devrin sultanları tarafından desteklenmiştir. İlk sanayi sitesini kurduğunu, bu sitenin debbağlar (dericiler) sitesi olduğu biliniyor. En iyi ilgi çeken yanı bu dericiler sitesinde hanımlar içinde çalışma yerlerinin olmasıydı. “Ahilerin kız ve hanımları (Anadolu Bacıları) adıyla anılan bir de teşkilat vardır. Bu kız ve hanımlar, bu sanayi sitesinde, kadın el sanatları, el halıları dokurlardı”  der. Mikail Bayram, “Mevlana ve Ahi Evren Çekişmesi”  adlı yapıtı sayfa 193

Mevlana, Ahi Evren'in geliştirdiği Anadolu Türkmen esnaf örgütlenme yeteneğinden çekinir ve Ahiliğe karşı harekete geçer. Birisinde güç, kalabalık ama yoksul Türkmenlerden olur, ötekinde az nüfuza sahip ama güç Sultanlardan. Mevlana mutasavvıftır ve iyi bir şairlik yanı da vardır. Ama Mevla’nın bir de pek görülmek istenmeyen zafiyeti vardır ki siyasi yanı ve fikri yönüne girdiğimiz zaman kinci ve intikamcı olduğudur. Karşısında muhalif olabilecek kim varsa imha etmekte hiç terettüp etmeyen hali, Anadolu’yu istila eden Moğollara kucak açıp onları rakiplerine karşı kullanmayı bilmiş olmasıdır.


6 Mart 2012 Salı

GEÇMİŞTE ANADOLU DA SOSYAL HALK HAREKETLERİ



ANADOLU DA ETKİLİ DÖRT SOSYAL HAREKET
Şöyle ki, Osman’dan Orhan’a kadar dönemde Göçebe Türkmen nüfuzun desteğini alan Osmanlının yapısını geliştiren dönemin dört sosyal eğilimden söz eder Âşık Paşa Zade “Garipname”  adlı yapıtında. Bunlar:


GAZİYAN-I RUM


AHİYAN-I RUM


ABDALLAN-I RUM


BACYAN-İ RUM

Osmanlının var olma temelini oluşturan dönemin sosyal kurumlarından olanlardan:


GAZİYAN-I RUM: Yurt savunmasında savaşçılar sınıfı.


AHİYAN-I RUM: Sanatçılar sınıfı ve dini halk toplulukları.


ABDALEN-İ RUM: Dini toplulukları, kolanizatör dervişler ve ”Tahta Kılıçlılar”


BACIYAN-I RUM: Anadolu da ilk kadınlar harekatı örgütleridir.


Bunların içinden Bacıyan-ı Rum lideri Fatma Bacı,(Kadıncık Ana) Hacı Bektaş Veli’nin yanına, kocası Ahi Evren’i öldüren Moğol valisi Nurettin Caca’nın şerrinden kaçıp sığınmıştır. Antalya-Elmalı’da tekkesi bulunan Abdal Musa, Kadıncık Ana’nın mürididir.

Osman Gazi’nin kayınbabası Şeyh Ede Bali, Hacı Bektaş ve kardeşi Menteş 1240 Babai ayaklanmalarında bulunurlar. Kıyımdan canlarını zor kurtarmışlardır. Âşık Paşa Zade’ye göre: Hacı Bektaş’ın kardeşi Menteş (Mintaş) Baba İlyas’a Sivas’ta katıldı ve mürşidi ile savaş alanında öldürüldü. Sonra dili Türkçe olan Türk halk tarikatının en büyüğü olan Bektaşilik, Türk halkının  “velisi” Hacı Bektaş Veli, göçebe Türkmen muhitlerinde sosyal bir olgu olarak gelişir...

Selçukluların sonunu hazırlayan, Osmanlıların ilk yarısından sonra Selçuklulaşan Osmanlılar, kent merkezlerinde İranileşmiş ve İslamlaşmış nüfuzu ile Türkmenler anlaşamıyorlardı. Kentlerde oturanlar, göçebe Türkmenleri hakir görüyorlar, gelenek, görenek ve dilleriyle alay ediyorlardı. Onlara: “Etrak-ı bi idrak” (kaba saba, gelişmemiş) diyerek Türkmenleri aşağılıyorlardı...

Gerçekte onlar, dünya dinlerinin çoğunu tanıdılar, öz dinleri olan Şamanizm’i İslam dini örtüsü altında sakladılar. Türkler de yönetici kesim İslam’a yöneldikçe, Peygamber’in ümmeti içinde yer aldılar. “Türk” sözü ise küçültücü  “yaban, köylü”  anlamını aldı...

Lakin her şeye rağmen Anadolu’da Türk kökenini kurutmaya güçleri yetmez. Çünkü Türkistan Anadolu’ya sürekli taze kültür pompaladı durdu Türkmen  göçlerle. Bunların tamamı Türkistan menşeliydiler ve sanları:

A-  Türkistan Erenleri,


B-  Horasan Erenleri,


C-  Rum Erenleri adlarıyla üçe ayrılırlar.

Örneğin Hacı Bektaş Veli Horasan Erenlerinden olup Anadolu-Suluca Kara Höyük’te yurt tutmuştur. Demem o ki, Eğer bir görüş belirteceksek, Anadolu’ya gelen erenlerin tamamı Türkistan-Semerkand merkezli piri hep Ahmet Yesevi olur; Ahmet Yesev-i ile bütünleştikleri görülür.

RUM ERENLERİ:  Kültür kanı Türkistan’dan gelir ama Anadolu’da doğma ve gelişme bir kurumdur.


HORASAN ERENLERİ:  Şimdi İran sınırları içinde kalan Horasan (her ne kadar Horasan bir şehir adı olsa da Türkler içi geniş bir bölgenin adıdır) bölgesi topraklarında doğarlar ve Anadolu’ya oradan gelirler.

TÜRKİSTAN ERENLERİ:  Kaynakta doğarlar gelişirler Anadolu’ya oradan (Anayurttan)  gelirler.





5 Mart 2012 Pazartesi

ANADOLU'NUN TÜRK-İSLAM YURDUNA OLMASINA DOĞRU


Abdalleni Rum
RUM ABDALLARI (Abdaliyyen-i Rum)
14. yüz yılda Babailerin devamına “Rum Abdalları” denir. Giyim kuşamları ile 13. yüz yılında Yesevi Kalenderileri, Haydari, Vafai dervişleri gibi yaşamaya devam ederler. Yazılmayan, şayia edilmeyen, kimsenin yazmaya yanaşmadığı, tozlu raflarda kalıp bilim çevreleri dışına çıkmayan Anadolu insanının yazılmayan sosyal tarihine başka bir boyuttan bakmaktır yaptığımız.

Abdalan-ı Rum (Anadolu Abdalları), Ahmed Yesevi sufilik geleneğinin temsilcileri olan dervişlerinin adıdır. 1240 yılındaki Babai İsyanına destek veren sofular, bu hareketin ve Osmanlı'nın kuruluşunun öncülüdür. Babai isyanı denilen büyük halk hareketiyle sımsıkı bağlantılı popüler sûufilik olarak da tanımlanabilir. Daha sonra
16. yüzyılda Balım Sultan tarafından düzenlenen Osmanlı İmparatorluğunun en büyük popüler tarikatı olacak olan Bektaşiliğin ilk önderleri idi. Bunlar "Horasan Erenleri" olarak da anılmış, Osmanlının erken döneminde gazaya katılmışlardı.

1240 yılında Babailer isyanında, Babailer Selçuklulara karşı yenilseler de Selçuklular dikiş tutturamazlar. Buna neden olan Türkmen Babailerin Doğu ve Orta Anadolu’da baskı gören küstürülmüş olmalarıdır ve de Anadolu’nun batı kesimlerine kaçmaları ile Selçuklu Devletinin Türkmenlerden asker toplayamayışı. Buna göre 1243 Dardanakan savaşında Moğollara yenilmeleri ile akıbetleri belli olur.

O dönem Anadolu’nun Batı bölgelerinde Aydınoğulları, Menteşoğulları, Karasi beyliği bulunmaktadır. Bu Abdal Türkmen dervişler Batı Anadolu’da konuşlanmış bu Türkmen beyliklerine taşınırlar, oralarda özgürce fikirlerini konuşarak yaşarlar. Osmanlı Devleti’nin temeli yine bu bölgenin iç kesimlerinde Bitünya’da atılır. Osmanlının ilk hükümdarları Osman (Ataman) ve Orhan Gaziler Rum Abdallarına çok itina gösterirler, onlara imtiyazlar tanırlar, geniş araziler vakıf edilir. O araziler üzerinde zaviyeler inşa edilir. Bu zaviyelerden biri Yenişehir’de Postnişin Baba’ya aittir. Bugün hala ayaktadır. Geniş bilgi için bakınız Ömer Lütfi Barkan, “Kolonizatör Türk Dervişler” yapıtına.

Bu zaviyelerde yetişenler ilk Bektaşilerdir. Baba İlyas kültü yanına Hacı Bektaş Veli kültünü de katılarak Balkanlara kadar yayılmış olarak, Balkanlar’da tekke ve zaviyeler kurarlar. Bu Babai dervişler Anadolu’nun Türkleşip İslamlaşmasında derin rol alırlar ve dahi Balkanların da İslamlaşmasında rol alırlar. 14. yüz yıl da Bektaşiliğin çehresi teşekkül eder. Osmanlı toprakları üzerinde en kapsamlı en görkemli olarak gelişen Bektaşilik, yine en büyük bir Türk halk tarikatının oluştuğu görülür. Bu gelişime katkıları olanların başında “Rum Abdalları” olduğudur.

Abdal; Türkler arasında tasavvufi bir sözcük olarak İslam’a tam manasıyla uyum sağlayamayan Kalenderi, Haydari şeyhleri, dervişleri için 12. yüz yılda kullanılmaya başlar. Mevlana’da 13. yüz yılda Kalenderi ve Haydari şeyhleri için: “Cemalettin-i Savi ve Kutbettin Haydar gibi şeyhlere bu addı kullanmıştır."

Evliya Çelebi’ye göre ilk kurucusuna: “Fukara-yı Bektaşi’yan” dır der.
19. yüz yıl Osmanlı Tarihçisi Esat Efendi: “Bektaşiler bütün ‘Abdal ve Baba’ lakaplı şeyhler tarafından kurulan tekkelere el koymuşlardı” der.

Böylece Rum Abdalları Bektaşiliğe sıkı bağlar oluştururlar. Dahi Hacı Bektaş Veli müritlerini belirlemek için Velâyetnamesinde çok yerde “Abdal” terimini kullanır. Ahmet Yesevi tarafından da Hacı Bektaş’a: “Var seni Rum’a saldık. Sulucakarahöyük’ü sana yurt verdik, Rum Abdallarına seni baş yaptık” dediği söylenir. 

Bektaşi edebiyatı gelişiminde Abdalların katkıları büyüktür. Abdal Musa’nın müridi olan Kaygusuz Abdal:  

Beylerimiz avlan gülün üstüne 
Ağlar gelir Şahım Abdal Musa’ya
Urum Abdalları postun eğnine
Bağlar gelir Şahım Abdal Musa’ya. der. 

Ocak: "13. yüz yılda Anadolu’da şekillenen Aleviliğin alt yapısı, göçebe ve yarı göçebe Türkmen çevrelerde meydana gelir. Kam ozanlara benzeyen babalar medrese menşeli fakihlerin öğrettiklerinden daha basit ve sade İslamiyet anlayışı yayarlar.”  der. (A. Yaşar Ocak, “Babailer İsyanı, Aleviliğin Tarihsel Alt Yapısı” Dergâh Yayınları 3. basım 2000 adlı yapıtı)

Anlayabildikleri anlaşılabilir bir dil anlatımıyla Türkmenlere aktarılan İslam’dan İslam’dı, Müslümanlıktan Müslümanlıktı. Şehirleşmiş Türklerin İranlılaşmışlıkları, İran-i kültürün etkisinde kalanlardan çok farklı olarak karakteristik yapılarına uyarlanmış İslamlaştırılmış Şamanlar olarak Türkmenler Abdal, dede, baba unvanlarla Horasan Erenleri, gaziler Haydariler, Kalenderiler, Yesevi dervişleri gibi mensuplar, göçebe-köylü Türkmen halkı arasında iyi karşılananlar olurlar. Bunların arasına karışan Hint menşelilerin de olduğu söylenir.

Hint menşeli insanlar "Abdallar" adıyla Anadolu'da!..
Bu Hint menşeiler Anadolu’da sepetçi, kasnakçı, kalburcu, çalgıcı ve dahi dilencilik, deşiricilik sanatını sürdüren koyu esmer tenli lakin Romenlerden ayrılan yanları olan, Anadolu’nun pek çok yerinde varlıklarını küçük topluluklar halinde sürdürenlere “Abdallar” denir olmuştur. Anadolu’nun İslamlaşmasına ve Türkleşmesine damgasını vuran Türkmen abdallardan bu taifeyi sosyolojik olarak ayrı tutmak gerekiyor. Bu taifenin yakına kadar konuştukları Hint dillerinden  “Urduca” denilen bir dilleri vardı. Bu taifeler Anadolu’ya Hindistan taraflarından gelen gezginci, başıboş zümreler Anadolu insanları karşısında saygınlığı olan Türkmen Abdalları görünce, kendilerinin de Abdal olduklarını söylemişler toplumdan saygınlık kazanmak için kullanılır.

Zamanla Osmanlı Devleti içine yerleşen dönme, devşirme ve Türkmen kültüründen gelmeyen din otoriteleri, ulema ve şeyhülislamlar, kişilerin sosyal yaşamlarına, aile yaşam biçimine yön, kılık-kıyafetlerine şekil vererek, bireylerin özgürlüklerine müdahale eder hale geldiler.
Selman ZEBİL 

3 Mart 2012 Cumartesi

ANADOLU HALK İSLAM'I ANLAYIŞINDA MEDRESELERE KARŞI GELİŞEN TEKKE GELENEĞİ


ANADOLU'DA MEDRESELERE KARŞI GELİŞEN TEKKE GELENEĞİ

En mükemmel yaratık olan insan, aklını kullanan insandır. Maddi ve manevi kudretinde dünyayı inşa eden insan soyu vardır. Mükemmel insan, tertiplettirilmiş, tek tipleştirilmiş, özgünlüğü bozulmuş din dogmatizmine uymakta çok güçlük çeken insandır. Dinin mistik biçimde anlayış ile akıl kullanılarak değişim içinde olanların mücadelesi; medreselerin değişen dünyaya göre kendini ayarlayamaz halde oluşu, medreselere karşı Anadolu’da Tekke ve zaviyeler çok yönlü eğitim kurumları olarak alan çıkarlar. Böylece 13. yüz yılda Anadolu’da yayılmaya başlayan tekkelerde eğitim; medreselerin ötelediği, itelediği ve dışladığı; “İslam içi sapkınlar” diye hor gördüğü heterodoks düşünce topluluklar ve zümreler, bir bakıma medreselerin yarattığı boşlukların doldurulmasını sağlayanlar oldular.

13. yüz yılda başlayan medrese eğitimi, büyük şehirlerde yaygınlaşırken, tekke ve zaviyeler de eğitim, şehirlerin kıyılarında ve Anadolu’nun hep kırsal kesimlerinde; kırsal kesim insanının duygularını ve düşüncelerini yaşama geçirmek için büyük roller oynadı. Felsefe, akli bilimlere açık, aydın görüşlü filozoflar yetiştiriliyor, medreselerin katı, kuru softa dogmalarına ve zihniyetine karşı, tekkelerde gelişen hoşgörü toleransı ile müzik, raks, beden eğitimi ve spor gelişir, dahi bu dallar dini kutsal mahiyet kazanır. Muhitlerin yerlerine göre müritler oluşur, tarikatların bölgelere göre farklı geliştiğini görülür.

Başta şuraya dikkat çekelim ki; medreselere giremeyen sözlü edebiyat, müzik ve semah tekkelerde “kutsiyet” kazanan değerler olur. Dahi yazma ve konuşma dili de (medreselerde Arapça-Farsça öğretiye inat) Türkçe oluşuydu. Toplumsal yönden tekkelerin denetiminde gelişen yardımlaşmalar misafirhaneler, aşhaneler, toplumsal ve dahi birçok yönlü kurumları da bünyelerinde barındırır hal alır.

Tarihçi İbrahim Kafesoğlu’na göre, İslam düşüncesinde iki felsefe vardır: “Biri Yunan felsefesi, öteki sofiliğe dayalı Türk düşüncesidir” der. Türk sofi düşüncesinde, medreselerin katı, verimsiz dogmaları karşısında tekkelerde canlılık vardı. Zihin, ahlak ve beden eğitimi esastır. Zamanın felsefeci aydınını yetiştirilen yeler olarak, dogmatik zihniyete karşı eksiksiz, kusursuz insan yetiştirilen yerler olma özelliği taşırlardı tekkeler.

Anadolu Sofilik geleneğinden gelen “tekke” edebiyatını oluşturdular ve Türk tekke geleneği her zaman yurt sevgisinde ve yurt savunmasında, doğru, güzel ahlak ve ruh güzelliğini de kendilerine amaç edinmişlerdir. Bundandır; öteki ülkelerin sofiliğinden ayrılan çok özellikleri var Anadolu Türk sofiliğinin.

Anadolu sofiliği, Anadolu’ya Orta Asya’dan getirilen “babalık-dedelik-abdallık”  geleneğinden, Ahiler, Abudalenler, Alperenler ve Gazilere uzanan unvanlar, zamanla dini duyguların siyasi istismarların tahrik ve tertiplemiş sonucu olarak değişir. Göçebe Türkmenlerle, şehirleşmişlere Arap-Acem dil ve kültürü sokularak 16. Yüz yılda sonra doğal karakterleri hızlıca değişmeye doğru yönlendirildi

Zamanla medreselerde yetişenler ahlak bozukluğu içinde şehirlerde başıbozuk, her türlü kötülüklerin (başta Bursa dolaylarında) öncüleri olurlar. Tekkelerinde de görülen eski özgün özelliğini koruyamadı, zamanla bozuldular; tembellerin, miskinlerin ve bir sürü, elini işten güçten çekmiş esrarkeşlerin pinekleyip bitlendikleri yeler haline dönüşür.

Bektaşilik; bir sürü etkenlerin altında doğan ve gelişen akımların, İslam dünyasında güç kazanarak medreselerin şeriatçı akımlarına karşı olarak tekke geleneğine bağlı bir akımdır. Kuru, katı dogmaları zihin karıştıranlar olarak, felsefe başta, akli ilimlerin rağbet görmediği salt, “Kur'an bilimine dayalı İslam-i eğitim” dışında medreselerde eğitim verilmez. 21. yüz yılda bile medrese eğitimi, Afganistan, Pakistan ve öteki pek çok İslam ülkelerinde hala güçlü bir biçimde verilmekte. Dahi bu ülkelerde camiler ve medreseler iç içedir. Medreselerin bitişiğinde ki camiler, Sünni-İslam’ın damgası görevini yaparlar hep. Yaşam tarzları ile “Ehli Sünnet-Sünni” toplulukların dini, itikadı, kılık kıyafet görünümleri bakımından da kişiler üzerinde çok etkili olurlar.

Neyzen Tevfik 24 Mart 1879 Bodrum’da doğar, ölümü 28 Ocak 1953 İstanbul. 20. yüzyıl Bektaşi nükteci şairlerindendir. “İzmir’den İstanbul’a 1900’de gelen Neyzen, Fatih’te Fethiye Medresesine girer. Dört yıl sarıklı, cüppeli camii derslerine devam eder... Orada hem ünlü kişilerle tanışır hem de içkiye alışır... Medrese rezaletleri, mollaların kendilerini gözetmeleri, odalık, cariye ve hülle meseleleri Neyzen’e çok azap ve üzüntü (Acaba medrese yaşamında gördükleri olumsuz şeyler miydi içkiye Neyzen’i alıştıran?) verdiğinde softaları yerer” der (Hilmi Yücebaş, “Neyzen Tevfik” adlı yapıtı L&M Yayıncılık S.18)

Neyzen, medreselerin çirkin ve karanlık yüzünü gördükten sonra, “1902’de Sütlüce Bektaşi tekkesi Şeyh’i Mümin Baba’dan nasip alarak Bektaşi dervişi olur.” der yine (Hilmi Yücebaş’ın aynı yapıtı sayfa 19)

Bir çürük kürsü ile etmiştir
Dincilik sanatı ibraz-ı deha
Kisve-i züht ü fesat altında
Gözlerinden işer erbabı-ı riya
Utanırdım garazım menfaatinden korkar
Yoksa her şey müsait o sarık o kanlı yular
Sargı sarmış gibi bir kör çıbana, manzarası
O kızıl fes, O Grek damgası yüzler karası
Taşıdı yüz sene bu illeti biçare vatan
O cinayet sürüsü gitti sılaya karadan

        .............................
                              
Hayliden hayli kalınlaştı yobazlık yeniden
Softalık zorlu anırtı ile aldı yürüdü
Kara bir kinle taassup pusudan çıktı yeniden
Yurdu şahane cehalet yine bastı bürüdü

Tekke geleneğinde “sevgi-muhabbet” öne çıkar. Medrese öğretisinde ise “haşyet-i” (korku-ürkeklik) “Haşyetullah” (Allah korkusu) verilerek insanlara, “din adamı” sıfatıyla “ehli cennetlik, ehli cehennemlik” olarak bu dünyadan ahrete hazırlarlar. İnsanların saf ve temiz hallerinden yaralanıp, duygularına kilit vurarak, dünyalarını çekilmez kılarlar. O soytarıların yakasından kimse tutup ta, kişilerin cennetlik, cehennemlik yetkisini kimden, nasıl aldığını sormaz, soramaz da!..

Tekke geleneğinde “muhabbet erbabı” dünyadaki bütün uluslara dinli, dinsiz bir gözle görerek, insani duygularla sevecen yaklaşması ve “yetmiş iki millet bir gören” tasavvufi bilgi akımı insanların cennetine, cehennemine karışmaz. O işi büyük ustaya (Tanrı’ya) bırakır.

Medrese eğitimi ideolojisinde, “dinin esasıdır şeriat” Tekkelerde İslam-i eğitim yanında çok yönlü felsefi eğitim verilerek, insan olgunlaştırılır (Kamil İnsan) şeriat, eğitimi aşılır, “kâmil insan için dış anlamdır, gereksizdir” Namaz, oruç, haç Şeriatı aşamayanlar içindir. Eren insan için namazda amaç Tanrı’ya yaklaşmaksa, Tanrı’ya yaklaşmış insanın namazı, orucu, haç işi bitmiştir. Eren insanın namazı, orucu, haçı sınırsızdır. “Eline, diline, beline her daim sahip olmakla” kendini bütün şerlerden saklamaktır. Teslim olmak, bire teslim olmaktır. Yani bir olan yaratana aklanıp paklanıp yaratana yaratığını ter temiz edip teslim etmektir, bütünleşmektir. Bu da eren insan için ölümle sonsuz gerçekleşme sağlanır.

Tekke geleneğinin öğretileriyle kendini geliştiren insan, Tanrı’yı kayıptan bulur, getirtir yanına oturtur; muhabbet eder onunla. Medrese öğretisinde Tanrı, gökte bir yerde oturur. O’na Tanrılığı gereği mesafeli olur kullar. Medrese eğitimi görenler, bağlı bulundukları şeriat içinde el yordamıyla bocalar dururlar. Tanrı ile bütünleşemez; Tanrı’ya yaklaşmaktan korkar halleri yansır yüzlerine.

Osmanlı da 15. yüzyıl içinde başlayan devşirmeler lehine değişiklik, kurdukları devletlerine bağlı olan Anadolu Türkmen Alevi insanı, kendilerin horlanıp dışlandığı acısını duyumsar ve tepki koymasını bilir. Türkmenler için "sil baştan"a dönüşmüştür. “Selçuklulaşan” Osmanlılar, Arap ve Acem ulemaların sultanlara, kendi dış ve iç siyasetlerini kabul ettirmeleriyle devletteki var olan örgütlü koşulları ivedilikle hiçe sayarak İslam-i yaşam biçimi ve geleneklerin (şeriat) Osmanlı Devletini biçimlendirmeye çalışmaları sonucu gaziler harekâtı tökezlenir.

Gazi harekâtıyla eski İslam dünyasının gelenekleri arasında bir uyumdan söz eden Paul Wittek şöyle der: "Var olan talihli uyum Beyazıt döneminde bozulmuştur. Beyazıt, hem iç hem dış politikasında gazi geleneklerini terk etmiş ve İslam'a doğru tek yönlü bir eğilim göstermeye başlamıştır. Sayıca çok fazla ve çok güçlü olan ulema, yalınızca Sultan'ın yüksek İslam'ın daha ince alışkanlık zevk ve sanatlarına yöneltmekle kalmamış; aynı zamanda devletin örgütlenmesi konusunda görüşlerini de O'na kabul ettirmeyi başarmıştı"  der. (Osmanlı İmparatorluğu'nun Doğuşu” Kaynak Yayınları 1985 s. 59)

Selman Zebil -2012


TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...