2 Nisan 2012 Pazartesi

İNSAN


İNSAN
Alışmak, yadırgamak, sevinmek, cana yakın olmak, yalnızlığı gidermek gibi anlamlara gelen  "üns" ve "enis" sözcüklerinden türemedir. İnsan, âdem, beşer demektir. İnsan sözcüğün çoğulu "ünasiyye" ve "nas" dır. "Cana yakın, arkadaş" demektir.

İnsanı şerefli, üstün kılan insanın özellikleridir. Alçaltan yanında öyledir. Olumlu yanları aklı ve iradesidir ve en önemli olanı ilahi ruha sahip olmasıdır. O düşünür dünyayı inşa eder. Konuşur iletişim sağlar. İnanır iman eder. İnanmaz ama insan olma sevincini yaşar, Kur'an da 38/72, 15/29, 17/70, 2/30 insanla ilgili ayetler

Kur'an’a göre İnsan, Kur'an'ın muhatabıdır. Allah'a kulluk için yaratılmıştır. Bu nedenle bütün kâinat onun emrine verilmiştir... O eşyayı kullanacak fakat kendisi de Allah'a kul olacaktır. Bunun içinde o yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Kur'an 2/30.

Buhran içinde yaşayan insan: Nankör, aceleci, zayıf karakter, kıskanç, kaba, azgın, tartışmacı, anlayışsız, riyakâr, cimri, kinci, hasetçi, kibirli, hüsran içinde olandır. “İnsanım” diyenin uzak durması gereken şerlerdir.

Meziyetli insan: İlkel kıskançlıktan uzak durur, iyiliğin kadrini bilir, nankörlük yapmaz. Dik duruş sergiler, zayıf karakterli değildir. Kötü olan şeylere hayır diyebilendir. Cimri, haset, yalancı değildir. Naziktir; kabalık yapıp başkalarını incitmez, Hüsrandan uzak kalır. Sevgiyi anlamış, cana yakın olmanın sırlarına erişmiş, aşk olduğu şeyi bilmiş, heyecan duymuş insan, insan olma sevincini yaşayandır.


1 Nisan 2012 Pazar

DİL ULUSLARIN VARLIK NEDENİDİR

DÜNYA DİLLERİ İÇİNDE TÜKÇE
Kendini ifade etmek, ötekiyle iletişim sağlamak, iyi gelişmiş dil ile başlar. Bir fikri doğru ifade etmeyen, karışık ifade eden eksik insandır. Dil; toplumsal gelişmenin en belirgin ürünüdür. İnsan geliştikçe dili de kendiliğinden gelişir, kişinin dili bulunduğu bölgelere göre de farklılıklar gösterir.

Yirminci yüz yılın ilk yarılarında yapılan bir sayıma göre, dünya üzerinde 2796 dil konuşulmakta olduğu tespit edilmiş. Dil bilimcileri, diller arası gramer yapısını incelerler. Sonuç olarak diller birbirlerine yakın benzerlikler bulurlar ve “dil aile yapısı” bakımından bir takım topluluklara ayırmışlardır. En önemlileri olan bunlar, Türk dillinin de içine girdiği başta Ural-Altay dilleri olmak üzere, Hint-Avrupa dilleri, Romen dilleri, Slav dilleri, Kafkas dilleri, Sami Dilleri, Çin-Tibet dilleri, Habeş dilleri gibi pek çok dil toplulukları.

Ural-Altay dil ailesi kendi içinde ikiye ayrılırlar. “Ural” ve “Altay” dil topluluğu içinde Türk dili, Altay bölümüne girmektedir. Bu Altay topluluklarını oluşturan Türkçe dil, Avrupa ve Asya üzerinde konuşulan büyük bir dil olan Türkmence, Özbekçe, Kırgızca, Tatarca, Kazakça Başkurtça, Çavuşça, Nogayca, Yakutça gibi pek çok kollara ayrılmıştır.

Alman kökenli Rus Türkolog Wilhelm Radloff (1837-1918) Türk dilinin çok geniş alan üzerinde yaygınlığı hakkında: “Dünya dilleri arasında Türk dili kadar geniş bir alana yayılmış başka bir dil yoktur” demiştir.

Türk dili Avrupa ve Asya da çok geniş bir alanda pek az anlaşılmayacak kadar olmak kaydıyla, değişik farklılıklar oluşturmuş olsa da, genelde Avrupalı Türkolog bilginler, Türkçenin yayıldığı çok geniş alanlarda asla özgünlüğünü bozmadan koruduğunun söylerler. Balkan Yarımadasından yola çıkan bir gezgin Türkçe dil bilgisine dayanarak Japon Denizine kadar Anadolu, Kafkaslar, Orta Asya da dil ve kültür bakımından rahat dolaşabilir.

Bu konuda Macar Türkolog Armin Vambery (1885): “Türkçe bilen bir gezgin Orta Asya’nın her yanında güçlük çekmeden gezebilir” demiştir.

Türkologlara göre Türkler bundan 4 bin yıl önce Anayurtlarından ayrılarak dünyaya dağılmaya başlamışlardır. Türkler yabancı uluslar ile ilişkileri arttıkça dileri arasına pek çok yabancı sözcükler katmışlardır. Yalınız Türk dilinin gramer yapısını bozmamışlardır.

En çok Türk dili, Farsça ve Arapçanın baskısı altında kalmıştır. Pek çok Türkçe sözcükler Arapça ve Farsça sözcüklerin altında kalarak unutulmuşlar ya da farklı manalara doğru kaymışlardır. Örneğin eski Türkçe de “balık” şehir olarak kullanılırdı. Farsçadan “şehir” olarak alır Balık başkalaşır. Kala-balık (kalabalık) yerleşmiş, şehirleşmiş anlamına olsa gerek.

Prof. Dr. Hasan Eren: “Dil inkılâbı (Devrimi) bir ulusal kurtuluş savaşı demektir. Ulusal dil, ulusal birlik ve bütünlüğün temelidir. Tarih ulusal dile değer vermeyen ulusların yok olduklarını ve ya yabancı baskısı altına düştüklerini gösteren örneklerle doludur” der. 

Polat Kaya, Belleten Aralık 1986 sayı 198’de Sayfa 648’de Türk dili kökenlerine inerek, Amerika kıtasındaki yerlilerin dil biçimleriyle aşağıdaki örnekleri vererek kıyaslar ve bu konuda bir yazı yazmıştır.

Amerikan yerlileri ile Türkler arasında yakın dil ve bazı özellikler olduğunu:  “Türkçe de köpeğe ‘it’ denmesi ve Türkçede köpeğe kızıldığında ‘oşt’ denmesi Amerikan yerlilerinde aynı” olduğunu ve dahi, ata, apa, ana sözcükleri Eskimolarda ana ‘anarak’ ata ‘atarak’ olarak söylendiğini tespit edilir.

Astekler, Meksika yerlileri, Mayalar, Peru yerlileri İnkalar ve pek çok Güney Amerika yerlileri ile Türkler arasında dil bağları olduğu gibi koyunyününden dokudukları değişik giysiler ve işlemeleri örtüşen yanları pek çoktur. Yünden yapılan el dokuma sanatları bize koyunun Türklerin evcilleştirdiğini göstermez mi?

Böyle olunca, Polat Kaya’ya göre: “Türk dilinin kökeninin 13 bin yıldan fazla bir geçmişle başladığına” dair iddiasının iyi bir delil olarak, Amerika kıtası yerlileri dilinde geçen ata, ana, apa Türkçe sözcükler için: “Belki de dünya dilleri arasında en uzun ömürlü yaşayan sözcükler” demesi pek şaşılası değildir. 

Dahi Amerikan yerlileri arasında “güneş” ve “gün” anlamında kullanılan “kün”  eski Orta Asya Türkçesinde kullanılırdı. Bu sözcük Maya dilinde “kin” bu günkü Türkçede olduğu gibi “gün-güneş” olarak kullanılmaktadır...
Selman Zebil

17 Mart 2012 Cumartesi

ANADOLU'DA BİÇİMLENEN ALEVİLİK


ANADOLU’DA BİÇİMLENEN ALEVİLİK
Anadolu Aleviliği 11. yüz yılda Anadolu Selçukluları zamanında biçimlenmeye başlar. Bu akımın doğuşu ve yaygınlaşmasında en güçlü etken, Horasan’dan Anadolu’ya göç eden gezici şaman kılıklı dervişlerdir. Bu dervişler üç topluluk halinde anılırlar: Türkistan Erenleri, Horasan Erenleri, Anadolu’da sonuca ulaşan Rum Erenleri adını taşırlar. Türkistan Orta Asya, kaynağın başı, Horasan filizlenme yeri. Türkistan ile Anadolu arsında, şimdiki İran sınırları içinde kalan bölgenin adı. Rum denilen yer ise Roma’nın Müslümanlarca söyleniş biçimi olan Doğu Roma diyarı “Anadolu” yeşerip olgunlaşma yeri olur Aleviliğe.

Ahmet Yesevi, Şamanizm’le İslam’ı uzlaştırır; İslam’ı Türklere kolaylaştırarak kabulünü sağlar; İslam inancını Türklerin gelenekleriyle, yaşam tarzlarıyla uygun biçimde sentezlemesini beceriyle başarır. Velâyetnameye göre Türkistan da Ahmet Yesevi felsefesi gezginci dervişlerle Türkistan’dan Horasan’a, oradan da Anadolu’ya seller-sular gibi ulaşır, öyle bir sel ki akan, Anadolu’da Türk Bâtıni ligine merkez olur.

Velâyetnameye göre Ahmet Yesevi’yi Türkistan da 99 bin pirin piri, Horasan da 77 bin pirin, Anadolu’da da 55 bin pirin bağlı olduğu yazılı. Horasan’dan gelen Gezginci dervişlerden Hacı Bektaş, Suluca Karahöyük’e, bugünkü Hacıbektaş ilçesine yerleşir. Çağdaşlarından Ebul Vefa Irak, Odman Dede ve Baba İlyas Amasya’ya, Dede Garkın Antalya bölgesine, Sarı Saltuk Baba Bulgaristan’a yerleşir. Dahi; Abdal Musa, Geyikli Baba, Avşar Baba, Pir Dede, Akyazılı Sultan, Kıdemli Baba Sultan, Şeyh Edebali Ve Yeseviye, Vafaiye, Haydariye, Kalenderiye gibi Aleviliği şekillendiren tarikatlar. Ve dahi de: Kübreviye, Suhreverdiye gibi Sünni topluluklar. 

İşte bu; Anadolu Aleviliğin oluşumunda derin etkili dervişlerin Ortodoks İslam’ın katı kurallarından başka, anlaşılabilen, kaldırılabilen, insani öğelerin öne çıktığı bir hafif İslami inancın, kadın-erkek ayrımsız, bir arada, sazlı, sözlü, semahlı ibadet anlayışı, insan kardeşliği ile bütünleştirilerek yapılmasını sağlamışlardır.
Selman Zebil


ANADOLU'DA MOĞOLLAR


ANADOLU’DA MOĞOLLAR

Moğol süvari askeri Rusya içlerinde M.S.1223
Selçuklular ve ileri gelenleri Anadolu’da müthiş bir biçimde İran etkisi mimaride, edebiyatta sezilmeye başlar. Selçuklu Sultanları, aidiyetlerinin bile farkına varmadan, adlarını bile İslam etkisiyle Müslüman değil de, kendilerine İran-i mitolojik (M.S.9. Yüz yılda Firdevs’in Araplaşmamaları için İran halkının milli duygularını kamçılamak için yazdığı “Şahname” adlı ünlü yapıtında geçen kahramanlar) adlarını almalara kadar vardırırlar. Alâeddin Keykubat (1219- 1237) “Keykubat, Keyhüsrev, Keykaus, Hürmüz, Rüstem” gibi adların İranlı şair Firdevs’in “Şahname” adlı yapıtında geçen İran mitolojik kahramanları, en ilginci; bu kahramanlıklarını da Turanîlere (Türklere) karşı yaptığı savaşlarla ünlü oluşu.

İranlı şair Firdevs (930- 1020) yazdığı güçlü yapıtı “Şahname” İran ulusal destanıdır; 50,000 beyitten oluşmaktadır. İran ulusuna hayat ve coşku veren bir duyarlıkla geçmişe verilen en önemli anlatımdır. Bu tür İran edebi eserler Farsça, özellikle İslam-i şemsiye altında ince bir İran’ın ulusal geçmişini, tarihsel destancı geleneğini diri tutmak ve yüceltmek için yazılmıştır…  
 
Bir Türkmen ayaklanması olan Babailer Ayaklanması; Selçukluların kendilerine karşı anlaşılmaz biçimde yabancılaşmaları sonucu Baba İlyas ve Baba İshak önderliğinde gerçekleşmiştir. Türkmen Babailer Selçuklulara diz çöktürmüştür; en son paralı Frank askerleri sayesinde 1240 yılında her ne kadar Babailer ayaklanmaları bastırılsa da yorgun düşmüş bir Selçuklu Devleti var; 1243 yılında da Selçuklu yurdu Anadolu’ya girmeye yeltenen Moğollara karşı Kösedağ savaşında yenilen Selçuklular, Anadolu’daki egemenlikleri sona bulmaya başlar...  

Her ne kadar Türkmenler Selçuklulara karşı memnuniyetsizlikleri olsa da Türkmenlerin Anadolu’yu Moğolların işgaline izin vermediler. Pek çok Türkmenleri Selçukluların egemen zulmünden ayıran durum, kentlerde yaşayan Türkmen karşıtı, Selçuklu yanlısı; rejimle uzlaşırken, Moğolların Anadolu’ya girişine de alkış tutmuşlardır; ama kırsal kesim Türkmenlerin iyi-kötü rejimle didişmeli olsalar da Moğollara şiddetli biçimde karşı savunmada olurlar.

Bektaşiler, Babailer bağlantısı olarak bu Türkmenlerden oluşur. Osmanlı yönetimi için de “gazi ruhlu” Bektaşilik çok önem kazanır. Türk dilde mistik ve epik bir zengin edebiyat geliştirirler. Bunu takiben aynı dönem şehirlerde gelişen Mevlevilik ise Fars edebiyat varlığını Anadolu da sürdürürler. Dahi Türkmenlerin aksine Başta Mevlana Anadolu da Moğollarla iş birliği yapar.

Moğol Kasırgasından Sonra Anadolu
Yeniden gelirsek Moğollara; Türkler Moğol işgalinden kaçsalar da Anadolu’ya yakın ilişkiler, yakın kültür, Türklerle Moğolları birbirlerinden ayrılmaz kıldı; derinlemesine ilişkiler sonucu Moğolların az olan ama vurucu hâkim nüfuzları zamanla Anadolu’da Türklerin kat ve kat fazla nüfuzları karşısında Türkleşerek eriyip gittiler. Moğollar 1260’a gelindiğinde Batı İran-Irak-Dicle-Fırat nehirleri arasında Hülagu Han oğullarının elinde, Altın Ordu Devleti Rusya bölgesinde hâkim, Orta Asya’ya da Çağatay Devleti hâkim olur. İlhanlılar Devleti de, Moğol-Türk kaynaşması sonucu ve dahi İran etkisinde kalarak Şii Müslüman olurlar. Böylece; 4 ayrı Devlete bölünen Moğollar kasırga gibi esip sağı solu yakmış-yıkmış olsalar da geniş alanlardaki egemen güçlerini rağmen Anadolu’da  bir “Moğollaşma” sonucuna varılmamıştır. Moğollar-Türkmenler sosyal yapıda, kültürel alanda uyum göstermede zorlanmadılar Bilakis İran-Irak ve dahi Türklerin yaşadığı bütün topraklar üzerinde Moğollar “Türkleşme” ile sonuçlanmış olur.

Moğol Tarihine ışık tutan ve İslam coğrafyasının en geniş biçimde tarihini yazan Hulagu han’ın katibi, Cüveyni, Moğol fetihlerini, Harzemşahları, ve Haşaşilerin tarihini anlatan Yahudi dönmesi tarihçi Reşideddin Fadlullah hem de İlhanlı Ordusunun başkomutanıdır. Tarihçi Reşididdin’e göre 1300 yılında İlhan Gazan Han, İlhanlı Devletinin Başkanı olur. Devleti Cengiz Han yasalarına göre yönetir. Ve dahi Kadınlar kurultayı bile oluşturur. 70 yıl sürer İlhanlılar Devleti. 1330-1340 yıllarında çöker. İlhanlı Devletini takiben Altın Ordu Devleti de bu tarihte çöker.  

Moğolların Ortadan Kaldırdığı Hasan Sabah’ın Kurduğu Haşaşilerin Kısa Tarihi: 
150 yıl Abbasi İslam Halifelerine kafa tutmuş hasan Sabah’ın kurduğu Alamut Kalesindeki “Haşişiler” 1256 yılında Moğollar tarafından tarumar edilirler. Sonra Bağdat’ı alan Moğollardan Hülagu Han 1258 yılında kan gölüne çevirir ve Bağdat’ta ki Halife Mutasım’ı da öldürür. 
Selman ZEBİL   


12 Mart 2012 Pazartesi

ARAPÇADAN KERAMET ARAYANLAR


ARAPÇADAN KERAMET ARAYANLAR
Arapça dili bilmek, din bilgini, dini bilmek anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, dili Arapça olan her Arap bir din bilgini ve dine hâkim olurdu. Hala ülkemizde, görüşleri kıt, olaylara, içinde yaşadığı dünyadaki gelişmelere bakışları çok farklı, Arapça dil bilmeyi marifet sayıp önemsemek isteyenler var. Birden fazla dil bilmek iyi bir şeydir. Elbette Arapça bir dil olarak öğrenmek fazlalıktır kişiye. Arapça bilmek, Arapçadan keramet beklemek başka amaçlılıktır.


Kaşkarlı Mahmut,  “Seyhan ve Ceyhan nehirleri arasında İslamlar içinde Türkler, ezici çoğunluktadır. Türkler İslam’dan sonra İranlı halklar içinde erimişlerdir.”  der.


Ümmet:  Aynı inancı paylaşan kimselerden oluşur. Soy ise aynı kandan gelen; aynı kültürü paylaşan, aynı dili konuşan, sınırları belirlenmiş aynı devlet içinde yaşayanların kıvançta ve elemde ortak paydada, ortak birlikteliğin, ortak topraklar üzerindeki adıdır.


Kişilerde soy bilinci güçlü oldukça ümmet bağı zayıflar...
Din, uluslara kendi değişmez kurallarını vurgulamak ister. Soy ise kendi damgasını ülkenin taşına toprağına vurmak ister...


Türkler, kendi İslam’dan önceki köklü uygarlığını İslam içinde eritirken, İran, Hint gibi köklü uygarlıklar İslam’a kendi uygarlıklarını da katarak yaşam biçimi haline getirmişlerdir.


Dahası; Türkler İslam’ı kendi özgün yerinden öğrenmemiştir. Türkler İslam’ı daha çok Farslardan öğrenmişlerdir. Buna kanıt olarak örnek verirsek, İran Zerdüşt dininden kalma dinsel sözcükler İslam’ın içine katarak kullanılmıştır. Bu sözcüklerden bazıları Kurandaki özgün adı  “vudu”  Farsçadan  “Ab-dest”  Ab-su, dest-el anlamına  “el suyu”  olmaktadır.


Dahi; Kur-an’da ki özgün adı  “Salât” olan yine eski İran Zerdüşt dininden  “ibadet” etmek anlamı  “Namaz” oluverir.  Yine Kur-an’da   “Savum”  olan sözcük, İran dilinden dilimize  “Oruç”  olarak geçmiştir.


Daha ilerletirsek, Selçuklu Sultanları ve Osmanlı Sultanları dillerini Türkçeden Farsçaya kaydırdıkları bir yana, İran mitolojisinde, İran destanlarından biri olan ve 9. Yüz yıldan sonra hızlıca İslamlaşarak Araplaşan İranlılara, İran milletçiliği aşılamak amacını güden Firdevs’in bin yüz yıl önce yazdığı “Şah Name” adlı destanî yapıtındaki kahramanların adlarını kendilerine yakıştırmışlardır.


İlginçtir; bu adı geçen kahramanların kahramanlıkları neye dayanıyor bilen var mı? Söyleyeyim: Keykubat, Kayhüsrev, Keykavus, Hürmüz, Hürrem, Zal, Rüstem Turanî kavimlerle yaptıkları ve Turanîlerden kopardıkları başlara göre derecelendirilmişlerdir. 


Örneğin, Beyinlerimizde iz bırakan “Zal Oğlu Rüstem”  kimdir bilen var mı? İranlı bir destan kahramanıdır. Türklerinde destan kahramanları vardır, siz hiç duydunuz mu bu Türk destanlarında adı geçen kahramanların adlarını koyan? Yok. Osmanlı’da bir tek “Orhan”  (Şehrin Kağanı)  anlamına gelen adla karşılaşırız. Ama babası Ertuğrul Gaziden geriye baktığımızdaki adlar hep öz Türkçedir.


İran, İslam altında İran kültürünün izlerinin yatığının farkındayız. Türkiye’de de eski Türk kültürünün Anadolu Alevi-Müslümanların İslam’ı altında korunduğuna şahidiz. O zaman kim daha iyi Türk, Kim İran-Arap’tan yana bakmak lazım!  Demem şu ki; Ne iştir ki; İran kendinden yana, İslamcı Türkler de İran’dan yana...


Söylenildiği gibi Arapça öyle bir bilim dili falan değildir:  “Arap’ın kişiliğine uygun özellikler taşıyan halk toplulukların Arapça ses ezgisinin tonunu ayarlayan bir tür söylev dilidir”  der İlhan Arsel   “Arap Milliyetçiliği ve Türkler”  adlı yapıtında.


Halk kitlerini coşturan, zihinleri, kişileri büyüleyen, çok farklı ses tonlarıyla aynı şeylerin izahını farklı yorumlayan bir yapısı var Arapçanın. Arapça içindeki birçok bilimsel sözcüklerin kökeni Yunancadan geçmiş, Arap aksanıyla konuşulan sözcüklerdir...


Sonra Arapçayı geliştirip bilim dili durumuna sokmaya çalışanlar Araplar da değillerdir. İslam’a geçen Arap olmayan milletlerin büyük düşün adamlarıdır. Ebu Nasır Farabi bunlardan birisi, aslen Türk’tür.  Aynı Farabi şehir doğumlu Farabi’nin hemşerisidir.


Ebu Nasır Farabi’nin yazdığı sözlük  “Lügat-ı Cevheri”  adlı yapıtı ile Araplara şöyle hitap eder yazdığı Arapça lügatini uzatarak:  “dilinizi bir yabancıdan öğreniniz”  der.


Emevi İslam’ı ve Emeviler İslam’ın resmi dili olarak kabul etmelerinden sonra Suriye, Irak ve Afrika, Berberi halklarının dillerini, dahi dünyada en gizemli harikalar yaratan Mısır uygarlığının dili Arapça kazanında kaynatarak eritip Araplaştırdılar.


Geçmişte Arapçanın etkisinde kalıp Arapça yazan tarihteki Türk bilim adamları şöyle: Farabi, El Burini, İbni Sina, Ebu Nasır Farabi, gibi Türk bilginler yapıtlarını Arapça yazdıklarından dolayı dünya bilim çevrelerinde  “Arap bilim adamları”  olarak anılmaktadırlar.


Bunların içlerinden Kaşkarlı Mahmur Türk dilinin gelişmesinde öncülük  eder Türk dili onunla zenginleşir.  


8 Mart 2012 Perşembe

TARİHİN ARKA TARAFINDA KALANLAR


TÜRKLER ARASINDA DIŞTAN GİREN DİNLER ve ETKİLERİ
Türkler bulundukları bölgelerde dıştan giren dinlerin etkisi altında olduğu görülmüştür. Orta Asya’da değişik yüz yıllar içinde Budist, Mazdek, Mani, Musevilik, Hıristiyanlık ve İslam dinlerinin etkisi altında kalmıştır.


BUDİZİM;
Bir örnek verirsek, Yüçen Türkleri kuzey Hindistan bir imparatorluk kurarlar. Yüeçi hükümdarı Kanişka, siyasi bir gereklilik üzerine Budizm’i kabul eder ve Budizm’in yayılmasına destek sağlar. Budizm’in gelişmesi için dış devletlere heyetler gönderir. Dahi sikkeler üzerine de Buda’nın resmini koyacak kadar da dindarlıkta ileri giderler.


Hiouen-Tsang adlı Çin’li gezgin, M.S. 7. yüz yılda Kuzey Hindistan’ı ziyaretinde tanık olduğu olaylardan biri,  “Kanişka”  adının Budistler arasında en büyük veli gibi takdim edilir olduğunu yazar.


Yine başka bir Baktriyan’ı ziyaret eden Fa-Hiya adlı Çinli M.S. 402:  “Kanişka tarafından inşa edilmiş birçok dini müesseseler gördüğünü”  kaydetmiştir. Bir başka Budist tarihçi bilgin Sanang Seçen, Kanişka’dan şefkat ve atıfet kralı unvanı ile söz eder...


Dahi, Çin de büyük bir hükümdarlık kuran Topa Türklerinden Vei’ler döneminde Kuzey Çin’de ki Türkler arasında yayılır. Vei hükümdarlarının Budizm’e olan mecburiyetleri, sanat ilişkilerinde çok önemli sonuçlar verir. Türkler arasında bayındırlık, resim ve heykeltıraşlık anlayışı gelişir, Kuzey Çin’de muazzam dini mabetler meydana getirirler.


M.S. 6. yüz yılsonlarına doğru da Tukyu Kağanı Topa, Budistliği kabul eder; Orta Asya Türkleri arasında yayılmasını sağlar ve başkentinde büyük bir mabet (Kia-Lan) yaptırır. Bu mabet Orta Asya da yapılan ilk  “Sangharama”  olur. Her ne kadar Tukyu Kağanı Topa, tutucu Budist biri olmasına rağmen, kendisinden sonra bu din Tukyu’lar arasında yaşayamaz. Daha Sonraları Budizm’i Uygur Türkleri kabul ederler ve öteki Türkler arasında yayılmasını sağlamaya çabalarlar.


Gezginci Rübrük M.S. 1253, İli şehri kuzeyinde, Kayalık şehrinde (Türk-Moğol imparatorluğunun ilk dönemlerinde) Budist dininde Uygurlara rastladığını kaydeder.


ZERDÜŞT DİNİ;
Zarahustra (Zerdüşt) tarafından İran’da meydana gelmiş olan Mazda dini, Seyhan ve Ceyhan nehirleri çevresinde ve Baktriyan dolaylarında ki Türkler arasına sokulmuştur ama bu sahaları aşamamıştır. Arap istilaları zamanında Fergana, Buhara, Semerkant, Belh ve Harzem bölgelerinde de Ateşperestler bulunduğu bilinmektedir. 


MANİ DİNİ;
M.S.3. yüz yılın sonlarına doğru İran’da alana çıkmıştır. İlk kez 6. yüz yılda Türk illerine doğru yayılmaya başlamıştır. Birkaç dinin karışımı olan Mani dini, bir ara Uygurların resmi dini olur. Seyhan ve Ceyhun nehirleri dolaylarında da pek çok taraftar toplar.



8. Yüz yılda Uygur Kağanlığında bulunan Böğü Kağan (M.S. 762) Kuzey Çin’e yaptığı bir gezi sırasında, Soğut taraflarından buralara gelerek ticaretle uğraşarak ve aynı zamanda Mani mezhebi misyoneri olan Soğdakları alarak sarayına getirir. Bunlardan Mani dinin mahiyetini ve geçeklerini öğrenir ve Mani dinini kabul eder. Uygurların en zengin ve en mesut ve medeniyet itibariyle en yüksek dönemleri Mani dininin kabulünden sonra başlamış ve bu kutluluk yüz yıl sürmüştür.


HIRİSTİYAN DİNİ;
Hıristiyanlığın Türklerle ilk ilişkisi Nesturiler vasıtasıyla olmuştur. Aforozlanan İstanbul Patriği Nesturiyusun taraftarları Doğu Roma İmparatorluğu ülkesinden kaçarak İran Hükümdarına sığınırlar. Horasan’da bunlar ilk defa (Merv) bir metropolitlik inşa ederler.

Sonra da Semerkant piskoposluğunu kurarlar. Buradan da M.S. 5. yüz yıllarında Nesturi misyonerler Türk illerine yayılarak oldukça çok taraftar kazanırlar.


M.S. 762 tarihinde Orhun dolaylarında, Uygurlara ait bir Çince kitabede, Uygur Kağanı İdi Kut’un, Nesturiliği öğretmek için Çin’den Nesturi rahipler getirttiği belirtilmektedir. Selçukluların da, İslamiyet’i kabulünden önce Hıristiyan oldukları söylenmektedir.


YAHUDİ DİNİ;
Orta Asya Türkler arasına Hıristiyanlık Doğu Roma İmparatorluğundan kovulan Nesturiler tarafından sokulmuşsa, Yahudilikte benzer biçimde, Doğu Roma (Bizans) İmparatorluğu sınırları dışına çıkarılan Yahudiler, Hazarlara iltica ederek sığınırlar. Sonra Yahudiler, orada da dinlerini geliştirilmesine çalışırlar. Dahi Hazar Kağanına, Hazarlılara Musa dinini kabul ettirmeye çalışırlar ve başarılıda olurlar. Şu günümüzde Türk dilli Yahudi Hazarlar ve Kırım sınırları içinde bulunan ve Karaim denilen Musevi Türkler bu koldandır.


İSLAM DİNİ;
Halife Ömer zamanında İslam ordularının doğuya yönelişi ve Kaddisiye savaşları, İran-Sasanileri ile Arapların Nihavent meydan çarpışmalarında, İranlıların Araplar karşısında direnişlerinin kırılması sonucu, bütün İran toprakları Arap istilası altına girmesiyle İslam dininde İran topraklarında gelişmesini sağlamıştır. İran Hükümdarı Yezdicürd’e, Araplar karşısında Belh önlerindeki mücadelesi sonuçsuz kalır; başarı Arapların olur. Böylece Horasan’da İranlıların elinden çıkar, Arap yönetimine girer. İşte tam hal böyle olunca, Arap orduları Ceyhun boylarına; Türk sınırlarına dayanmış olurlar.


Tam bu sırada M.S. 6 yüz yıl ortaları, doğu-batı olarak ikiye ayrılmış olan Tukyular devri; Orta Asya Türklüğü istenmeyen sonuçlar içinde çırpınıyordu. Sint havzası küçük-küçük beyliklere bölünmüştü. Bunların başında Soğut, Buhara, Tohoristan, Esruşne, Şaş, Keş, Fergana, Heytal, Çanbülistan, Komet, Vahan, Odiyana küçük beylikleri idi. Bu beylikler kendi aralarında bir birlik sağlayamadılar; İşgalci Araplara karşı bir direnç sergileyecek durumda değillerdi. O nedenle Ceyhan ve Seyhan nehirlerini aşmada ve Sint dolayları Arap yayılmacılara karşı açık demektir...


Zalimlik ve zulmet, Halife Ömer’den sonra Araplar arasında var olan husumet, Muhammed’in en büyük düşmanı Ebu Süfyan oğlu Muaviye’nin İslam halifeliğine hile, desise ve zor kullanarak geçmesiyle, Emevi hanedanlığının eline İslam’ın en yüksek halifelik makamı geçmiş olur.


Arapların, Halife Ömer’den sonra iç çekişmeleri yüzünden Arapların doğuya yürümeleri bir müddet durdurulur. M.S. 681 yılında bu fırsatı değerlendiren Eski Tukyu hanedanı prenslerinden Kutlu Kağan, yeniden Türkleri toparlar ve Türk devletini gönence boğar.


Ne zaman Emevi Halifelerinden Abdülmelik’in menşur zalim Haççaç’ı, 698’de Horasan valiliğine atar. O zaman Moğolistan’dan Seyhan boylarına kadar uzanan alanlarda Kutlu Kağan sülalesi yönetiminde bulunuyordu.


Horasan valisi zalim Haççaç, Türk illerini istilaya memur atadığı, yine zalim Kuteybe’yi bu bölgeye (M.S 705) gönderir. Kuteybe’nin Horasan valiliği zamanındaki Araplar Türk illerine doğru ilerlemeye başlarlar.


Türkler, istilacı, çapulcu, yağmacı Araplara karşı direnç göstermişlerdir. Böylece çapulcu Arap ordularına karşı Türkler, yıllarca vicdani, siyasi ve kültürel özgürlüklerini korudular. Emevilerin kan emici kumandanları Türkistan da seller gibi Türk kan akıttılar; on binlerce ocaklar söndürdüler. Öyle olduğu halde, Araplar İslam dinini bir türlü bu bölgelere sokamadılar...


Kuteybe, her geçtiği Türk yurtlarını, Türk kanıyla bulayan bir acımasız zalimdi. Ceyhun nehri ile Buhara şehri arasında ticaret ve zengin servetli ünlü Baykent kentini yağma ettikten sonra, her ne varsa yakıp yıktırır. Daha sonra da, Talkan, Toharistan, Fergana, Buhara ve Semerkand gibi Türk kentlerini yağmalayarak harabeye çevirir. Bu kentlerin içinde yaşayan Türk halkından, genç-yaşlı, çoluk-çocuk katlettirir, genç kadın ve kızları da cariye olarak Şam saraylarına gönderttir.


Ve dahi kültür katliamı da yaparak, Türklerin ibadethanelerinde bulunan çok kıymetli altın ve gümüşten yapılmış heykelleri, şamdanları eritilip sikke yapılmak üzere Şam saraylarına yıllarca deve yükleriyle taşınır; Türkün el emeği, göz nuru eserleri tarihten böylece silinir gider.


13 yıl boyunca doymadan Türk kanı dökerek Emevilere şan ve şöhret kazandıran zalim, nankör Kuteybe, Arap halifesi Süleyman, Kuteybe’nin Türklerin çok değerli altın, gümüş yağmalanmasından fazla kuvvetlenmesine ve bu kuvvetini kendine karşı  “kötüye kullanır”  kuşkusuyla Kuteybe’yi, kardeşlerini ve bütün ailesiyle birlikte M.S. 717 yılında öldürtür.


Yerine geçen yeni Arap genel valisi Yezit bin Muhallep’te selefinin yolunu takip ederek, Türk illerinde yağmalama, katletme niyetlerinden İslam dinini bölgeye yaymanın önüne geçer. Bu kişide,  Halife Yezit bin Abdülmelik’in emriyle bütün hanedanı ve çevresiyle birlikte Kuteybe’nin akıbeti gibi imha edilerek ortadan kaldırılır...


Bu durumdan yararlanan Türk Bilge Kağan ve kardeşi Kül-Tegin ile birlikte İrtiş nehrini geçerek, Arapların tehdit ve zulmünden biraz olsun uzak kalarak Maveraünnehir (Amu Derya, Sırı Derya, diğer adları, Ceyhan ve Seyhan nehirleri)  ötesinde Türkleri toparlar. Lakin bu devlette (M.S.745) iç karışıklıklar yüzünden yıkılınca, tekrar Arapların istila tehdidiyle karşı karşıya gelirler. Bu da Orta Asya Türklüğü için pek feci olur. Bundan vazife çıkaran Çinliler, doğudan batıya doğru, Araplar da batıdan doğuya doğru ilerlemeye başlarlar. Bu iki kıskaç arasında sıkışır kalırlar Türkler. 


Kuteybe’nin Türk ülkelerinde yaptığı zalimlikleri anlatan ve Türk tarihine ışık tutan belge niteliğinde olan,  “Vezir Tonyukuk ve Bilge Kağan yazıtları”  Kuteybe’nin Türk illerinde; Türklere yaptığı kötülüklerden dolayı M.S. 632’de Bengi Taşlara yazılır.


Türk illerindeki Arap yağmacılığı öylesine çekici hale gelmişti ki, yağma yapmak için Türk öldürmek, şehirleri harabeye çevirmek zevk verir hal almıştı. Çünkü talan ve yağmalama olayı öyle korkunç boyutlara ulaşmıştı ki, Türk illerindeki yağmadan zengin olan Araplar, Türklerin Müslüman olmalarını asla istemediler; asla Türk illerinde İslam dinin yayılması değildi amaçları. Türk illerini yağma ve kıtaldi. Her şeye rağmen, Arapların Türkleri Müslümanlaştırma diye bir amaçları olmasa da, Türkler, Arap yağmacılarından kurtulmak için kendiliğinden İslamlaştılar. 


Arap ordularının insafsız muameleleri Türk halkını Araplardan ve temsil ettikleri dinden uzaklaştırıyordu. Dahi Araplar; bazı Müslüman olmuş Türklere bile eziyet etmekten ve ezmekten çekinmiyorlar; zevk alıyorlardı. Bu halleri gören Türk halkı, İslam’a uzak kalıp bir türlü Müslümanlığa ısınamıyordu, İslam gibi görünüp, eski dinlerini İslam dini altında örtüleyerek sürdürmeyi yeğliyorlardı.


Türkler, ne zaman Araplardan uzak, kendi ırkdaşları hükümranlığı ellerine alınca, kitleler halinde Müslümanlığı kabul etmeye başladıkları olur. Böylece İslam, Orta Asya Türkleri arasına Arap zulmüyle değil de ırkdaşlarıyla sokulur. Halife Ömer zamanında Kafkaslar ve kuzey Türklerine giremeyen Müslümanlık, yine kendi ırkdaşları olan, Kafkas ve Hazarlara sığınan Müslüman Harzem Türkleriyle girer. Çok kısa zamanda İslam, Volga nehri kıyılarına kadar uzanır, Kumanlar ve Bulgar Türkleri de Müslümanlaşırlar.


Demem o ki; İslam dini Türkler arasına kendi ırkdaşları Samaniler, Ceyhun nehrinin öte tarafında (Maveraünnehir) bir İslam devleti kurmalarıyla olur. Orta Asya’nın Çok geniş sahalarına dağılmış bulunan Türk budunları olan Karluklar, Türkeşler, Oğuzlar İslam’a öyle ısınırlar. Sonuç olara M.S. 9. yüz yılda çok büyük bir kısım Türkler İslamlaşmış olarak tarih sahnesine çıkarlar. 


İslamlaşmadan Onların din anlayışında resim yapmak dinen günah sayılmazdı. İslam olmakla birlikte: “Yaratıcının yaratılmış resmi tasvir edilemeyeceği”  gereği Onlar taşlara ilk zamanlar süsleme sanatında hayvan ve insan figürleri yapmalarını engellemez. Ama İslamlaşan onların resim sanatında bir gerileme görünür; zamanla sertleşen din ile resim yapma eğilimi kırılır; yerini ebru sanatı gibi soyut sanatla ilgilemeler ve arabesk yazıyla (hat) bezemeler alır ta ki cumhuriyet dönemine kadar.   


7 Mart 2012 Çarşamba

AHİYEN-İ RUM TEŞKİLATI KURUCUSU


AHİ EVREN (1171-1261)

Ahi Evren Nasirüddin Mahmut kimliği gerçek kimliğidir. Azerbaycan’ın Hoy kentinde doğmuştur. Öğrenimini Haorasan ve Maveraünnehir de tamamlamıştır. Eş-arî kelamcısı Fahrettin Razi tarafından eğitilmiş sonra Bağdat’a gelerek 1204’de fütüvvet teşkilatına girmiştir.

1204 yılında hocası ve kayınpederi olan şeyh Evhadüddin Kirmani ile Anadolu’ya taşınmışlardır. Kayseri’ye yerleşerek Ahi teşkilatını 1225’de kurmuşlardır. Selçuklu Sultanı Alâeddin Keykubat isteğiyle Konya’ya gelerek, Konya da da Ahi teşkilatını kurmuştur.

Selçuklu Sultanı 2. Gıyaseddin Keyhüsrev zamanında Babai ayaklanmasına karıştı iddiasıyla Konya’da 5 yıl tutuklu kalmıştır. Konya’da ki tutukluluk süresinden sonra serbest kalan Ahi Konya’dan Kırşehir’e yerleşir. Kırşehir’de Ahilerin başlattığı ayaklanmada 1261’de Ahiler ve Ahi Evren öldürülür.

Anadolu Selçuklular döneminin en güçlü fikir adamı olan Ahi Evren, dahi irfan sahibidir. İbni Sina’ya derin hayranlık duyarmış. Döneminde Ahi Evren  “Danışmend-i Rumi”   diye anılır.

“Gönlünü Muhammed’in sözüne bağla, ey Ali’nin oğlu! Ebu Ali’ye uyman daha ne kadar sürer? Yolunu gösterecek bir yol (Akıl gücüne) sahip değilsen, Kureyşli (Muhammed) önder, Buharalı (İbni Sina) önderden daha iyidir.”

Ahi Evren, ticarette rekabet hırsını, insafsızlığı, itilafı ortadan kaldırmak için, Anadolu’da iş yönetimlerine bir düzen getirmiştir. Ahilikte çalışma ortamları dayanışma düzeni ile  Ahi Seçere Nameler”  ve  “Ahi Fütüvvet Nameler”  meydana getirerek kurallı bir dünyanın en kapsamlı ticari örgütünü kurar.

Bütün sanat kollarının ve bu kollara ayrılmış, bütün toplulukların uğraşı alanları insanların birer yasal alanları olarak, insanlara mutluluk, refahı ve sanatlarını geliştirme yolunda katkı sağlamıştır. Ahi Evren felsefesine göre, şehirlerde sanayi kollarının gelişmesi ve sanatçı sanatını en iyi bir şekilde icra etmesi.

Bu düşünceler devrin sultanları tarafından desteklenmiştir. İlk sanayi sitesini kurduğunu, bu sitenin debbağlar (dericiler) sitesi olduğu biliniyor. En iyi ilgi çeken yanı bu dericiler sitesinde hanımlar içinde çalışma yerlerinin olmasıydı. “Ahilerin kız ve hanımları (Anadolu Bacıları) adıyla anılan bir de teşkilat vardır. Bu kız ve hanımlar, bu sanayi sitesinde, kadın el sanatları, el halıları dokurlardı”  der. Mikail Bayram, “Mevlana ve Ahi Evren Çekişmesi”  adlı yapıtı sayfa 193

Mevlana, Ahi Evren'in geliştirdiği Anadolu Türkmen esnaf örgütlenme yeteneğinden çekinir ve Ahiliğe karşı harekete geçer. Birisinde güç, kalabalık ama yoksul Türkmenlerden olur, ötekinde az nüfuza sahip ama güç Sultanlardan. Mevlana mutasavvıftır ve iyi bir şairlik yanı da vardır. Ama Mevla’nın bir de pek görülmek istenmeyen zafiyeti vardır ki siyasi yanı ve fikri yönüne girdiğimiz zaman kinci ve intikamcı olduğudur. Karşısında muhalif olabilecek kim varsa imha etmekte hiç terettüp etmeyen hali, Anadolu’yu istila eden Moğollara kucak açıp onları rakiplerine karşı kullanmayı bilmiş olmasıdır.


TÜRK DESTANLARINDA AĞAÇ ve AĞAÇ KÜLTÜ 3. BÖLÜM

Osmanlının Kurucusu Osman Bey’in Ağaç Görmesi Hakkında Rüyası Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemine ait tarihi kayıtlar ve menkıbelerde de ağ...