2 Kasım 2016 Çarşamba

DARBE ve İDAM




Bak!

Şunu bil ki, 15 Temmuz Fetö darbesi, sokaklara dökülen, halk değil, TSK içindeki Kemalist subaylardır engelleyenler. İşte bir türlü bunu içine sindiremiyorsun. Öyle ikide bir eline alıp mikrofonu  “milletim engel oldu Fetö darbesine”  deyip durma! Darbenin tam teşekküllü, Fetöcülerin düzenlemesine, TSK bir bütün olarak uysaydı nah engellenirdi o sokaklara dökülen halkla.

Başta sokaklara dökülen halk, darbenin gelgitlerini, faso fisolu çelişkili, ne yapacaklarını bilemeyip bocaladıklarını anlayan halk cesaret aldı ve sokaklara öyle döküldü. Tabi birde telefonla katkında oldu diyelim.

Yani kısacası  “millet iradesi”  deyip durma. Millet iradesinin katkıları, TSK içindeki yurtsever subayların sayesindedir. Demem şu ki, TSK bilinçli, planlı, tam teşekküllü biçimde sokağa çıkmış olsaydı, darbenin önünde o  “irade”  asla olamazdı, evlerine kapanır, hatta alkışlarla “idam isteriz” sözleri tersine işlerdi, bilesin.  

Gelirsek idam konusuna…

İdam konusu gibi evrensel davalarda;  “Avrupalılar kendi işine baksın”  diyemezsiniz. Adama sorarlar  “imzan var orada! İmzanı inkâr edemezsin”  Haydi diyelim ki, idam cezası yeniden yasalaştı, ne olacak? Hani  “milletim istiyor”  diyerek idamı geri getirmek, halkın istediği  Apo’nun asılması, Fetö’nün asılması. Ama idam geri gelmesiyle bunların ikisi de asılamıyor. yani yeni çıkan kanunlar geriye doğru işlemez, ileriye doğru işler.

O halde…

Bugün hamaset yapıp “idam cezası önüme gelsin hemen onaylarım”  diyorsun ya, ne Apo’yu asabilirsin ne de Fetö’yü ama bir gün gelir o onayladığın idam yasası seni asabilir!



Tarih asla unutmaz…

2002 yılından önce AKP kuruma aşamasında idam cezasının kalkması tartışmalarında arkadaşlarına “idam cezası kaldırılsın, bir gün gelir bizi asarlar” gibi sözler söylediğini de o yanında olan arkadaşın anlatmıştır bilesin…


14 Eylül 2016 Çarşamba

NORVEÇLİ HEYKELTIRAJ GUSTAV VİGELAND (1869-1943)


GUSTAV VİGELAND ve Açık hava müzesi 
OSLO-Frogner Park’ın Yaratıcısı  

Norveçli bir değerli heykeltıraştır. 11 Nisan 1869’da, çiftçilik yapan fanatik dinci bir babanın çocuğu olarak Güney Norveç-Mandal’da doğar. Ocak 1943 yılında kalp krizi geçirir ve 12 Martta Oslo’da gözlerini dünyaya kapar. Ama her daim yaptığı eserleri adına yaptığı parkta onu ölümsüzleştirmektedir.

Vigeland’ın çocukluğu ve gençliği, babasının din baskısı altında savrularak geçer. Vigelan’ın babası öylesine dinci ve dine körü körüne bağlanmış ki, fanatik biri olarak, doğadaki her hareketin dinden geldiği paniğine kapılır, cennetin paramparça olduğunu sanır halde dine bağlı, her fırsatta dini törenlere katılırmış. Bu babanın aşırı olumsuz fanatik dinciliği Frogner Park’taki Vigeland’ın heykellerine yansır.  Yetiştiği ortamdan dolayı  “ilahi bir korku”  ile “cehennem korkusu”  Vigelan’ın hep Çocukluğu içinde var olmuştur: “Çok fazla şeytan, az İsa, çok fazla karanlık, çok az ışık”  ünlü sözüdür.

1889 dondurucu kış soğuklarında Oslo da yarı aç, yarı tok, kalacak yer sorunuyla umutsuzluk içinde kıvranırken, heykeltıraş Brynjulf Bergslien’in kapısını çalar. Ona çizimlerini gösterir. Bu çizimleri gören heykeltıraş, Bergslien Gustav’a ilgi gösterir. Devreye soktuğu Oslolu zenginlerden kaynak aktararak Gustav’a kaynak sağlar ve dahi, model-alçı kalıp dökümü ve mermer yontma ile ilgili dersler verir.

20 yaşında bir genç, terk edilmiş bir anne ile çocuğunu anlatan “Hagar ve İshmal” adlı heykeli yapar. Bu yapıtı, yıllık ulusal sergide kabul edilerek sergilenir. Dahası; babası ile duygusal kopukluğu yansıtan yapıtında etkisini gösterir. Bir ara Kraliyet Resim Okulunda öğretmenlik yapan Mathias Skeibrok’un okulunda çalışır.


1891 yılında Kopenhag’da, normal insanlar boyunda “Lanet” adlı veriden bir topluluk heykel üzerinde çalışır. O heykelde yaşlı adam, genç kadın, çocuklar ve bir köpekten oluşan heykeli yaptığında 22 yaşında başarıya ulaşır. Bu heykel çok anlamlı duygusal ilk heykeli sayılır. Heykelde anlatmaya çalıştığı tema, korkudan bir şeyden kaçtıkları, bilinçaltına yerleşmiş ailevi sorunları, beyin üstünü uyararak harekete geçirmesi sonucu olsa gerek. Bu sanat yapıtlarında her zaman çocukluğunun anlatamadığı aile yaşamının heykellerde okunuşuydu gerçek olan. Şöyle de diyebiliriz. Caz müziği ile zenci kölelerin duygularını, çektikleri cefaları söyleyemeyip, müzikle alana döktükleri gibi bir şey olsa gerek.

Gustav Vigeland 1893’de beş ay Paris’te kalır. Orada ünlü Fransız heykeltıraş Aguste Rodin’in atölyesine sıkça uğrayarak, orada ondan, heykelde insanların tutku ve duygularının nasıl yansıtıldığına dair bilgiler edinir. Dahi; Kabartma sanatında kendi “cehennemi” yapıtında hatalar bulur. Yeniden “Cehennem”i yaptı. Bu yapıtında, babasının dünyasıyla, anlattıklarıyla ilgili  “Şeytan”  varlığı, sağdan doğru cehenneme itilen, anlamsız korkunç yakarışlar bilmezlik içinde kaybolur gider.  

Anlaşılan, yaşamını bir cehennem olgusuna vurgulamak istemesi, aile düzeninin “Yargı Günü, Selamet-Cennet, Yeniden Doğuş”  tasarım düzeyinde kalırken, zamanla fanatik dinsel temalardan uzaklaşıp alkole alışan babası gibi Gustav Vigeland dinselliğini yenerek dinden uzaklaşır. Bu arada fanatik dincilikten uzaklaşan babası hala aile düzensizliği içinde 1922 yılında 19 yaşında İngerid Vilberg adlı genç bir kızla evlenir.   

Vikeland, kendine özgü yapıtlarında duygular, kadın-erkek ilişkileri, çekicilik, etkilenme, dikkat çekme gibi kadın, kadın temaları, kadın üzerine kurgular. Melankolik ve kederli duygular ve kucağındaki kadın, anne ve çocuk, yaşlılar dünyası, yeni doğan çocuk “Orfeus” ve “Eurydica” adlı heykel belirgin bir biçimde ortaya çıkar. Yeni doğmuş ve kısa süren ilk evliliğinden iki çocuğundan biri annesi ile birlikte yansıtılmıştır.    

Bir ara, o dönemde tutucu olan Norveç halkı Gustav’ın yaptıkları erotik heykellere karşı sempati duymuyorlardı. Norveçli burjuvazi Gustav’ın heykellerine para ödemiyorlardı. O nedenle geliri de yoktu. Gelir getiren o dönemde ancak dekoratif vazo, kandil, tabak gibi nesnelerdi. Bu hale isyan eden Gustav:  “Artık dayanamıyorum, insanlığıma dönmek istiyorum”  diyerek, kiliselerdeki gotik heykellerin tamirinden para kazanmaya başlıyor. Ama yüreğinde bildiği özgün sanatta atar. Beyninde geçen erotik, mitolojik, kurgular geçer. Anıt tasarımları çizer, çeşmeler tasarlar ileride hayata geçirmek için.

Gustav Vigelan’ın beyninde akıp giden bu tasarlar 20. Yüzyılda yaratıcılığın tohumlarını ürün vermesi yolunda adımlar atar. 1902’de kiliselerde yaptığı tamir işlerine son vererek, kent meydanlarının ünlü anıtlarını yapmaya başlar ve Norveç’in en ünlü heykeltıraş sanatçısı olarak ün kazanır. Daha sonra hayalindeki açık hava  heykel müzesi fikrini hayata geçirmek ister. 1915’den sonra, çağlar öncesi buzullardan oluşmuş Norveç granitini kullanmaya başlar yontularında.

Norveç’in güneyi-Mandal yaşadığı zamanlar, Mandal ve çevresinden etkilendiği 420 oyma eser yapmıştır. Gelecek için idesindeki düşlediği hayallerini gerçekleştirmek için büyük bir park düşünür. İşin ilginç tarafı, dünya da bir benzeri olmayan, düşlediği parkın bütün mimari tasarımı ve kendi eserleriyle donatmaktı. Günü gelince bu fikrini Oslo Belediye Meçlisine sunar. Hiçbir masraf almayacağını, bütün masrafların kedince karşılanacağını söyler. Böylece çok şiddetli tartışmalar sonucu, Vigelan’ın bu önerisi kabul görür ve Oslo Meclisinde kabul edilir.

Böyle bir parkın yeri için çok yerler önerilir. Bu yerlerden birisi de parlamento önündeki alan olur ama bu alanın küçük geleceğinden dolayı vazgeçilir. 1924’de yer olarak en sonunda içinden bir çay akıntısı geçen, 850 metre uzunluğunda 40 hektar alan olan Frogner Park için karar kılınır. Oslo’ya uğrayıp ta bu açık hava müzesini ziyaret etmeden dönen biri için boş yere Norveç-Oslo’ya gitmiş olur.

Bu çok zengin salt Vigeland’ın eserleri olan açık hava müzesinde 600’ü aşkın figürlerden, Norveç-granit taşı, bronz, dövme demir ve 192 heykelden oluşan bir parktır burası. Her yapıtında şaşırtıcı ayrı bir incelik önümüze çıkar. Hala sanatın içine tüküren siyaset adamları varken, bu yapıtlara imrenmek elde değildir.

Ben bu heykelleri ilk kez 1983 yılı bir kış gününde izlediğimde, görsel yaratıcılığın büyüsü içinde, hangi heykele bakarak şaşırmış halimi hatırlıyor. Büyüledi beni, defalarca bu heykelleri izlemeye gittim, her seferinde bir mana, çevremde yaşayan nesnelerdi sanki oradaki bulduğum...

Vigeland Parktaki heykeller evrenselliğe ulamış yapıtlardır. İşte bu heykelleri seyreden her tür insan mutlak birinde kendini bulur. Bu değerli parkın meydana gelmesinde tek başına caba harcayan Vigeland, ekmek parasını ve geçimini ise ona buna yaptığı ekstra heykellerle sağlamıştır…

Bu parkın adı “Frogner Park” olsa da, Gustav Vigeland’ın soyadı olan “Vigeland Park” olarak ta anılmaktadır. Vigeland rahat çalışsın diye Frogner Parkın bir kıyısında Oslo Belediyesince kendine büyük bir yer tahsis etmiştir. Belki dünyanın en büyük yontucu için çalışma alanıydı. Vigeland öldükten sonra bu yer  “Vigeland Müzesi” yapılır ve Vigeland’ın yakılmış külleri bu müzede bir kulede korunmaktadır

11 Eylül 2016 Pazar

OSMANLI'NIN TÜRKMEN SÜRGÜN YERİ RAKKA ÇÖLLERİ

Gök renkler, Türkmenleri yoğunlukta
yaşadıkları Suriye toprakları
Osmanlının Zorunlu Türkmen Sürgün Siyaseti
Osmanlı Devleti vatandaşlarıyla kavgalı olmuş, kaynaşamamış ve vatandaşına huzurlu bir ortam sağlayamamış, devlet-vatandaş ilişkileri zamanla kızgınlıklar artmış, kin ve nefrete dönüşmüştü. Osmanlı’nın yanlış Türkmen sürgünü siyaseti yüzünden Anadolu’da pek çok verimli toprakları ekecek, biçecek, işleyecek insan kalmamış, topraklar atıl duruma düşmüştü. Osmanlı ile Türkmen halklar arasında kin ve nefrete dönüşmüş kızgınlık, cumhuriyete kadar sürmüştür.

16. yüzyılda itibaren Yavuz Sultan Selim iradesinde Osmanlı idaresi altında yaşayan topraklarda Türkmen Alevi din adamların başları kopartıldı, kıyımdan geçirildi, öldürüldü, sürüldü, zulümlerin en acımasızlığı ne varsa reva görüldü. Sunni Türkmen olsun Alevi Türkmen olsun Osmanlının uygulamaya çalıştığı yerleşik sisteme geçmeleri ve daha kolay yönetim altına alınmalarına tepki koyan Anadolu konargöçer Türkmenleri zulme uğradılar. Bu nedenle Osmanlıya kırgın, kendi haline ulaşılması güç, sürüleriyle birlikte sarp dağlara çekildiler. Osmanlı devlet adamının uğramadığı dağlık alanları kendilerine yurt ettiler. Yüz yıllarca sistem dışında, hatta Alevi Türkmenler, aynı soydan olmalarına rağmen Sünni Türkmen toplumdan etkin iftira propaganda ile ayrıştırılmış halde uzun süre izole bir yaşama tutundular.

Türkmen Sürgün Yeri Rakka Neresi?
Ruha eyaleti olarak da bilinen Rakka1516 yılında Osmanlı Topraklarına katıldı. Günümüzde Suriye sınırları içinde kalan, hala günümüzde orada Anadolu'dan sürgün edilmiş Türkmenlerin yaşadığı yerdir. Osmanlı bu bölgeyi, Anadolu’da Türkmen ayaklanmaların bastırılmasında kullanılan sürgün yeri olarak kullanmıştır. Bu sürgün zulmü Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan selim ile başladı, oğlu Kanuni ile hız kazanarak 300 yıldan fazla sürdü.

Osmanlının Rakka’ya sürgün ettiği, Oğuzların Üç Ok kolundan Beydili-Boz Ulus Türkmenlerine sürgün bölgesi yapar. Günümüzde Suriye sınırları içerisinden kalan Rakka 1516 yılında Osmanlı topraklarına katıldığında Rakka, Diyarbakır, Halep eyaletleri arasında kalan bölge merkezi ile Urfa olmak üzere bölge 6 Sancaktan oluşmaktaydı. Ayrıca, Rakka Beylerbeyliği 37 zeamet ve 616 tümenden oluşuyordu. 

Osmanlı yönetimi bölge için özel iskân siyaseti uygulayarak buraya, daha çok orta Anadolu’dan Beydili ve Boz Ulus Türkmenlerini Fırat boylarına yerleştirmek ister. Osmanlı böylece başta ekonomik olmakla birlikte, inançsal, siyasal, kültürel nedenlerle yaşamlarına müdahaleye karşı koyan disiplinsiz konargöçer Türkmenlerden kurtulmak içindi Rakka sürgünleri olurlar.

Sonuç olarak, Türkmenlerin düzenlerini bozan Osmanlı iskân siyaseti büyük bir başarısızlıkla sonuçlanır. Rakka ve çevresinde yaşayan yerli Arap aşiretleri ve bazı eşkıyalığı sanat edinmişlerden iyice rahatsızlaşırlar. Bu karışık bir ortamda bölgede Türkmenler 19. Yüzyıllarında meydana gelen ayaklanmada Mısır Hidivi İbrahim Paşa’nın bölgeyi alması sonucunda, Türkmenler yöreden çekilirler. 1840 yılında bölge tekrar Osmanlı topraklarına katılır. Rakka eyaletlikten kaldırılır, Urfa, Halep’e bağlanır ve Sancak statüsü verilir. 

Göçebeciliğin Yerleşik düzene geçirilme talimatları 11 Ocak 1691 yılından itibaren çeşitli ferman, hüccet ve emirler yayımlanır. Özet olarak şöyle izah edebiliriz; Harap ve boş toprakların iskân edilerek imar ve ziraata elverişli duruma getirilmesi. Konargöçer oymakların zapdedilemez, göçebecilikten çıkartılıp yerleşik yaşama geçirilmesi, kontrol altına alınması için konargöçerlikten eker biçerliğe uyum sağlamalarının sağlanması amaçlıydı.

Lakin bir mücadele vardı. Akıncılarla, ekincileri, çoban ile sabanın mücadelesi öyle kolay halledilecek bir olay değildi. Yani, yeni bir yaşama boyun eğdirmek kendine buyruk Türkmenlere öyle kolay olmadığı pek çok deneylerde anlaşılmıştır.

Faruk Sümer’in deyimiyle, 24 Oğuz boyundan olan Begdili boyunun güzel günleri sona ermiş, acılı ve hüzünlü günleri başlamıştır. En çok Begdili boyunun, bugün Suriye sınırları içinde kalan Halep ve Rakka bölgelerine sürgün günleriyle karşılaşmışlar. Yeni İl (Mersin, İçel) de bütün obalar 3200 vergilendirilenler idiler. Pek çoğu iç kesimlere “Urum” dedikleri yerlere kaçmışlar. Beydili’nin başı Firuz Bey ise, bu fena yerlerde durulmaz” diyerek aşireti ile İran’a göçer. İran'a Anadolu'dan göçen, Erdebil ve Tebriz böklgelerine yerleşen ve orada Şiileşen Türkmenlerden olşan günümüzde 200 köy bulunmaktadır. 

Firuz Bey obasından bir şair, turna ve semah ritüelli deyiş şöyle:

Seherde avazın bağrımı deler
Durnanın kanadı köz gibi yanar
Kaldırmış kanadın yavru baş sanar
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Yedi atlı ile bindik Allah emanet
Yetmiş bin evliya eylesin himmet
Yurdumu beklesin oğlum Muhammed

Çağrışı çağrışı yayladan inin
İnin ayn-Elize bir semah dönün
Beğden izin oldu koruya konun
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Benden selam söyle Hazna Hatuna
Çıkarsın alları, karalar bağlasın
Küçük oğlu ile gönül eğlesin
Firuz Bey Acem’e gitti durnalar

Rakka’ya gitmeyenler “Urum” dedikleri Anadolu içlerine parçalanarak kaçarlar. Rakka’ya sürgün edilip de bir fırsatını bulupta Rakka’dan kalabalıklar halinde Anadolu'da değişik yerlere kaçanlar vardır. Ancak şiddetli biçimde takibe alınırlar. Yakalananlar geriye getirilirler. Bu iskânın icrasına yapan Kadı-Zade Hüseyin Paşa başlatmıştı. Yusuf Paşa adlı biri de tamamlamıştır. O dönemi şiirinde anlatan “Taşdemir” adlı bir ozan, Kadı Oğlu Yusuf Paşa için şöyle der:

Kadı Oğlu Yusuf Paşa gelende
Yalan dünya benim derdi Begdili
Seksen bin evle Rakka’ya iskân olanda
Tayı, Muvali’yi kırdı Begdili

(…)

TAŞDEMİR’im de söyler özünden
Methedelim Begdili’nin yazından
Ala bucak Kette’lenin düzünden
Hamed’in sancağını bastı Begdili

Alıştıkları serin, sulak, otlak yaylalardan en zor olanı Rakka çöllerinin susuz yakıcı sıcağı sürülmeleri bir yana, “Tayy ve Aneze” adlı Arap aşiretler oldukça kalabalık nüfuzlarıyla bölgelerini payşamak istemedikleri Türkmenlere dirlik, düzenlik vermezler. O dönem Türkmen ozanı Mehmet şöyle seslenir deyişinde Arap aşiretlerinin yanında olan Halep Valisi Abbas Paşa’ya:

Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
Aşiret sizde böyle zamana
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa

Haydarlı, Çelebi çıksın bu yana
Araplı, Kadirli döndü aslana
Dört çevremiz döndü kara dumana
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

Güneşli, Ulaşlı dövüşe insin
Bayındırlı, Kazlı arkada dursun
Torunla, Şark-evli hazırlık görsün
Dağıttın Colap’ı hey Abbas Paşa

MEHMET’İM der ki, belim büküldü
Gözüm yaşı sineklere döküldü
Dağıldı aşiretim, bendim söküldü
Dağıttın Colap’ı sen Abbas Paşa
 
Yararlanılan Kaynaklar: 
Faruk Sümer, "Safevi Devletinin Kuruluşu ve Gelişiminde Anadolu Türlerinin Rolü" TTK yayılnlarından
Ali Rıza Yalman, "Cenupta Türkmen Oymakları  1 ve 2. cilt
Fuat Köprülü, "Saz Şairleri" Akçay Yayınları
Selman  ZEBİL

7 Eylül 2016 Çarşamba

EDVARD MUNCH (1863-1944 NOEVEÇLİ RESSAM


KARŞILAŞTIRMA!
Topraktan yapılmış MÖ 3000, yani 5000 yıllık resimde gördüğünüz heykel, Türkiye-Afyon civarında bulunmuş, çığlık atan ana tanrıçadır. İkinci resim Norveçli ressam Edvard Munch'un 1893 tarihli “Çığlık” adlı tablosu ile neredeyse ayırt edilmeyecek benzerlikte.

100 yıl önce Afyonda bulunmuş bu heykeli. Edvard Munch görmüş olabilir mi? Bence hayır. Ama benzerlik aynıdır. Bir söylenceye göre de Peru’dan Paris’e getirilmiş İnka mumyasından etkilenmiş olması… Anadolu uygarlığından, Peru-İnka uygarlığına ve Edvard Munch’e insanların çığlığı aynı…






EDVARD MUNCH (1863-1944) "SKRİK" (ÇIĞLIK)
Edvard Munch, pek varlıklı olmayan bir askeri doktorun beş çocuğundan ikincisi olarak 12 Aralık 1863’de Norveç’in Aadalsbrug-Löten’de doğar ve 23 Ocak 1944’de Oslo’da ölür. Yapıtlarında daha çok korku, yaşam, aşk, ölüm, çelişkileri, kederi, mutsuzlukla ilgili ruhsal ve duygusal konuları işledi. Buna neden annesini ve kız kardeşini veremden kaybetmesi; belki de bu tatsız olayların etkisiyle içe dönük ve karamsarlık gösteren duyguları işledi.

İlk zamanlar hep mutluluğun değil de korkunun resmini yapmış Edvard Munch…
Norveçli ünlü ressamın yaptığı resme neden “Çığlık” adını verdiğidir. Bir söylenceye göre Munch, Paris’te “Müsse de L.Homme” ziyaretinde gördüğü, Peru’dan getirilmiş bir İnka Mumyasından etkilenmiş olması. “Çiğlık” resminin kaynağı, İnka mumyasından etkilenilerek mi yaptı?

Yoksa arka arkaya çizdiği, birbirine benzerlikler taşıyan  “Çığlık”  resimlerinde bile bir fark var ortaya çıkan. 1893’de, insan tüylerini diken gibi eden  “Kaygı”  ve bir başka resminde kadın ve insanlar arasında ön planda bir kişi var. Edvard’ın babası, Edvad’ın bilinçaltı  “hayaletin simgesi”  olduğu varsayımı ile yola çıkarsak, Edvard, aile içi ilişkilerde bir düzenin olmadığını gösterir bize. 

1893 yılında tamamladığı ilk “Skrik” (Çığlık) adlı tablosu, ruhsal sorunların zihne işlediği ruh hali mi açığa çıkıyor gibiydi! Bir bakıma onun gençlik yıllarına baktığımızda öyle olduğunu görüyoruz. Çünkü Edvard, daha 23 yaşındayken ruhsal sorunlar yaşıyordu. Umutsuzluk, aşırı korku, üzüntü; kendi hastalık duygusunun verdiği durumla, ölüm acısının ortaya çıkardığı bir değerli sanatçıydı.


Edvard Munch, anı defterine o zamanlar şöyle yazar: “İnsan sadece çıldırdığı zaman resim yapabilir” Ve “Çığlık” Munch’in çıldırdığı zamanda mı yaptı bilemeyiz ama Edvard
Munch’ün 1893’de çizdiği, korkan, umutsuz ve karamsar, çökük gözlü, kuru kafayı andıran bir insanın yüzüne verdiği ifadedeki mükemmelliğiyle dikkat çeken adına “Skrik” (Çığlık) dediği,  84X66 cm ölçülerindeki tablosu, ayrıca karmaşaya sürüklenen bir dünyayı çağrıştırıyordu sanki. Istıraplı varoluşçu bir dünyada olayların içinde Trabzonlara dayanmış, acı ve ıstırap çeken bir kişinin figürü çıldırma noktasında, arka fonda, göğün korkutucu kan kırmızı rengi içinde karmaşık, iç içe girmiş sert renkler. Munch’e göre çığlık atan doğadır, doğadan gelen çığlık sanki kendisi değildi veya öyle sanıyordu. Ama O, “bu karmaşa yüklü dünyanın insanları da ancak böyle olur” dercesine çığlığı resmetmiştir.

Gerçi,”Çığlığın yol alışı 1891’de "Umutsuzluk” 1892’de biraz daha geliştirerek yaptığı  “Umutsuzluk”, ilkinden biraz besili yüzlü adamdan, zayıflamış yüzlü adama dönüşür. Sonuç olarak 1893 yılında “Çığlık” adlı tablosunu tamamlar.

Tablolarında çizdiği “Skrik” (Çığlık) adını verdiği resimlerde bazı değişikliklerle renkler karmaşa içinde ama insan figürü olarak sürekli çizdiği kişi ise bir tür kuru kafayı andıran, bir yere bakan, oyuk, çökük gözlü, yaşamdan ve dünyadan nefret eder gibi bakışlı doğaya tepki veren bir insan figürüdür. Mutsuz çığlığın tepkisinden doğa öyle renklere bürünüyor ki, insanı rahatsız edici yeşil, kırmızı, sarı, göz kamaştırıcı fondaki aykırı renkler yerle gökyüzünü sanki birleştiriyor gibi dolgundu. Yani, üzerinde asıl bir şeyi başka bir şey ile benzetmeye, kıyaslayarak anlatmaya çalışılmış sanki…

Edvard Munch 1893’de, “Skrik” (Çığlık) konusundaki esin kaynağına neden olan olayı günlüğünde şöyle anlatıyordu: “İki arkadaşımla birlikte yolda yürüyordum; bu sırada güneş batmaktaydı, bir melankoli dalgasına kapıldım. Birden gökyüzü kıpkızıl bir renk aldı. Yoruldum, durup parmaklıklara yaslandım. Alev gibi gökyüzü, mavi fiyordun ve şehrin üstünde kan ve kılıç gibi sarkıyordu. Arkadaşlarım yola devam etti; ben ise büyük bir endişeyle öylece Trabzonlara yaslanmış duruyor ve doğada sonsuz bir çığlığını duyuyordum” der. Dahi O’na göre o anda gördüklerini: “Hepsini doğanın içinden yükselen bir çığlık gibi algıladım ve bunun resmini yaptım. Bulutları kan rengine boyadım, renkler çığlık atmaya başladılar”  diyordu.

İlk bakıldığında aceleci ve acemice bir üslupla yapılmış gibi görünen donuk, cılız, uçuk renklerle parlak, canlı renkler arasında anlamsız gibi görünen geçişler yaparak genelde insanoğlunun ruhsal problemlerle boğuştuğunu, kendi özelini bir bakıma yansıttığı, kendi ruh dünyasını tuvale döktüğü izlenimi veriyor insana. Yani, sürekli aynı tablonun üzerinde çalıştığı ve dört tane, aynı insanın farklı fon renkleriyle yapmış olması, doğayla bütünleşmiş hissi veren yapısı, hatta doğayı kendi estetik anlayışına göre düzenlemeye çalışan yapısı olması, iç dünyasının tuvale yansıması şaşırtıcı gelmiyor insana.

 Ayrıca, 1895’te yaptığı ve özel koleksiyoncu birinin elinde bulunan tek pastel tablosu ise 2012’de ABD’de 120 milyon dolara satılarak kısa süreliğine en pahalı sanat eseri unvanını almıştır.

Sonuçta Edvard Munch’un ilk yapıtında karanlık, ürkütücü ve huzursuzluk işlenmiş resimler yapsa da, yaşamının son yıllarına doğru karamsar duygularının yerini yaşama sevincine bırakmıştır.

Yıl 1994, Ulusal Galeri (Nasjonalgalleriet) ziyaretimde  “Çığlık”  adlı tablonun yerinden çalındığı gündü. Orijinali olan tablonun yerine kopyasını asmışlardır. Dört tane hırsız, içlerinden biri tablo hırsızlığında sabıkalı biri, galeride bir tek bekçinin olduğunu fırsat bilerek, galerinin arka penceresinden giriyorlar ve sadece 50 saniyede tabloyu yerinden alıp kaçıyorlar. Birde oraya şöyle bir not bırakıyorlar: “Böyle zayıf bir güvenlik için teşekkürler”  diyorlar. 

100 milyon dolar değeri üzerinde olan bu tablo, her ne kadar çalınmış olsa da, dünyaca tanınan bu tablonun satılamayacağını bilen hırsızlar, tabloyu geri vermeleri için para isteseler de polisin oyununa gelirler ve tablo ellerinden alınır ve çalındığı yerine konur.

İşte bu tablo, dünyada en çok kopyası üretilen iki tablodan birisidir. Birincisi Mona Lisa olurken, en çok kopya resimleri basılan da Edvar Munch’in “Çığlık” tablosudur.  
  


5 Mayıs 2016 Perşembe

ÜLKEDE SİYASİ DARBE YAPILDI, İKTİDAR VESAYET ALTINDA

Bir Komplo İle Ahmet Davutoğlu Alaşağı Edildi

Şimdiye kadardır inancı, dinini, kitabını, imanını Allah’ını, peygamberini siyasete bunlar kadar alet eden bir iktidar görülmemiştir. Şimdiye kadar bunları yaptığı uygarlık düşmanlığı, demokratik laik cumhuriyeti yıkma sevdalısı bir başka parti görülmemiştir.

Kurduğu bir komplo ile Davutoğlu alaşağı edildi; bütün gücün elinde olmasını isteyen tarafından. Sınırsız, sorumsuz, sorunsuz ama güçlü olmak istiyor. Türkiye’nin demokratik siyasi birikimini bir çırpıda altüst ediyor. Gelecek için verilecek demokrasi kültürünün önünü kesiyor. Ülkeyi tekeline geçirmek istiyor. Yani, ülkenin sonunun pekiyi olmayacak karabete doğru hızlıca gidiyor saraydaki kişinin yaptığı “darbe” ile. Kısacası gözü güce doymuyor, daha fazla güçlülük istiyor,  “ille de başkan olacağım”  diyor

Hırs ve bencillik, Türk siyasetinin geleceği için ülke Recep Erdoğan saplantılarını hayata geçirme için yola çıktığı en yakınındaki arkadaşlarını yarı yolda bırakarak, yoluna yeni edindiği arkadaşları ile devam etmektedir.

Saplantılarını, hayata geçirmek için kendisine sunulan emperyalist amaçlı  “Büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı”nı tereddütsüz kabul etmiş biri; kendi siyasi çıkarları için ve kendisine siyasi çıkar için yanaşmış, yanındaymış gibi görünen kadroların elinde bu ülke heba edilerek harabeye dönüştürülmektedir.

Erdoğan bu görüşmenin hemen öncesinde “Makamlar, insanlara hizmet için araçtır. Önemli olan bulunduğunuz yere nasıl geldiğinizi, orada ne yapmanız gerektiğini ve hedeflerinizin neler olduğunu unutmamanızdır” diyerek, niyetini açıkladı. Bu ifade,


Hiçbir siyasi kurala sığmayan şu sözler, “Seni oraya benim getirdiğimi unutur da kendini gerçekten başbakan zannederek hareket edersen, yapayalnız kalırsın” demektir.

Ahmet Davutoğlu ne demişti;  "Ülkeyi kimin yöneteceğine millet karar verir. AKP'de sık kongre olmaz"   demişti daha yakın zaman önce, AKP Kongresinden AKP Genel Başkanı seçildiğinde.  

Demek ki AKP’de Genel Başkanı halk değil Recep Erdoğan seçermiş. Ancak delegeler salt gösterilenlere oylarını verirler ve seçim yaptıklarını sanırlar, huzur içinde evlerine dönerler.

Fetullah Gülen için:  “Hasret bedeli çok ağır... Gurbet hasrettir...  Biz, gurbette olup şu vatan topraklarının hasreti içinde olanları aramızda görmek istiyoruz. Diyoruz ki, bu sıla hasreti artık bitmelidir, bitsin istiyoruz”  demişti. Ne yaptı en sonunda Fetullah Gülene:  “Feto, paralel yapı, hain, inine gireceğiz”  demedi mi? Hani Hakan Şükür içinde Kardeşim”  demiş, yanaklarında öpmüştü herkesin önünde. Unuttunuz mu?

Libya’ya gitti, sarıldı, “Kardeşim” dediği Kaddafi'nin kafasını taşla ezenlere çuvalla dolar gönderdi. Sonra Libya’da “istenmeyen ülke” olduk…

Suriye’ye gitti, Esad’ı ülkeye çağırdı, birlikte ailecek Ege kıyılarını gezdirdi, vizeler karşılıklı kaldırıldı, “Kardeşim” dediği, kısa süre içinde“Şeytan, katil Esed”  diyerek Suriye halkını Esad’a karşı ayaklandırdı, Suriye’de iç savaşa neden oldu.

Ahmet Davutoğlu AKP Grup toplantısında şöyle diyordu: “Kim ne fitne yaparsa yapsın, kim ne üretirse üretsin. Kim ne yazarsa yazsın arkadaşlar, hepimiz önce bu iki dosya yazıcının dosyasından korkalım, Allah’tan korkalım, başka hiçbir şeyden korkmayalım.”Bu satırlardaki mesaj Recep Erdoğan’aydı.  

AKP bir tür “menfaat ortaklığı” partisi olmadığına kim kanaat getirebilir ki? Bu nedenle ülke siyasi yaşamı yok oluyor, menfaat yaşama yol alıyor, birisi kazanırken, bütün ülke ateş çemberi içinde kalıyor...

Gözünü başkanlık bürümüş bir kere. Davutoğlu’nun gözünün yaşına bakmadan harcar. Bu onun öğretiden, felsefeden geliyor. Suriye siyasetini, Çözüm Süreci’ni, Dolmabahçe’yi onun üzerine yıkarak, kendisini mağdur ilan edecek ve “aldatılmışım”  diyerek işin içinden tereyağından kıl çeker gibi kendini sıyıracaktır. İbreti alem için bakın hele; en yakınında bulunanları ne yaptı! Hepsini birer birer etkisiz ve bir şey bile yapamaz durumlara getirdi:

AKP Kurucularından Abdüllatif Şener…
AKP’nin kurucularından ve “kardeşim” deyip Cumhurbaşkanlık makamına oturttuğu Abdullah Gül.
AKP Kurucularından ve partinin tüzüğünü yazan Ertuğrul Yalçınbayır
AKP Kurucularından Dengir Mir Mehmet Fırat…
Hele en yakında ki “‘Bülent Abi”  dediği Bülent Arınç birdenbire  “o zat”  oluverdi…
Dahi; Ali Babacan, Hüseyin Çelik, Sadullah Ergin, Nihat Ergün, Ertuğrul Günay, Ömer Dinçer. Bunların kimisi bakanlık yapmış, kimisi en yakın yardımcıları olarak görev yapmış kişilerdi. Acımadı, hepsini sattı, Davutoğlu’nu mu satmayacak ki?


Adamın Kinli-Nefretli Skandalları Bitmiyor

Skandal ‘laiklik’ sözlerinin ardından Kahraman’ın bu konuşması tansiyonu daha da yükselteceğe benziyor…  

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman “Laiklik yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa olmalıdır” dedi ya, bu ilk vukuatı değildir.  2014 yılında Eskişehir’de yaptığı bir konuşmasında Cumhuriyet’i kuran kadronun “dinsiz” olduğunu ima ettiği sözleri vardır yeni piyasaya çıkan...

İsmail Kahraman o konuşmasında; “Cumhuriyet’i kuran kadro pozitivistti. 
Pozitivist nedir? Gördüğüne ve tuttuğuna inanır. Peki, ayeti tutuyor muyum? Hayır… Vahiy gördüm mü? Hayır… Ayeti reddederler. Şimdiki tabiri ile olguculuk. Pozitivizm Cumhuriyet’i kuranların ideolojisi oldu, dinden uzaklaştılar”  biçiminde sözler kullanıyor.

Dahi; Hasan Polatkan Caddesi’nin adının “Atatürk Bulvarı diye değiştirildi. Ha! Bugün matem günü ya! Atatürk öldü. Dünyanın hiçbir yerinde bir büyük adam öldü diye ağlanmaz. Bizim gibi gerici bir başka devlet yok. Her canlı ölümü tadacak. Vadesi geldi öldü. ‘o ölmez…’ e öldü. 76 senedir ölmüş adamı bırakmıyorlar.”  Diyerek Atatürk’e  “O” adam diyordu.


2 Mayıs 2016 Pazartesi

KUT'UL-AMARE SAVAŞI 29 NİSAN 1916 ve GERÇEKLER

Halil Kut Paşa ve Alman General Golthz
Recep Erdoğan çıktı, elinde mikrofon, Kut’ül Amare’nin tarihimizin şanlı zaferi olduğunu söyledi. "Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar” dedi ama Kut’ül Amare’nin Osmanlı’nın komutanının kim olduğunu söylemedi. Keza onu da bilmezdi ya..!

Recep Erdoğan, “Kut’ul Amare’yi bizden sakladılar dedi ya, hangi tarihimizi bu millet biliyor ki de Kut’ül Amare Savaşını bilsin! Hele birde, Kut’ül Amare savaşının Osmanlı komutanı, Prusya asıllı Alman Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz olduğunu hiç bilemezdi.

Osmanlı-Alman ittifakı doğrultusunda Osmanlı Ordusuna komutanlık yapıyordu.   
Maraşal Comar Freiherr von Der Goltz, 2. Abdülhamit döneminde İstanbul’a getirilerek Osmanlı ordusunu modernleştirmesi istendi.

Alman Krupp ve ülkemizde “mavzer” diye bildiğimiz uzun namlulu silahın adı olarak anılan “Mauser” şirketlerine ilk silah siparişlerini verildi. 1908’de ikinci kez İstanbul’a geldiğinde o Alman'ı “mareşal” yaptılar.

1914’te 5. Mehmet’in kurmay başkanı yaptılar sonra Irak’ta İngilizlere karşı savaşan 6. Ordu’ya komutan olarak atadılar. Kut’ül Amare Savaşı tam kazanıldığı sıralarda Mareşal Goltz yakalandığı tifüs hastalığından öldü. Onun yerine geçen Halil Paşa atandı ve savaşın sonuçlanmasında son darbeyi vurarak kazanıldı…

Kısacası Halil Kut Paşa (1882-1957)
Halil Kut Paşa, 1882'de İstanbul'da doğdu. Harp Akademisi'nde Mustafa Kemal ile aynı sınıfta okudu. Enver Paşa'nın ondan iki yaş büyük amcası. "Kut'ül Amare Kahramanı" olarak bilinir. İttihat ve Terakki Fırkasına girdi. 

Halil Kut Paşa ve “Kut’ül Amare” Savaşı (29 NİSAN 1916)
1923 doğumlu Dr. Necdet Özgelen, 21 yaşındayken Kûtu'l-Amâre Kahramanı Halil Paşa'yı tanıma şerefime ermiş kişi olarak Halil Kut Paşayı anlatır: "Yıllardır ittihatçılara 'darbeci, İmparatorluğu yıkanlar' diyorlardı. Hatta muhalif görüşlere 'ittihatçı zihniyet' diyorlardı. İttihatçıların kazandığı bütün zaferlere veryansın edip her zaman karalıyorlardı. Ama şimdi çıkmışlar İttihatçıların kazandığı, dahi daha önce bir bilgileri olmadığı “Kut-ül Amare” zaferinin 100. Yılında ne hikmetse AKP ve devletin zirvesi, o zaferi kazanan komutanı Halil Paşa'nın adını bile anmadan kutlanıyordu.

Salt Atatürk’ü küçümsemek için cümbür cemaat kutladıkları Kut’ül Amare Savaşının komutanını için “Komutanımız Mareşal Colmar Freiherr Von Der Goltz” deseydi bari daha gerçekçi olurlardı. Ama bu mareşal yeni cumhuriyetin içinde, dışında yoktur…

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlamayan ve hatta iptal edenler, Kut'ün Amare Zaferi'nin 100. Yılı için düzenlenen törene katılıyorlar ve orada Recep Erdoğan şöyle konuşuyordu: “Milletimizin, medeniyetimizin binlerce yıllık tarihini, nerdeyse 1919 yılında başlatan bir tarih anlayışını reddediyorum. Her kim ki zaferleriyle ve yenilgileriyle son 200 yılımızı, hatta son 600 yılımızı soyutlayıp eski Türk tarihinden Cumhuriyete atlıyorsa bilin ki o kişi milletimizin de devletimizin de hasmıdır” demişti. Ama salt 600 yıllık tarihten söz ediyor. Türlerin tarihi daha çok eskilere dayanır ve 1932 yılında Atatürk’ün kurdurduğu “Türk Tarih Kurumu aracılığıyla asıl bu millete unutturulmuş geçmiş tarihini yeniden hatırlatılmıştır.

Yani; sözün kısası, senin 19 Mayıs’ın yok; ama bizim için Türkiye Cumhuriyeti tarihi 19 Mayıs 1919’da başlar, ümmetlikten, kulluktan, kölelikten, cariyecilikten, haremden, dili kesilmiş cellâtlardan adam olmaya adım atılışın tarihidir. Bizim tarihimizde ne Alman Mareşal Freiherr Von Der Goltz vardır, ne de Amerikan mandacılığı vardır.

Kut Şehitliği
1920 yılında Bağdat’a 180 km Kutü’l-Ammare’de inşa edilen şehitlik, etrafı duvarlarla çevrili büyük bir anıt biçiminde olup bu şehitlikte 7’si subay, 43’ü er olmak üzere 50 şehidimiz yatmaktadır. Sonuç olarak, Halil Paşa idaresindeki Kutü’l-Ammare Savaşı; Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’nun en zor şartlar altında, Çanakkale’den sonra İngilizlere karşı kazandığı ve bir İngiliz tümeni bütün personeli ile birlikte esir aldığı eşsiz bir zafer olarak tarihe geçmiştir…

Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri çekilmek zorunda kalan İngiliz ordusuna Türklerin Çanakkale’den sonra ikinci defa İngiliz inadını kırdığı zaferiydi bu Kut’ül-Amare Savaşı. İngiliz tarihçi Jemes Morris, Kut'un kaybını Britanya (İngiltere) askeri tarihindeki en aşağılık şartlı teslimi olarak tanımladı.

Kaynaklar:
16 Ocak 2010, 91. yıldönümünde Kut’ül-Amare Zaferi, Türk Silahlı Kuvvetleri Genelkurmay Başkanlığı”  sitesi .
1957'de İstanbul'da vefat eden Halil Kut Paşa’nın anıları: “Bitmeyen Savaş" adıyla 1972'de yayımlandı.
Vikipedia


26 Nisan 2016 Salı

LAİKLİK GİDERSE?..

                                                                          

Vay Be; Sen Neymişsin İsmail Kahraman!
Bugün 75 yaşında olan İsmail Kahraman aslen Rizeli olup. Milli Görüş geleneğinden geliyor. Refahyol Hükümeti döneminde (1996-1997) Kültür Bakanlığı yaptı.

İsmail Kahraman, “Mason locası var”  diye AKP’nin ilk yıllarında partiye gelmedi. 2014 yılında kendi adına düzenlenen bir gecede Erdoğan’a üzerinde resmi olan altın sikke hediye ederek “Sizi başkan seçeceğiz” deyip  ‘devlet başkanı’ ilan etti.




                                         Harita: Wikipedia'dan. Laik olmayan ülkeler kırmızı
                                         Kırmızı: Dinsel yönetimli devletler
                                         Mavi:     Laik yapıya göre yönetilen devletler
                                         Gri:       Çelişkili bulunan veya durumu net olmayan devletler.


Üçüncü turda 524 milletvekili oy kullandı. Kahraman’a 316 oy çıktı. TBMM Başkanı seçildikten sonra teşekkür konuşması yapan Kahraman, ‘tam bir tarafsızlık içinde’ görev yapacağını söyledi. Ama konuşmasında Kahraman’ın Atatürk’ün adını anmadı. CHP Grup Başkanvekili Engin Altay, “İlk başkanımız Atatürk’ün adını anmalıydı” diyerek itiraz etti.

İsmail Kahraman, içinde nükte olarak kalan şeriat özlemini dile getirdi.
Laikliğin Anayasa'da yer almaması gerektiğini söyleyerek tepki alan çıkış yaptı ama çoğumuzun bilmediği geçmişte ne haltları etmişse ortaya dökülüverdi. 31 Mart Olayları'ndan sonra Türkiye'deki en büyük gerici ayaklanmanın “Kanlı Pazar” olarak tarihe geçen olayların baş mimarı olduğu olan ortaya çıktı. Yani MTTB Genel Başkanı olan ve olayları organize eden İsmail Kahraman,  “kanlı Pazar olayında bıçaklanarak öldürülen iki kişinin katilidir bir bakıma da!

Tetikçi Komitenin Başkanı İsmail Kahraman
Önceki Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül, o dönem MTTB İcra Kurulu Başkanı’dır.  İsmail Kahraman'ın ismi Abdullah Gül'ün icra başkanlığını yaptığı MTTB'nin kontrgerilla yapılanması olan "40’lar komitesi" vardı. Komitenin amacı ise “üniversite ve üniversite dışında İslamcı öğrencilerin güvenliğinin sağlanması ve eylemlerin daha etkinleştirilmesi”  idi. Ve bu komitenin yönetiminde de yine İsmail Kahraman bulunuyordu. İsmail Kahraman 1968 yılında, Beyazıt Meydanında MTTB’nin düzenlediği bir “Komünizmi Telin” mitinginde konuşma yapıyor.

İki Gün Önceden Planlanmış “Kanlı Pazar
14 Şubat’ta MTTB’in yapılan ‘Bayrağa saygı’ mitingi, gericilerin gövde gösterisine dönüşür ve Komünizmle Mücadele Dernekleri’nin Başkanı İlhan Darendelioğlu, Milli Türk Talebe Birliği’nin Cağaloğlu’nda ki merkezinde bir propaganda yaparak şöyle der:  “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin” der. Öğrencilerin 1968’de öldürülen Vedat Demircioğlu anısına düzenlediği eylemler de yine gericiler tarafından hedef gösterilir.

Yıl: 16 Şubat 1969
Dahi ayrıca; 10 Şubat 1969 yılında Dolmabahçe açıklarına demirleyen 6. Filo’nun temsil ettiği Amerikan emperyalizmine karşı, yurtsever öğrenci eylemleri başlatıldı.
ABD 6. Filo'su İstanbul önlerinde Boğaza demirlenmiş bekliyordu. ABD’nin bu 6. Filosunu protesto etmek için 76 gençlik örgütü protesto etmek için valiliğin verdiği izinle Taksim'de toplandı. Amerika’ya ait 6.Filo'yu protesto etme yürüyüşüne için 16 Şubat günü, devrimci gençler Taksim'e doğru yürüyüşe geçmek üzere Beyazıt'ta toplanırlarken,  pek çoğu Milli Talebe Birliğine bağlı dinciler de Taksim Meydanı'na girdi. Orada önce toplu namaz kıldılar. Ardından taşlı, sopalı, bıçaklı bir biçimde beklediler. Bunları böyle vaziyette gören polisin herhangi bir engellemesi olmadı…

16 Şubat günü, İsmail Kahraman’ın başında bulunduğu gerici dinciler daha iki gün önce  “Bayrağa Saygı”  mitingi düzenlenmiş, bu mitingde “komünistlere” karşı savaş açıldığını ilan etmişlerdi. ABD yanında yer alan İsmail Kahraman’ın organize ettiği gerici güçleri,  yurtsever gençlere  “gereken dersi vermek”  niyetiyle halkı etraflarında toplanma çağrısı yapıtılar...

Ülke olarak en gergin dönemlerinden birini yaşıyordu…
16 Şubat Pazar günü, "Emperyalizme ve Sömürüye Karşı İşçi Yürüyüşü" düzenlenir.
Yürüyüşe sadece öğrenciler değil, işçi sendikaları, meslek kuruluşları ve sosyalistler de katılacaktır. Aynı zamanda, gerici örgütlenmelerin sosyalistlere açıktan saldırı çalışmaları da sürmektedir.

İslam Ülkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği'nin (AY-BİR) İstanbul'da düzenlediği "Yeni Türkiye Konferansları konuşmasında TBMM Başkanı İsmail Kahraman'ın “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınmaması lazım” diye konuşması Türkiye gündemine kara bir leke gibi oturdu.

Aslında AKP gizli kara niyetini açığa vurdu. Onlara göre “Yeni Anayasa’da laiklik olmayacak!” Bu konuşma, ipuçları, şeriatçı bir hilafet anayasasını yapma girişimi, uyuyan halkı uyandırmalıdır. 14 yıldır gericiliğe karşı aydınlamanın ışığı zaman zaman kısılarak karanlığa bu millet alıştırılmışlar ve gelinen nokta bu…

İsmail Kahraman ve “Kanlı Pazar”
Adalet Partisi iktidarda; Beyazıt Meydanı'nda toplanan gençlik örgütleri yürüyüşe geçti. Sultanahmet, Sirkeci, Eminönü, Karaköy ve Dolmabahçe üzerinden Taksim Meydanı'na ulaşan göstericilerin önünü kesen polis, kasıtlı olarak alana küçük gruplar halinde girmelerini sağladı. Alana girenler, burada eli sopalı bekleyenlerle karşılaştı. O anda iki sıra olmuş polis barikatlarını tekbir getirerek kolayca aşan eli sopalı, taşlı, bıçaklı sağcı ve dinci sağcıların saldırısına uğradılar. Bu vahim saldırı olayında Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı iki genç bıçaklanarak öldürüldü. Bu olay Türk demokrasi tarihine  “Kanlı Pazar”  olarak geçti. Bu olayın vahametine bakarak İsmet İnönü:Bu yaşanan 2. 31 Mart vakkasıdır"  diyordu. 

Olayı düzenleyen  “Milli Türk Talebe Birliği”  Anayasadan laiklik kaldırılsın, dindar bir anayasa yapılsın”  diyen İsmail Kahraman'ın Genel Başkanlığı sorumluluğunda gerçekleşmiştir.   

Bugün Meclis Başkanı İsmail Kahraman:  “Laiklik bir kere yeni anayasada olmamalıdır. Dindar anayasa meselesinden anayasamızın kaçınması lazım; dini olarak bahsetmesi lazım”  diyordu.

Önce Meclis Başkanı İsmail Kahraman’ın geldiği siyasi geleneğe bakmak gerekir.
İsmail Kahraman'ın skandal "Laiklik" anayasadan çıkışının skandal sözlerine, onun geçmişine ve eylemlerine bakarak ne olduğunu anlamak lazım.

Buna istinaden birde, Tarafsız Bölge Programında MHP'li Yusuf Halaçoğlu’nun
Meclis başkanı seçimlerinde Deniz Baykal’ı niye seçmediklerine dair sözlerine bakalım:  "Biz eğer Sayın Baykal’ı desteklemiş olsaydık, kamuoyunda şunlar yansıtılacaktı: 'Siz Baykal’ı seçtiniz, bir muhalif adı altında' AKP’nin tabiriyle 'dinsiz bir partinin inançsız bir partinin adamını seçtiniz' diye bize yükleneceklerdi"  diyordu.







TÜRK KÜLTÜRÜNDE AĞAÇLAR 1. BÖLÜM

  Türklerde Ağaç Kültü Semavi dinlerde olduğu gibi Türkler topraktan değil de ağaçtan yaratıldığına inanılır. Türklerde, “Orman-Ağaç” kültün...