7 Mayıs 2022 Cumartesi

KUL NESİMİ (17. YÜZYIL OZANIMIZ)

KUL NESİMİ (17. Yüzyıl Ozanı)
17. yüzyılda Anadolu’da Osmanlı Devletinde 4. Murat döneminde yaşamış olduğu sanılıyor. Alevi-Bektaşi halk ozanı olan Kul Nesimi’nin gerçek Ali’dir.14. Yüzyılda yaşamış olan İmameddin Seyit Nesimi’den etkilendiğinden dolayı mahlasını “Kul Nesimi” olarak kullanmış olduğu bilinmektedir. Ayrıca başta Hacı Bektaş Veli ve Yunus Emre, Şah İsmail, Pir Sultan Abdal’dan iyice etkilenmiş olup hem hece hem aruz vezinlerinde deyişler yazmıştır. Kul Nesimi’nin, “Vahdet-i Vücut” anlayışına sahip olduğunu deyişlerinden anlaşıldığı kadarı ile de
 düzgün bir hece ölçüsünde kullanmasını bilen ve iyi bir eğitim görmüş olduğunu kanıtlar. Kul Nesimi Bazen aruz da iyi bir biçimde başarıyla kullandığı, en çok ise hece ölçüsünde deyişlerini söylemiştir.

Cahit Öztelli, Tekke ozanı olan Kul Nesimi’nin yüzden fazla deyişini derleyip bir araya getirerek 17. Yüzyıl ozanı olarak adına bir kitap yayımlamıştır. Ozan Kul Nesimi adının mahlasında kullandığı “Kul Nesimi” İmameddin Nesimi’den başka bir Nesimi olduğunu bu yapıtı sayesinde anlaşılmıştır. Ancak ozan, adı geçen kitapta 100’ün üzerinde yer alan deyişlerinde yalnızca ikisinde “Kul Nesimi” mahlasını kullanmış, diğer deyişlerinde ise “Seyit Nesim”, “Can Nesimi”, “Nesimi” gibi mahlaslar kullanmıştır.

Ancak deneyimli olan Cahit Öztelli, ozanın adının benzerliğinden dolayı yukarıda söz edilen “İmadeddin Nesimi” ile karıştırılmaması için kitabının adını Kul Nesimi olarak kullanmıştır.

Bir örnek: “Ben Melamet Hırkasını” veya “Kime Ne” sözleri ile bilinen ve daha sonra sanatçılar tarafından bestelenen deyişler daha çok karıştırılarak, 17. Yüzyılda yaşamış olan Kul Nesimi’ye değil de 14. Yüzyılda yaşamış İmameddin Nesimiye atfedilmektedir.

14. Yüzyılda Bağdat'ta doğmuş, 1404’te Halep'te derisi yüzülerek öldürülmüş ünlü tasavvuf ozanı Azerbaycanlı İmameddin Seyit Nesim ile 17. Yüzyılda yaşadığı sanılan Kul Nesimi karıştırıyorlar. Kul Nesiminin gerçek adı Ali olup yaşamı konusunda derin bir bilgi yok. Cahit Öztelli'nin yaptığı araştırmaya göre: “17. Yüzyılın ünlü Bektaşi ve Hurufî şairidir. Soyu 14. yüzyılın ünlü şairlerinden ve Yunus Emre izleyicilerinden Sait Emre'ye dayanır, İran Safavi şahlarının Anadolu üzerindeki egemenliğini sağlamak yolunda sürdürülen siyasal çabalara katılmış, bu yüzden Alioğlu ve Dedemoğlu ile birlikte kovuşturmalara uğramıştır. Sonunun nasıl bittiğini gösterecek belge yoktur." Diye yazar.

17. Yüzyılda yaşamış olan, Kul Nesimi'nin doğum yeri ve yılı bilinmediği gibi, ölüm yeri ve yılı da bilinmiyor. Ancak deyişlerinde M.S.1668'de sağ olduğu, Bektaşiliğe bağlı olduğu, iyi bir öğrenim gördüğü, tekke edebiyatının önde gelenlerinden olup tasavvuf ve din konularda bilgeliğe sahip olduğu anlaşılmaktadır. 

Kul Nesimi, deyişlerini hem hece hem de aruzla yazmıştır. İki ölçüyü de beceriyle kullandığı, inancıyla sanatını eksiksiz yan yana götürdüğü görülmektedir. Daha çok tasavvufi inancını yansıtan dini eğilimli lirik deyişler yazmış, ancak aşk konusuna da arada bir değindiğini deyişlerinde yansıtmakta olduğunu görürüz.

Cahit Öztelli'nin yaptığı son araştırmaya göre, "17. yüzyılın ünlü Bektaşî ve Hurufî ozanıdır. Soyu 14. yüzyılın ünlü şairlerinden ve Yunus Emre izleyicilerinden Sait Emre'ye dayanır, İran Safavi şahlarının Anadolu üzerindeki egemenliğini sağlamak yolunda sürdürülen siyasal çabalara katılmış, bu yüzden Alioğlu ve Dedemoğlu ile birlikte kovuşturmalara uğramıştır. Sonunun nasıl bittiğini gösterecek belge yoktur." Diye açıklar.

Kul Nesimi'nin doğum yeri ve yılı gibi ölüm yeri ve yılı da bilinmiyor. Ancak deyişlerinde 1668'de sağ olduğu, Bektaşiliğe bağlandığı, sağlam bir öğrenim gördüğü, tasavvuf ve din konularını iyi bildiği anlaşılıyor. Aşağıdaki dizelerden de anlaşıldığı gibi, Bektaşi olduğuna dair bir kanıttır:

Meşrebidir herkese yâran dur Bektaşiler
Kimse bilmez sırlarını seyran olur Bektaşiler
Biz tarik-ı Bektaşi’yiz zikrederiz Hakkı biz

Kul Nesimi'nin iki ölçüde beceriyle kullandığı hem hece hem de aruzla deyişleri vardır. Dahi, inancıyla sanatını yan yana yürüttüğü görülmüştür. Aşk konusuna da değinmekle birlikte, Kul Nesimi, daha çok din ve tasavvuf inancını yansıtan lirik nefesleriyle ün kazanmıştır. Bunlardan bazıları bestelenmiştir. Kul Nesimi'nin deyişlerinden birkaçı, 
Cahit Öztelli'nin şu kitabında bir araya getirilmiştir: Kul Nesimi (1969).

Ben yitirdim ben ararım yar benimdir kime ne
Gâh giderim öz bağıma gül dererim kime ne
Gâh giderim medreseye ders okurum hak için
Gâh giderim meyhaneye dem çekerim kime ne

Sofular haram demişler, bu aşkın şarabına
Ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne
Ben melâmet hırkasını, kendim giydim eğnime
Ar ü namus şişesini, taşa çaldım kime ne

Sofular secde ederler, mescidin mihrabına
Yar eşiği secde gahım, yüz sürerim kime ne
Gâh çıkarım gökyüzüne, kaftan kafa
Gâh inerim yeryüzüne, yar severim kime ne

Nesimi’ye sormuşlar yârin ile hoş musun?
Hoş olayım olmayayım o yar benim kime ne
An Haydar, Haydar o yar benim kine ne

****
Kul Nesimi sen seni mana bilir söylersin
Biz bir deriz geçeriz bir ummana benzemez
Hah çıkarım gökyüzüne silkemem hiç âlemi
Gâh inerim yeryüzüne silkemez âlem beni

Yaptığımız Kâbe’dir yıktığımız kilise
Şu bizim seyranımız bir seyrana benzemez
Abdestimiz katlanmak, namazımız sabretmek
Biz bir oruç tutarız, Ramazan’a benzemez

Kitabımızda kıl var, dağlar kadar görünmez
Biz bir ayet okuruz bir Kur’an’a benzemez
Kul Nesimi sen seni mana biter söylersin
Biz bir deniz geçeriz bir ummana benzemez

Kelb rakip haram diyormuş şarabın bir katresine
Saki doldur ben içerim günah benim kime ne.

Nesimi’den
Har içinde biten gonca güle minnet eylemem
Arabi, Farisiyi bilmem, dile minnet eylemem
Sırat-ı Mustakim üzere gözetirim Rahimi
İblisin talim ettiği yola minnet eyleme

Bir acayip derde düştüm herkes gider karına
Bugün buldum bugün yerim, Hak kerimdir yarına
Zerrece tamahım yoktur şu dünya varına
Rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem

Ey Nesimi Can Nesimi ol gani mihman iken
Yarın şefaatlerim Ahmet-i Muhtar iken
Cümlelerin rızkını veren ol gani serdar iken
Yeryüzünün halifesi hünkâra minnet eylemem

Canım Erenlere Kurban
Canım erenlere kurban, Serim meydanda meydan da
İkrarım ezelden kadim, Canım meydanda meydan da

Yanarım yoktur dumanım, Gönlümde yoktur gümanım
Al malım bağışla canım, Varım meydanda meydan da

Kellem koltuğuma aldım, Kan ettim kapına geldim
Ettiğime pişman oldum, Darım meydanda meydan da

Münkir rakipten kaçın, Müminim hülle don biçin
Ben bülbülüm bir gül için, Zarım meydanda meydanda

Gerçek olan olur gani, Gani olan olur veli
Nesimi’yem yüzün beni, Derim meydanda meydanda

Sorma Mezhebimi

Sorma be birader mezhebimizi
Biz mezhep bilmeyiz yolumuz vardır
Çağırma meclis-i riyaya bizi
Biz şerbet bilmeyiz dolumuz vardır

Biz müftü bilmeyiz fetva bilmeyiz
Kıl ü kal bilmeyiz iftar bilmeyiz
Hakikat bağında hata bilmeyiz
Şah-ı Merdan gibi ulumuz vardır

Şahin Bakışlı

Uykudan uyanmış şahin bakışlım
Dedim sarhoş musun söyledi yok yok
Ak ellerin elvan elvan kınalım
Dedim bayram mıdır söyledi yok yok

Dedim ne gülersin dedi nazımdır
Dedim kaşın mıdır dedi gözümdür
Dedim ay mı doğdu dedi yüzümdür
Dedim ver öpeyim söyledi yok yok

Dedim aydınlık var dedi aynımda
Dedim günahım çok dedi boynumda
Dedim mehtab nedir dedi koynumda
Dedim ki göreyim söyledi yok yok

Dedim vatanın mı dedi ilimdir
Dedim bülbül müdür dedi dilimdir
Dedim Nesimi Şah dedi kulumdur
Dedim satar mısın söyledi yok yok

Kaynaklar:
Cahit Öztelli, “Pir Sultan’ın Dostları”, İstanbul, 1984,
Cahit Öztelli'nin "Kul Nesimi" 1969.
Saadettin Nüshet Ergün, “Bektaşi Şairleri ve Nefesleri” İstanbul: Maarif Kitap hanesi, 1944
Asım Bezirci, “Türk Halk Şiiri” İstanbul: Say Yay, 1993
Pertev Naili Boratav,” İzahlı Halk Şiiri Antolojisi.” İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay,2000






KUL HİMMET


KUL HİMMET
Kul Himmet hakkında, yakın zamanlara kadar üzerinde pek araştırma yapılmamıştır. Bundan dolayıdır ki, deyişlerinde mahlası “Kul Himmet Üstadım” olarak birde "Kul Himmet" mahlalı olan iki ayrı ozan oldukları ortaya çıkartılmıştır. Bu ozanları tek kişi sanmışlar ve bütün deyişleri de Kul Himmet’in sanılmıştır. Bu ozanlardan "Kul Himmet Üstadım" mahlalı, Divriği’nin Örencik köyünden Aşık İbrahim’dir, Kul Himmet ise Tokat’ın Almus ilçesinin Görümlü köyünde doğduğu ve doğduğu yerde öldüğü bilinmektedir.

Kul Himmet Üstadım mahlalı ozan, diğer taraftan Sefil Kul Himmet, Öksüz Kul Himmet ve Geda Kul Himmet mahlaslı deyişlerinin varlığı, sorunu daha da karışık duruma getirmektedir.

Kul Himmet ve Kul Himmet Üstadım konusunda bugüne kadar en önemli çalışma, Türk folklorunun önde gelen isimlerinden İbrahim Aslanoğlu tarafından gerçekleştirilmiştir. Aslanoğlu, her iki çalışmasında şiirleri mahlaslarına göre ayırmış, gerek şiirlerinden gerekse tarihi vesika ve derlemelere dayanarak bu isimler hakkında yorum ve değerlendirmeler yapmıştır.

Kaynaklara göre Kul Himmet, 16. ve 17. yüzyıllarda yaşamış olup, mezarı, doğduğu yer Tokat’ın Almus ilçesinin Görümlü köyünde doğduğu ve doğduğu yerde öldüğü, kendi adını taşıyan türbesi Tokat’ın Almut ilçesinin Varzıl (Görümlü) köyünde bulunmaktadır. Köylüleri onu, Bektaşi tarikatının Erdebil Tekkesine bağlı Safeviye koluna bağlarlar. Kul Himmet’in deyişlerinden anlaşıldığı kadarıyla, Şah İsmail’in oğlu Şah Tahmasb (ö.1576) döneminde yazılan “Menakıbü’l-Esrar Behçetü’l- Ahvar” adlı yapıtta rastlandığına göre 16. yüzyılda yaşamış olması gerekir. Ayrıca Kul Himmet’in Pir Sultan’ın müritlerinden biri olduğu sanılıyor. Pir Sultan Abdal’ın 1560'ta asılmasından sonra uzun süre kaçak yaşayıp köyünde vefat ettiği, Söylenceye göre Kul Himmet, inancından dolayı çileli bir yaşamı geçirmiş, zindana atılmıştır. Ancak ölümü ve nasıl öldüğüne dair kesin bir bilgi yok ama, uzun süre kaçak yaşayıp köyünde öldüğü söylenmektedir.

İbrahim Aslanoğlu’nun, Kul Himmet hakkında araştırmalar yapar. Araştırmalarına göre Kul Himmet’e ait 143 deyişini bulmuş ve kitabına işlemiştir. Aslanoğlu, kitabında önceki yayınlardaki ve yirmiden fazla cönkteki Kul himmet mahlaslı taşıyan deyişlerle bu sayıya ulaşmıştır. Deyişlerin ölçülerine göre dağılımını 7 heceli 1, 8 heceli 26, 11 heceli 104 ve aruz vezni ile 7. Kul Himmet’in ilk kez 36 deyişi yayımlanmış ve Cahit Öztelli tarafından bu sayı 87’ye ulaştırılmıştır. Aslanoğlu tarafından 143 sayıya ulaşmıştır. 13 deyiş daha eklenerek bu sayı 156’ya çıkmıştır. Deyişlerin nerdeyse tamamına baktığımızda Bektaşi ve Alevi inancıyla iç içedir.

****
Divane gönlümüz geçmez güzelden
Mihrin yer eyledi tenden ya Ali
Arzumanım sensin ezel ezelden
Gitmez muhabbetin benden ya Ali

Canü dilden sevenlerin cansın
Âşıklara methetmenin şanısın
Kusura kalmayan mürvet kanısın
Geçersin günahtan kandan ya Ali

Müşkülünü halledersin dostuna
Çağırınca erişirsin düşküne
Kerbelada yatan imam aşkına
Şefaat umarız senden ya Ali

Nice yüz bin yıllar Kandilde durdun
Atanın belinden madere geldin
Anın için halkı gümana saldın
Bin bir dondan baş gösterdin ya Ali

Tarikat içinde şemsü kamerin
Hakikat içinde zatı kemalin
İstemem Cenneti göster cemalin
Kul Himmet göçmezden bundan ya Ali

****
Dünya ile bir pazarlık eyledim
Ne virane ne harabe ne şendir
Seyrettim de bir dükkâna uğradım
Ne çarşıdır ne bedesten ne hardır

Sırr-ı surullahtır âleme inen
Dedim harfim manasını duyana
Çiçeğe uğradım kokusu bana
Ne bağdadır ne bağbandır ne güldür

Bir makam seyrettim ya kim gelecek
İkrarsızlar kıyamete kalacak
Bir gerçek harfim var mana alacak
Ne mezheptir ne imandır ne dindir

Yedi iklim çar köşe kilidi birdir
Ana akıl ermez bir gizli sırdır
Sorarsan dünya ana misaldir
Ne ağızdır ne burundur ne dildir

Kitabın kalbinde olur mu ilan
Ümmet-i billah da Ali’ye ayan
Doluyu bu demde elime sunan
Ne âdemdir ne insandır ne kuldur

Kul Himmet’im bu manadan al imdi
Alamazsın bir gerçeğe sor imdi
Senede bir kere doğdu dolandı
Ne ülkerdir ne yıldızdır ne gündür

****
Bir zaman turapta yattım
Türlü çiçeklerden bittim
Arı ile çok bal yaptım
Ballarım Ali çağırır

Bulut oldum göğe ağdım
Yağmur olup yere yağdım
Coşkun coşkun ben kaynadım
Sellerim Ali çağırır

Bu haneye mihman gelmişim
Kâh ağlayıp kâh gülmüşüm
Bahr-i ummana dalmışım
Göllerim Ali çağırır

Kul Himmet’im aşka düştü
Aşk deryası boydan aştı
Virdiğimiz Ali’ye düştü
Dillerim Ali çağırır

Cahit Öztelli, “Bektaşi Gülleri” ve “Pir Sultan’ın Dostları” adlı yapıtlarından aşağıdaki deyişler aktarılmıştır.

Hak nasip eylese dergâha varsam
Bir dem divanında dursam ya Ali
Eğilsem dizine niyaz eylesem
Yüzüm tabanına sürsem ya Ali

Yüzüm tabanına sürdüğüm zaman
Kalmadı gönlümde zerrece güman
Ali’m Zülfikar’ın çektiğin zaman
Önünde Kanber’in olsam ya Ali

Çeksen Zülfikar’ın beni öldürsen
Her dem ağlatırsın, bir dem güldürsen
Kanber gibi hizmetine yeldirsen
Elim eteğinden kesmem ya Ali

Hiç kesmenem eteğinden elimi
Hak katında kabul ettiğim ölümü
Doğru süren evliyanın yolunu
Ol mümin kulların görsem ya Ali

Mümin olan zehresinden bellidir
Hak söyleyip nefesinden bellidir
Evliyalar yolu sabah gülüdür
Deste deste gülün dersem ya Ali

Mümin olan, Müslümanı getirsin
Getirsin de Hak cemine yetirsin
Diz-be-diz gelip te bile otursun
Doyunca yüzüne baksam ya Ali

Kul Himmet’im hizmet eyle pirine
Gül’inen Muhammed Ali yoluna
Dilerim dergâha, girem gönlüne
Yarın fırsat elden gider ya Ali

Farklı çeşitler olarak Cahit Öztelli tarafından aktarılan hâli:

Sabahın seher vaktinde
Ali’yi gördüm Ali’yi
Eğildim niyaz eyledim
Ali’yi gördüm Ali’yi

Kaşı kirpik deste deste
Armağan sunar dostuna
Muhammed ile miraçta
Ali’yi gördüm Ali’yi

Aslanı gördüm meşede
Kırk mum yanar bir şişede**
Yedi iklim çar köşede
Ali’yi gördüm Ali’yi

Arslanı gördüm çağında
Açılmış cennet bağında
Musa ile Tur Dağı’nda
Ali’yi gördüm Ali’yi

Cennet kapısında duran
Hayber’in kilidin kıran
Kafire Zülfikar çalan
Ali’yi gördüm Ali’yi

Çişkin dağlar başı çişkin
Kul Himmet’im oldu küskün
Cümle yerden, erden üstün
Ali’yi gördüm Ali’yi

KAYNAKÇA:
Cahit Öztelli, “Pir Sultan’ın Dostları”, İstanbul, 1984,
Gölpınarlı, Abdülbâki “Türk Tasavvuf Şiiri Antolojisi” İstanbul: İnkılap Kitabevi. 1971
Gölpınarlı, Abdülbâki “Kul Himmet- Hatayi” İstanbul: Varlık Yayınevi, 1953
Saadettin Nüshet Ergün, “Bektaşi Şairleri ve Nefesleri” İstanbul: Maarif Kitap hanesi, 1944
Pertev Naili Boratav,” İzahlı Halk Şiiri Antolojisi.” İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yay,2000
Erdal Alova, “Türk Halk Edebiyatı Antolojisi”. İstanbul: Alfa Yay,2002
Asım Bezirci, “Türk Halk Şiiri” İstanbul: Say Yay, 1993 Şükr
ü Elçin, Halk Edebiyatına Giriş Ankara: Kültür Bakanlığı Yay, 1986

6 Mayıs 2022 Cuma

BABEK, HURUFİLİK ve HALLACI MANSUR

BABEK, HURUFİLİK ve HALLACI MANSUR

Fazlullah’ı etkileyen Babek,’in (El Hürrem) 9. yüzyılda yaşadığı bölge olarak bilinen, yerin adı “Odlar Yurdu” (Sönmeyen Ateşin Ülkesi) Azerbaycan’dır. Harflerden dinsel anlam çıkarma (harfçilik) ve harflerden “insan siması” oluşturma tarikatın kökeni Hurufilik, 9. yüzyılda yaşayan “Babek-i düşüncesi” bir tür ilkel komüncülük olan Babek’in düşünceleri Abbasi Halifesi tarafından “dine aykırıdır” diye parçalanılarak öldürülür. Böylece, “El Hürrem harekâtı” Fazlullah Hurufi içinde cila olarak gelişir. Fazlullah, Babek’ten sonra 10. yüzyılda yaşamış Hallacı Mansur’dan da etkilenmiştir...

Hurufiliğe göre harfler, insan yüzü şeklinde görünür. Örneğin: “ye” harfi çene “ayin” ağız “lam” burun, bunlar yan yana gelip tamamlandı mı da “Ali” ortaya çıkar. Dahi günümüzde aşağıdaki yazıgrafilerden de anlaşıldığı gibi Anadolu Alevi-Bektaşilerince harflerden “insan sıfatı” yazma sanatı hep kabul görür. Ve dahi; Tanrı da kendini insan yüzünde gösterir. İnsanın yüzü “elif” burnu iki yana  “lam” gözlerde “he” harfleri verir. Böyle olunca insanın yüzünde simetrik olarak sağlı-sollu iki “Allah” yazısı çıkar. Alevi-Bektaşi cemlerinde ve evlerinde böylesi yazıgrafili resimler çok vardır...

Hallacı Mansur, Muhyettin Arabî gibi sofiler, harflerle metafizik anlamları yükleyerek sayısal değerlerle geleceğe ilişkin bilgiler araştırırlarmış. Bu akımlardan etkilenen Fazlullah Hurufi bütün bu birikimleri değerlendirip, batini yöntemler kullanarak harflerden mana çıkarma olayıyla Hurufiliği sistemleştirir...

Hurufilik öğretisinde “elifba” harfleriyle Tanrı’nın resmi çizilir. Ayetlerde kapalı anlamları ve sırları insan yüz şekillerinde harflerle yansıması vardır. Fazlullah’a göre her harf dört öğeden oluşur. Bunlar: toprak, su, ateş, hava. “İnsan özünde âlemleri toplamış küçük bir evrendir. İnsanın Tanrılaşması; yaratıcı kemalini, insanı yaratıcılıkta bulmuştur” der.

Yine Hurufiliğe göre evrenin üç dönemi var:

1- Âdemle başlayan, Muhammet’le son bulan “nübüvvet” (Peygamberlik) dönemi

2- Ali ile başlayan11. İmam Hasan Ali Askeri ile sona eren “imamet” (İmamlar) dönemi.

3- Gönderilenleri en kusursuzu ve sonuncusu Mehdi ile (Fazlullah kendini işaret ederek) Başlamış bulunan “ulûhiyet” (Tanrısallık dönemi) Hurufilik felsefesinde: “Tanrı başka yerde aranmaz. Tanrı’nın köşkü insanoğlunun gönlüdür. Ancak Tanrı orada kemalin en yüksek noktasına erişir. Bu da şahadet ıstırapları ve kendini feda ediş ile elde edilir. Buna erişmeyen insan, bilgisiz gelmiş, bilgisiz gitmiş olanıdır” der.

Hurufilik...
Bektaşiliğe damgasını vuran Hurufilik, 14. yüzyılda gerçek adı Abdurrahman olan Fazluulah Hurufi adlı biri tarafından kurulur. Fazluullah’ın kurduğu bu tarikata göre yaratıcı olan “harftir” Hurufilikte öğreti: Konuşan insan Tanrı’dır. Tanrı’nın insanda dile gelmesiyle insan “Kelam Ullah Natık” (Konuşan Tanrı) olur.   

Arapça “harf” in çoğulu olan “huraf” dan türeme olan Hurufilik, harf ve sayılardan mana çıkarma tarikatının kurucusu Fazlullah Hurufi, Tebriz’in Astarabad’da 1339-40 da doğar. 1394 de Timur’un oğlu Miranşah (Yılan Şah) tarafından “din dışı düşünceler ve küfre bulanma” suçu ile 2 Eylül 1394 de Elince Kalesinde asılarak öldürülür.

Fazlullah 9. yüzyılda yaşamış Babek’ten ve 10. yüzyılda yaşamış Hallacı Mansur’dan etkilenmiştir... Babek’in (El Hürrem) yaşadığı bölge olarak bilinen, “Sönmeyen Ateşin Ülkesi” (Odlar Yurdu) Azerbaycan’dır. Abbasi Halifesi tarafından “düşünceleri dine aykırıdır” diye parçalanılarak öldürülür Babek.


M.S.922 de Abbasi Halifelerince “küfre bulandı” diye parçalanarak öldürülen Hallacı Mansur “Tavasin” adlı yapıtında: “Bundan daha güzel olanı, öncesiz nokta hakkında konuşmaktır; kaynaktır. O; ne büyür ne küçülür, ne yok olur” der. Ve harflerden mana çıkarma temelinde Hallaç’ın “nokta” sı Hurufiliği derin etkiler: “Bütün harfler ve biçimler noktanın uzantısı, noktanın türevi olarak görüldüğünden; Tanrı’nın maddeler evreninde ilk belirlenmesinin ‘nota’ olduğuna inanılır... Elif bir noktanın uzantısıdır” der Mansur.

Ve dahi; Tanrı da kendini insan yüzünde gösterir. İnsanın yüzü “elif” burnu iki yana “lam” gözlerde “he” harfleri verir. Böyle olunca insanın yüzünde simetrik olarak sağlı-sollu iki “Allah” yazısı çıkar. Alevi-Bektaşi cemlerinde ve evlerinde böylesi yazıgrafili resimler çok vardır...

Hallacı Mansur, Muhyettin Arabî gibi sofiler, harflerle metafizik anlamları yükleyerek sayısal değerlerle geleceğe ilişkin bilgiler araştırırlarmış. Bu akımlardan etkilenen Fazlullah Hurufi bütün bu birikimleri değerlendirip, batini yöntemler kullanarak harflerden mana çıkarma olayıyla Hurufiliği sistemleştirir...

Onuncu yüz yılda yaşamış olan Hallaç-ı Mansur’ da görülen “harflerden-rakamlardan mana çıkarma” felsefesi “Kitap-al Tavasin” adlı eserinde harfler ve rakamlardan gizli anlamlar çıkarma işi; Tanrı’yı insanda görme ile yorumlanır. “Ene-l hak” (Tanrı benim) diyerek de Tanrı ile bütünlük içinde olduğunu söylemesiyle Mansur, M.S. 922 yılında Abbasi iktidarlarınca “küfre bulandı” diye parçalanarak yok edilir. Hallaç-ı Mansur’un düşünceleri bir bakıma Hurufiliğe tesir eder...

Hurufiliğin Öğretisi
Hurufilik öğretisinde “elifba” harfleriyle Tanrı’nın resmi çizilir... Ve dahi de, Ali’nin ayetlerde kapalı anlamları ve sırları insan yüz şekillerinde harflerle yansıması vardır. Fazlullah’a göre her harf dört öğeden oluşur. Bunlar: toprak, su, ateş, hava. “İnsan özünde âlemleri toplamış küçük bir evrendir. İnsanın Tanrılaşması; yaratıcı kemalini, insanı yaratıcılıkta bulmuştur” der.

Hurufilik felsefesinde: “Tanrı başka yerde aranmaz. Tanrı'nın köşkü insanoğlunun gönlüdür. Ancak Tanrı orada kemalin en yüksek noktasına erişir. Bu da şahadet ıstırapları ve kendini feda ediş ile elde edilir. Buna erişmeyen insan, bilgisiz gelmiş, bilgisiz gitmiş olanıdır” der.

Fazlullah “küfre bulanma” safsatasıyla Timur’un oğlu Miran Şah tarafından, Nahcivan yakınlarında bulunan Elince Kalesine kapatılır. “Küfre buladı” suçu ile 2 Eylül 1394 de 55 yaşında idam edilerek cesedi ayaklarından iple bağlanarak, halka ibret olsun diye sokaklarda sürünür...

Fazlullah, Elince Kalesinde hapisteyken kızı Mahdumzade ve müritlerine “vasiyetname” sinde veda ederek Şirvan’ı Kerbela’ya, kendini de İmam Hüseyin’e benzetir ve şöyle der:

Yaşamım boyunca Şirvan da tek dostum olmadı
Ben çağın Hüseyn’iyin; düşmanlarım Yezit ve Şimr
Aşure alın yazım ve Şirvan Kerbelamdır.

Hurufiliğin geliştiği alanlar daha çok Arap olmayan bölgelerdir. Hurufilik öncelikle Arap olmayan Türkler arasında, Anadolu Alevi-Bektaşiler içinde zenginleşir, Alevi-Bektaşileşir.

Hurufiliğin kurucusu Fazlullah’ın öldürülmesinden sonra şiddet, ceza ve baskılardan dolayı perişan olan müritleri İran-Tebriz bölgesinden Anadolu içlerine kaçarlar. Daha da ileriye giderek Balkanlara kadar uzanırlar. Daha çok Batı Anadolu da ve Balkanlar da Bektaşi tekkelerine sığınırlar ve oralarda kendilerini gizlerler.

Zamanla Hurufiler, sığındıkları Anadolu Alevi-Bektaşi tekkelerinde eriyerek Alevi-Bektaşileşirler. 16. yüz yılarında Otman Baba, Rafii, gibi ozanları takip eden Hayreti, Usuli, Muhiti, Muhyiddin Abdal ve Alevi-Bektaşiliğe “Yedi Ulu Ozan” olarak damgasını vuran Yemini, Balkanlarda yetişmiş birer Hurufi ve Kalenderi eğilimli ozanlardır.

Abdulbaki Gölpınarlı’ya göre: Hurufilik bir süre sonra bağımsızlığını yitirir, sonra da Alevi-Bektaşilik içinde iz bırakarak ve kısman de başka tarikatlar içinde eriyerek tarih sahnesinden silinirler.

Alevi-Bektaşiliğin içine, neredeyse her evde ve har cemde duvarlarda asılı bulunan Arap harflerinden meydana gelme insan sıfatları, kuş figürleri, aslan figürleri Alevi-Bektaşilere Hurufilerden geçme olduğu açıktır. Alevi-Bektaşiliğin içine derinlemesine nüfuz eden çeşitli pek çok heterodoksi düşünceleri hoşgörü ile özümseyerek içinde barındırması Anadolu düşüncesini meydana getirir. Bu yapısından dolayı Alevi-Bektaşi düşüncesi asla bozulmaz, aksine zenginleşir. Aşağıda adları geçen Hurufilik gelenekli ozanlara Alevi-Bektaşilerin “Yedi Ulu Ozan” tanıdıklarından üçü olan Seyit Nesimi, Virani ve Yemini gibi ozanlardır.

Yaralanılan Kaynaklar:
Yaşar Nuri Öztürk “Enel Hak İsyanı Hallac-ı Mansur” adlı yapıtı
Burhan Oğuz, “Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri” yapıtı İst 1997

Rıza Yıldırım, “Anadolu Kızılbaş Kimliğinin Kökenleri: Türkmenler (1447-1514) Bilkent Unv. 2008,
Nizamü’l-Mülk, “Siyasetname” yapıtından







İbrahim Kafesoğlu, “Türk Milli Kültürü” yapıtından.
Mazdek dini: Eski İran dinine karşı, adalet ve paylaşım isteyerek isyan etmiş bir sosyalist din felsefi eylem.

KONYA'NIN HADİM İLÇESİNDEN AŞIK ÖMER

 

ÂŞIK ÖMER (1651-1707)
Konya'nın Hadim ilçesinin Gözleve köyünde 1651’de doğmuş, İstanbul'da ölmüştür. Orduya girmiş, sınır kalelerinde bulunmuş, bazı savaşlara katılmıştır. Şiirlerinden İstanbul, Bursa, Yama, Sakız, Sinop ve Bağdat gibi yerleri dolaştığı anlaşılmaktadır. Başlangıçta divan şairlerini taklit edip Adlî mahlasını kullanmış, Ömer mahlasını daha sonra benimsemiştir.

Döneminin ve Türk saz şiirinin önde gelen isimlerindendir. Kendisinden sonra gelen âşıkları etkilemiş, şiirleri bestelenmiş, çeşitli meclislerde çalınıp okunmuştur. Âşıkane ve sufiyane mahiyetteki bazı manzumeleri ise bir tür ilahi gibi uzun zaman tekke ve zaviyelerde terennüm edilmiştir.

Asker ocağında bulunması dolayısıyla hem serhat boylarının biraz serbest ve maceralı hayatını yaşayan dile getirmiş, hem de klasik şiirin mecaz, vezin, kafiye ve edebi sanatlarını, hatta biraz da dilini kullanarak o çevrelerin havasını yansıtmıştır.

Klasik Türk edebiyatından büyük ölçüde etkilenmiş, aruz vezniyle yazdığı divanlarda divan şiirinin kalıplaşmış mazmun ve hayal dünyasına büyük ölçüde yer vermiştir. Daha sağlığında üstat kabul edildiği için kendisinden sonraki şairler arasında onun gibi yazmak bir moda haline gelmiştir.

Onun açmış olduğu Divan şiirini taklit cereyanı yüzünden saz şiirinin eski saflığı ve dili fark edilir şekilde bozulmuştur. Geriye bırakmış olduğu 2000'den fazla deyişi Türk edebiyatının en çok yazan ozanlarından biri olarak tanındı. Hece vezniyle söylediği deyişleri ise daha güzeldi.

Ey şahin bakışlı yükseğe bakma
İndirirler seni kola bir zaman
Sadık âşıkları odlara yakma
Hiç lûtfun olur mu kula bir zaman

Âşıka ettiğin başka fen gibi
Hiç görmedim kalbi âhen sen gibi
Seni aşk oduna yaka ben gibi
Açılan güllerin sola bir zaman

Bir âhu gözlüye gönül veresin
Bakmaya pâyine yüzler süresin
Ettiğin işlere pişman olasın
Herkes ettiğini bula bir zaman

Aşık Ömer eydür ey perî-resmim
Eğrilmiş hilâle döndürdün cismim
Şimdi âr edersin anmağa ismim
Hatırından çıkmaz ola bir zaman

Gönül Eğlencesi Ey Tutu Dillim


Gönül eğlencesi ey tutu dillim
Ya benim kaşları hilalim mi var
Sarhoş yürüyüşlü mestane gözlüm
Ya benim lebleri zülalim mi var

Varup hakipaye yüzüm sürmeye
Selam olsun bizen ol kaşı yaye
Adem bezirgândır dosta hevaye
Cevahir vermeden elemim mi var

Ne canın var el sözüne uyacak
Kasdeyleyüp canımıza kıyacak
Varup ol rakibe karşu koyacak
Zaifim sultanım mecalim mi var

Der ki Ömer gamdır benim üstadım
Sözün bilmezlere yoktur inadım
Güzel sever deyü çekilür adım
Ya benim bu babda vebalim mi var

Gam Yükleri İle Yükümüz Tuttuk


Gam yükleri ile yükümüz tuttuk
Hicran katarının kervanıyız biz
Feleğin ağusun aşında bulduk
Mihnet tekkesinin mihmanıyız biz

Hakikat yolunu tutmuş gideriz
Kemlik edenlere iy'lik ederiz
Hazret-i Hüda'nın emrin tutarız
Rah-ı hakikatın rehvanıyız biz

Ey Ömer aşk ile irfan yoluyuz
Serv-i tubaların servi dalıyız
Bizi sevenlerin biz de kuluyuz
Sevmiyenin şah ü hakanıyız biz


Kaynaklar: Osmanlı Müellifleri, 2, 212-213.
S. Nüzhet Ergun, Âşık Ömer: Hayatı ve Şiirleri, İstanbul 1936.
Ahmet Talat, "Çankırı Şairleri," Çankırı 1931-32, 1, 13; 2, 120
M. Fuad Köprülü, Türk Sazşâirleri, İstanbul 1940, 2, 253-314.
Naci Yengül, “Aşık Ömer’in Neşredilmemiş Şiirleri”, HBH (1939), sy. 96. TDEA, 1, 195-196.












4 Mayıs 2022 Çarşamba

OZANLARIMIZ

HALK EDEBİYATINDA OZAN GEVHERİ (ö.1737)

Yüzlerce yıl Osmanlı'da; Ermeniler “Millet-i Sadıka” (sadık millet) Kürtler için “Millet-i Asli” (asil millet) Araplar içinse; “Kavm-i Necip” (soylu kavim) denirken Kızılbaş Türkmenler için ne kadar yerici, aşağılayıcı sözler varsa söylenmiştir. Yavuz Selim akıl hocalarından İdris-i Bitlisi'den beri süregelen ve İdris-i Bitlisi'nin Yavuz Selim'e atfedilmek üzerek yazdığı "Selim Şahnane" adlı kitabında anlattıklarına bakılırsa, orada açık biçimde Osmanlı-Kürt ittifakı olmuş, bölgede taş üstünde taş, gövde üstünde baş kalmayacak kadar katliamlar yapılıyordu. Böyle olunca, bölgenin başta etnik yapısı olmak üzere mezhepsel yapısı da değiştiriliyordu. Bölgede birçok Türkmen asimile oluyor, mezhepsel olarak ta değişime uğruyordu, mezhepsel ve etnik olarak değişime karşı çıkanlarda dağları kaçıp kendilerine mesken ediniyorlardı. Ozan Gevheri bu olaylara tanık olmuş, almış eline sazı, halkı dağlara çağırıyordu!

16. Yüzyıl başından itibaren Anadolu’da oldukça büyük Türkmen-Kızılbaş katliamı oluyordu. Birçok Türkmen'de katliamlardan kurtulmak için, kendilerinin "Kürt" oldularını söyleyerek, zamanla Kürtleştikleri görülür, ancak itikadlarını gizlemek zorunda kalıyorlardı. Sonuç, “Celali İsyanları”, "Sah Kulu İsyanları" Türkmenlerin hakir görülmesi sonucu doğmuştur. Rum’u, Ermeni'si, Arap'ı hatta doğuda Kürt ağalara imtiyazlar verilerek, yoksul zavallı "maraba" kürtler bile ezilmesinde Kürt aşiret liderleri bu yoksul Kürtleri toplayıp işbirliği yaptıkları Osmanlı ile büyük kıyımlar yapmışlar ve bu aşiret ağaları türlü imtiyazlara sahip olumuşlar, yoksul Kürtler ise maraba olarak kalmışlar. Anadolu’da en kötü koşullarda yaşamaya çalışan Türkmenler ise, devşirme Osmanlı vergi toplayıcı memurları vergi toplamak için Türkmen köylerine baskınlar yaparak, ellerinden buğdaylarını, arpalarını yarı yarıya el atarak daha harmanda iken ellerinden alıyorlardı. Zaten kıt kanaat geçinen Türkmen köylüler iktisadi durumlarından dolayı isyan eder oldular. Aşağıdaki öz kimliğinde belirtilen Ozan Gevheri’ye bir bakalım:

Ozan Gevheri halkı dağlara çağırıyor: “Dağlara Gele Dağlara” Diyordu
Grup Yorumun seslendirdiği bu bir tür isyan türküsüdür. Bu Türkünün söyleniş amacı, Osmanlı-Kürt Ağalarının ittifakı sonucu yapılan katliamdan kaçıp kervan geçmez dağlarda sığınan, dağları kendilerine mesken edinmek zorunda kalanların haklı haykırışlarıydı. “Dağlara gel, Dağlara” deyişini Cevheri, Kızılbaş Türkmenlere söylendiği; Kızılbaş Türkmen Alevilerine ait olan bu deyişi, amacından çok faklı yerlere çekerek, bugün ayrılıkçı Kürtler bu sözleri kendi siyasi amaçları için çarpıtarak kullandıklarını biliyor muydunuz? Yani geçmişte Şafi Kürt ve Osmanlı ittifakının zulmüne karşı kendilerine kervan geçmez dağları mesken tutan Kızılbaş Türkmenlerin sözleriydi. İşte bu deyişin öz sahibi Türkmen olan 17. Yüzyılda yaşamı Piri Ozan Gevheri şöyle sesleniyordu:

Başına bir hal gelirse
Dağlara gel dağlara gel
Seni saklar vermez ele
Dağlara gel dağlara gel

Bu canım aşka düşeli
Aşk odu ile pişeli
Yeşil dağlar benefşeli
Dağlara gel dağlara gel

Rakibe miktarın bildir
Yanına civanlar uydur
Zamane dostundan yeğdir
Dağlara gel dağlara gel

Gevheri düşmüş dillere
Diyar-ı gurbet illere
Billahi vermem ellere
Dağlara gel dağlara gel

Ozan Gevhari’nin hayatı hakkında elimizde pek fazla bilgi yoktur. Ama onun aruz ve hece ölçülü deyişler yazan bir Türk ozanı olduğunu biliyoruz.

17. yüzyılın ortalarında doğduğu, saz şairleri onu Kırımlı sayarlar. Önceler gerçek adının “Mustafa” olduğu sanılırken, sonradan bir şiirindeki, “Bir kemter kulundur Garip Mehmet” deyişinde adının Mustafa değil de Mehmet olduğu ileri sürülmüştür. (*) Onun aruz ile yazdığı deyişlerindeki söyleyişi de bunun bir başka delili olmaktadır. Ölümü ise 1715 yılından sonra ölen ozan Bahri Paşa’nın divan kâtipliğini yaptığı iddiaları da vardır. Ayrıca Hikmet Dizdaroğlu’nun bulduğu bir şirindeki, “sene bin yüz elli yazıldı tarih” dizisinden 1750’de yaşamakta olduğu anlaşılmaktadır. Bu farklı görüşler vardır. Bu sonuca göre 17. Yüzyılın ilk yarısının sonuna doğru 3. Ahmet dönemine (1703-1730) denk geldiği bir döneme denk gelmektedir. Dahi, İstanbul, Bursa’daki divan kâtipliği yaptığı dahi, Osmanlının diğer başka yerlerinde de bu görevi sürdüğü bilinir.

Şiirlerinden anlaşıldığı kadarıyla yurt içinde çok gezdiği, Şam, Arabistan ve Rumeli’de bulunduğu anlaşılmaktadır. Köy ve kasaba şairlerinden farklı olarak az veya çok bir tahsili olduğu bilinmektedir. İstanbul’da bulunduğu sıralarda padişahı ziyarete gelir (!)

M. Fuat Köprülü anlatımına göre, Kırım Hanı Selim Giray ile dostluk kurmuş ve ona yazıp sunduğu deyişinden do­layı şairin Kırımlı olduğunu söylerken, Şükrü Elçin ve Saim Sakaoğlu ise İstanbullu olması İhtimalinin daha kuvvetli olduğunu söylerler. Bir ara divan şiirine merak sarmış ve o zümre ozanlarının dil, üslup ve manzumelerinden yaralanarak birçok şiirler yazmıştır. (**)

Doğumu gibi ölümü de pek açıklık kazanmayan Gevherinin, ölümü hakkında,
M, Fuat Köprülü, ozanın hayatının son yıllarına doğru yazdığı tahmin edilen bir koşmasında geçen, “Bin yüz yirmi yedi üstüne tarih” mısrasından hareketle bu tarihten (1715) kısa bir süre sonra öldü­ğünü belirtmektedir.

Aynı manzumeye başka bir cönkte rastlayan Hikmet Dizdaroğlu ise man­zumenin son dörtlüğünde yer alan, “Sene bin yüz elli yazılı tarih mısrasına da­yanarak şairin bu tarihten (1737) sonra öldüğünü kabul etmenin daha uygun olacağını söyler...

Şükrü Elçin, bazı seyişlerinde geçen Hacı Bektaş adını, onun Hacı Bektaş Veli’ye bağlılığından bir Bektaşi muhibbi olmasının işareti olarak kabul eder. Dahi; Hacı Bektaş adını, onun Hacı Bektaş Veli’ye intisabından çok bir Bektaşi muhibbi olmasının işareti olarak kabul eder. Onun bu görüşüne destek olan diğer hususlar yazdığı kalenderlilerdir.

Tameşvarlı İbrahim Naimeddin’in "Hadikatü’ş Şüheda" ve "Müstakimzade’nin Tuhfe-i Hattatin" adlı yapıtında adı geçmektedir. Musiki ile de ilgilenmiş olan Gevheri’nin kendi adını taşıyan bir de hava vardır. Aruz ile yazdığı deyişlerinden başta Fuzuli olmak üzere klasik ozanlarımızın etkisi görülür. Yüzyılın başlıca adlarından biri olmasında, belki de, aruz veznini hece vezni kadar başarılı bir şekilde kullanan ender şairlerden biri olmasının da rolü vardır. Sevilen saygı duyulan usta bir ozan oluşu pek az ozana nasip olan bir durum da salt onun şiirlerine yer veren bir mecmuanın bulunmuş olması, deyişleri arasında Osmanlı’nın Avusturya’ya karşı çıkılan (1663 ve 1689) seferleri için söylediği deyişleri de vardır.

Divan tarzındakiler; divanlar, müstezadlar ve birkaç semaidir. Saz şairleri türündekiler ise koşma, türkü, Türkmen-i ve tecnistir. Bunları şimdiye kadar derleyenler, Gevheri’nin deyişleri üzerinde başta M. Fuad Köprülü olmak üzere Sadettin Nüzhet Ergün ve Mehmet Halid Bayin gibi birçok derleyici çalışmış ve pek çok şi­iri ortaya çıkarılmıştır. 

Hasan Eren, bir cönkte Gevheri’nin 300 kadar şiirinin bulunduğunu söylemektedir. Gevheri hakkında en kapsamlı çalışmayı Şükrü Elçin "Gevheri Divanı, İnceleme, Metin, Dizin, Bibliyografya" adlı yapıtıyla  yapmıştır. Bu­rada şairin hayatı ve sanatı hakkında geniş bilgi verilmiş, daha önce yapılan çalışmalar da gözönünde bulundurula­rak birçok yazma mecmua ve cönk karşılaştırarak onun hece ve aruz vezniyle yazdığı 979 şiiri yayımlanmıştır. Gevheri üzerindeki en son çalışmayı ise Burhan Kaçar hazırladığı doktora teziyle gerçek­leştirmiştir.

Gevheri’nin bazı deyişlerinden başlıklar:

Bir Elâ Gözlüden Şikâyetim Var / Bizden Selam Olsun Gül Yüzlü Yâre /
Bugün Ben Bir Bağa Girdim / Bugün Ben Bir Güzel Gördüm / Bülbül Ne Yatarsın Yaz Bahar Oldu / Dağlara Gel, Dağlara / Dila Gör Bu Cihan İçre / Ey Benim Nazlı Cananım / Ey Peri Cihana Sen Gibi Dilber / Garip Turna Bizi Senden Sorana. / Hey Ağalar Bir Sevdaya Uğradım. / Hey Ağalar Zaman Azdı / Mecnun'a Dönmüşüm / Bilmem Gezdiğim / Sözün Bilmez Bazı Nadan Elinden / Şunda Bir Dilbere Gönül Düşürdüm Bulunmaz / Beyaz Göğsün Bana Karşı.

(*) tr.vikipedia.org, Gevheri
(**) Diyanet Vakfı, İslam Ansiklopedisi 14. C. "Gevheri Kim, Hayatı ve Eserleri”

Kaynakçalar:
A. B. Karasoy, Yakup; Yavuz, Orhan; Yılmaz, İbrahim (2017). “Gevherî Divanı’na Katkılar”. Selçuk Üniversitesi
Türkiyat Araştırmaları Dergisi Güz 2017; (42):
M. Sunullah Arısoy, "Türk halk şiiri antolojisi", Bilgi Yayınevi, 1985 s. 147.

5 Nisan 2022 Salı

İLK EZAN; BİLAL-İ HABEŞİ ve TÜRKÇE EZAN OKUKUTULMASI TARİHİ

İlk Ezan; Bilal-i Habeşi ve Türkçe Ezan Okutulması Tarihi

Öncelikle ezan ne demektir sorusundan başlayalım. Ezan duyuru demektir. İslam Peygamberi Muhammed zamanında Müslümanları namaza çağırmak için nasıl bir çağrı yapılması konusu düşünülmüştür. Önce boruyla çağırmayı teklif edenler olmuş reddedilmiş sonra Hristiyanlar gibi çan sesiyle çağrılmasını teklif edenler olmuş reddedilmiş ve sonunda Muhammed, halkın görüşlerini dinlemiş ve insan sesi üzerinde karar kılmış; ilk ezanı da Etiyopyalı (Habeşistan) Zenci olan Bilal Habeşi’ye çık su yükseğe Bilal yeni mescidimiz bitimini duyur” demiş. Böylece “Ezan-ı Muhammediye” olarak “Muhammed’in çağrısı” olmuştur. Doğrusu, Muhammed’in Bilal-i Habeşi’ye ilk ezanı okutmasında amaç, Muhammed’in güçlü aklı. Yani, dolaylı olarak yılların kölelik sisteminin bir siyahi eski köle, köleliğin kaldırılması ile Muhammed’e yandaş olmuş, yanlarında köle tutan soylu Arap Müslümanları bir kölenin namaza çağırtıp, ona uymalarının derin anlamıydı!..

Ezan, herhangi bir ayetle Allah’ın gönderdiği emir falan değildir...
Dahi, bir ibadet türü hiç değildir. Bir gereksinim olduğundan dolayı Muhammed’in çağrısıdır. Müslümanları namaza çağırmak için Muhammed, çevresiyle görüşerek karar verdiği bir tür çağrıdır. Yani daha açıkçası, Anadolu halk dilinde bir tellaldır. Herkesin vakitleri bilebilecek bir aygıtları olmadığından, o günün koşullarına uygun bir çözümdür. Ezanın bir ibadet olmadığını, bir çağrı olduğunu ve tamamen dünyevi bir metin olduğunu, ikide bir bu halka ezan üzerinden duygu sömürüsü yapıp duranlara duyurulur.

Ezan ilk kez Cumhuriyet zamanında mı Türkçe okunmuştur? Cumhuriyetten önce Osmanlılar döneminde Ezanın Türkçeleştirilmesi düşünülmüştür. Yani Türkçe Ezan okutulmasını ilk kez Atatürk düşünmemiştir. Cumhuriyet zamanında yapılan devrimlerin kökleri, cumhuriyetten en az 150 yıl öncesi Osmanlıya dayanır.

Öyle cahil cühelayı kandırdıkları gibi değil işin gerçeği. Hiçbir devrim bir anda, birkaç günde veya kaç yılda yapılamaz. Cumhuriyet devrimleri de en az 150 yıllık sorunların çözümlenişidir. Osmanlı zamanından beri günümüze süregelen tartışmalı düşüncelerin, tıkanıklarının çözümünü cesareti ve başarılı bir biçimde sonuçlandırılmasıydı. Öyle sanıldığı gibi Atatürk devrimleri gökten biranda inmedi; bir birikimin olgunlaşmış sonucuydu.

19. yüzyılda Tanzimat’tan sonra, Osmanlı aydını her konuda olduğu gibi ezan konusunda başta Osmanlı aydını Ali Suavi, ezanın Türkçeleştirilmesi konusunu uzun süre uğraşmıştır. Ali Suavi her zaman Türkçenin özgürleştirilmesini, halka Türkçe dille hitap edilmesini savunmuş, yayımlamakta olduğu “Ulam” adlı gazetesinde 2. ve 3. “Lisan ve Hattı Türki” adlı etüdünde Müslümanlarca mükemmel dil sayılan Arapçayı eleştirmiştir. İbadetlerin Türkçe yapılabileceğini, söyleyerek bu konuda İmam Azam Ebu Hanefi’nin: “her milletin kuranı kendi diline tercüme ederek ibadet edebileceği” fetvasını delil olarak halka göstermiştir.

İmam Azam Ebu Hanefi Mezhebinden olduğunu söyleyip Sünnilikle övünenler şunu biliyorlar mı acaba? İmam Azamın 8. Yüzyılda, “Namazların Arapça dışında başka dillerde okunmasının bir sakıncası olmadığını, mümkün olduğunu dillendirdiği halde. İlk Türk İslam Devleti Karahanlılar (M.S.840-M.S.1212) döneminde ibadet dili Türkçe mi, Arapça mı olacak tartışmasına Kaşgarlı Mahmut, “Divan-i Lügat’it’ Türk” adlı yapıtını, Türk dilinin yok olmaması için bu yapıtını yazmıştır. Ondan 400 yıl sonra da Ali Şir Nevai, “Muhakemetü’l Lügateyn” adlı yapıtını yazdı. Orada Farsçadan Türkçenin üstünlüğünü açıkladı.

2. Abdülhamit tarafından Galatasaray Mektebi Sultanisi Müdür­lüğüne getirilen Ali Suavi; Beyazıt ve Ayasofya camilerinin kürsülerinden halka, halkın diliyle onların anlayabileceği biçimde hutbeyi Türkçe yapmıştır.

2. Meşrutiyetle ortaya çıkan “Türk­çülük” akımıyla da desteklendi. Devrin yazarları Türkçe’nin özleş­tirilmesinin gerekliliği ve önemini ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Bu yazarlardan birisi de Ziya Gökalp’tir. Arapça değil de Türkçe olması isteyenler başında geliyordu. 1918 yılında yazdığı Ezanın ve Kur’an’ın Türkçeleştirilmesini “Vatan” şiirinde ezanın Türkçeleşmesi gerektiğini şöyle dile getirmiştir:

Bir ülke ki, camilerinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar namazdaki manasını duanın,
Bir ülke ki, minarelerinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın.

Türkçe ezan tartışmaları 2. Meşrutiyetten sonra daha da artarak sürmüştür.
İttihatçı molla Mehmet Ubeydullah Efendi, Talat Paşa’dan Türkçe namaz kıldırmak için izin istemiş fakat Talat Paşa halkın henüz buna hazır olmadığını söyleyip izin vermemiştir. Yine de bu dönemde boş durulmamış Kur'an önce dergilerde Türkçe, daha sonra da Türkçe kitap olarak basılmıştır.

Yobaz kesimin zaman zaman istismar ettiği İstiklal Marşının yazarı Mehmet Akif’i Atatürk düşmanı gibi göstermeye çalışır. Mehmet Akif sanıldığı gibi değil, gerçekte bir Müslüman aydın ve vatanseverdir. Akif’te Kur’an’ın manasını anlamanın önemli olduğunu “Safahat” adlı kitabındaki bir şiirinde şu şekilde ifade etmiştir:

Çünkü biz biliyoruz dini, evet bilseydik,
Çare yok, gösteremezdik bu kadar sersemlik.
Böyle gördük dedemizden’ diye izmihlali,
Boylayan bir sürü milletlerin olsun hali,
İbret olmaz bize, her gün okuruz ezberde!
Yoksa, bir maksat aranmaz mı bu ayetlerde?
Lafzı muhkem yalınız, anlaşılan Kur’an’ın
Çünkü kaydında değil hiçbirimiz mananın,
Ya açar Nazm-ı Celil’in, bakarız yaprağına;
Yahut üfler geçeriz bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin,
Ne mezarlıkta okunmak ne de fala bakmak için.

İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, ezanın bu ülkede sürekli okunmasını isteyen bir kişidir. Bu ülkede ezanın gerektiğini şöyle yazmıştır:

Ruhumun senden, İlahi, şudur ancak emeli;
Değmesin mabedimin göğsüne na-mahrem eli!
Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli,
Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli. Diyen bir şairdir.
Selman Zebil 5 Nisan 2022

18 Şubat 2022 Cuma

BEYŞEHİR GÖLÜNDE YAŞAYAN KUŞ TÜRLERİ


Gri Balıkçıl kuşu, (Ardea cinerea-Herodias)
BEYŞEHİR GÖLÜNDE YAŞAYAN KUŞ TÜRLERİ
Beyşehir gölünde en yaygın olarak görülen balıkçıl türlerindendir olan balıkçıl kuşu gri balıkçıl, kül rengi balıkçıl adlarıyla bilinen, Ciconiiformes (Leyleksiler) takımının Balıkçılgiller ailesinden iri bir kuş türü olup 100 santime kadar uzunluğunda, kanat açıklığı ise 175-195 santimi bulmaktadır. Tüy yapısı, yukarı doğru gri olup aşağıya doğru kirli ak rengindedir. Büyük gri balıkçılların kalın ve kama biçiminde gagaları vardır, dik durdukları zaman genellikle geriye gerindiklerinde 
kambur ve uzun boyunları olduğu görülür. Boynu ve göğsü beyaz, boynunun ön alt tarafı siyah benekli, böğrü siyahtır.

Balıkçılların besin kaynağı sığ sulardır; uzun gagalarıyla balık veya yumuşakçalardan kurbağaları, yengeç, yüzen su böceklerini, yılanları, küçük kuş yavruları yakalarlar Ayrıca küçük memeli kemirgenler (sıçan gibi) hayvanları da avlayarak yerler.

Balıkçıl kuşların yaşam alanları: Derinliği az olan tatlı veya tuzlu her çeşit sığ sularda, ağır akışlı ırmak suların bulunduğu bölgesinde yaşarlar. Bu kuşlar için en verimli yaşam alanlarından birisi de resimlerde görüldüğü gibi Beyşehir gölü kıyıları, sazlık alanlarıdır. Yuvalarını da genellikle gölgelik ve su kıyılarındaki ağaçlık alanlardır. Ayrıca suni balık havuzlarında, bataklıklarda, taşkın su baskını sazlık bataklıklarında, pirinç tarlalarında ve diğer sulamalı alanlarda, hendeklerde, kanal kıyılarında kendilerine barınma yerleri bulurlar ve yuvalarını yaparlar. Eğer o yuvalarda sesiz huzur içinde yılı doldurmuşlarsa seneye aynı yuvayı yeniden kullanabilirler. Yuvalarını bataklık yamaçlarda, sazlık ve çalılık yataklarda yaptıkları gibi, yüksek ağaç tepelerinde de yapabiliyorlar. Bu türler, yaygın olarak koloniler halinde yuvalanır ve yuvalanma alanları tipik olarak tercih edilen beslenme alanlarından 30 km kadar uçma uzağına yaptıkları görülmüştür.

Dünya adi gri balıkçılın yayılış haritasına göre Türkiye üreme bölgesi dışı ve sadece kış göçmeni olarak gösteriliyor. Ancak yalnız takılıp beslenme huyları var. Beyşehir gölünde yaşama alanı bulan gri balıkçıl kuş türü eğer yaz kış görülüyorsa diğer kuşlar gibi yerli kuş olarak belgelenmelidir.

http://www.birdcare.com/bin/showsonb?grey+heron

Beyşehir gölü üzerindeki davranışlarını dikkat ettiyseniz, gri balıkçıl kuşu uçarken, çok yavaş uçar ve uçarken kanatlarını aşağıya doğru büker, başını geriye doğru çeker ve bacaklarını arkaya doğru uzatır. Bazı anlarda da başını öne doğru uzatarak kısa mesafeler de uçuyorlar. Uçarken de sesi sert ve bir tür “krank” sesli gagasını takırdatır. Topluca uçuşlarda bu sesler bir tür çığlığı andıran sesler duyulur.

Beyşehir gölünde yaşayan, diğer sulak alanlarda yaşayan öteki balıkçıllar gibi büyük gri balıkçıl kuşlarının da soyları tükenmekle karşı karşıyadır. İnsan unsurunun düzensiz, vurdumduymaz çevre anlayışından dolayı tehdit altında, korunması gerekmektedir.

Yaşam salt insanlardan ibaret değildir, her canlının yaşama hakkı vardır. O nedenle Beyşehir gölü kuruyor ve içindeki yaşam da kuruyup bir daha geri gelmemek üzere yok olup gidiyor. Bu insanoğlunun tamahına bağlı olarak, geçici zevk ve sefası uğruna kıyıların konut alanlarının yaygınlaştırılması ve yeraltı sularının gölü beslemesine engel olunmasından kaynaklanması başlıca nedenlerdendir.


   Alaca Balıkçıl (Ardeola ralloides)


   Gece balıkçılı (Nycticorax nycticorax)

   Büyük mavi balıkçıl (Ardea herodias)


   Karabatak (Phalacrocorax carbo)


   Sakarmeke (Fulica atra)


Bu tür kuşların dört tane alt türünün varlığı bilinmektedir.
Ardea cinerea cinerea Linnaeus cinsine adını veren, 1758'de kuşlar ve bitkile üzerinde araştırılmalar yapan İsveçli bilim insanı Linaæus'un balıkçıl kuşu Beyşehir gölünde yaşayanlardan biridir. Bu cins balıkçıl, Avrupa, Afrika, batı Asya'da da yaşamaktadır.

Ardea cinerea jouyi Clark, 1907. Doğu Asya.
Ardea cinerea firasa Hartert, 1917. Madagaskar.
Ardea cinerea monicae Jouanin & Roux, 1963.

Selman Zebil 18 Şubat 2022




TÜRK KÜLTÜRÜNDE AĞAÇLAR 1. BÖLÜM

  Türklerde Ağaç Kültü Semavi dinlerde olduğu gibi Türkler topraktan değil de ağaçtan yaratıldığına inanılır. Türklerde, “Orman-Ağaç” kültün...