28 Eylül 2023 Perşembe

TÜRKLER'DE "ULUS" ÖNÜNDE "MİLLET" DEYİMİNİN GİZLİ ANLAMI "ÜMMET" TUZAĞI MI?

Saplantı Hastalığı ve Batıya Son Olarak Sığınmacı Kozu

Asla Türk'üm demem, ben Türk değilim" diye kadında burada

Önce Recep Erdoğan sığınmacı konusunda ilk başta saplantılı “ümmetçi” ideolojik çizgisinde “yeni Osmanlıcı” siyasetinin bir tür kendisini İslam dünyasında egemen kılma aracı olarak kullandı. Bu saplantısının hedefe ulaşmasının zor olduğunu yarı anladı, yarı beyni bulanık bir durumda. Ülkedeki sığınmacı oranının günümüzde %12’ye kadar çıktığı bir gerçeği ile ülke karşı karşıyadır. Şimdi de görüyoruz ki, sığınmacılar hakkında Amerika’da, sığınmacı sorununu, Batı ile pazarlık konusu yapıp sığınmacıları koz kartı.

Recep Erdoğan, sığınmacı sorunu konusunda seçimlerde etkili konu olmuştur. Erdoğan’ın sığınmacılar konusunda seçimden önce başka seçimden sonra başka sözler söylemesine alıştı halk. Ancak artık sürdürülemez durma geldiğinin de farkındadır.

Türklerde “Ulus” Önünde “Millet” Deyimi Sürekli Engel Olmuştur.

Bu beleşçiler ulus karşıtı, İslamcı ümmetçiler

Kavram kargaşası var. Recep Erdoğan’ın “her türlü milliyetçiliği ayaklarının altına alırım” demesi ile “tek millet” siyaseti, çözülmesi karmakarışık çelişkiler yumağı. Recep Erdoğan her daim, siyasi gereksinimine göre “millet” deyimini aslında “ümmet” anlamında kullanıyor, bunu da kendisini ayakta tutan dayanağı MHP’yle işbirliğinden olsa gerek, “millet” ulus anlamında kullanılıyor görüntüsü veriyor ve hatta şimdi de kafa karıştıran, ülkede milletin çeşitliğini yansıtan “yeni anayasa” tasarımları var.

Recep Erdoğan’ın 2014’deki seçimden öncesi: “Kılıçdaroğlu Alevi, Demirtaş Zaza, (Ekmeleddin) İhsanoğlu zaten yerli değil ama ben Sünni’yim, Sünni” sözleri niyetinin su yüzeyine çıkması ile “Sünni-İslamcılık” zihniyetinin sergilenmesiydi...

Kavramsal soruna gelirsek: Millet, Arapça bir dine-mezhebe bağlı cemaat demek. Ümmet genel olarak Arapça kavim, halk ve özellikle İslam toplumu demektir. Bu deyimle uluslaşmanın tamamen karşısında ve ideolojisi olarak özellikle Türkiye’de ve bu topraklara çok geç girdi. Arapça millet kavramının “ümmet” kavramın olduğunu Türkiye Cumhuriyeti kurulurken millet sözcüğü güncellenmesiyle “ulus” kavramı ile aynı anlamda kullanılmaya başlamıştır. Şeriatçılık özlemi çekenler “millet” sözcüğünü, dolaylı olarak “ümmetçi” yerine arkadan dolanarak kullanırlar. Yani Latince “nation” (ulus) Arapçada “millet” aynı kavramlar olmasa da Türkçede “ulus” yerine dilimizden düşürmediğimiz “millet” deyimini sürdürmek, Türkçe “ulus” kavramına tam olarak benimseyip geçememek ve “millet” deyimini “ulus” anlamını özünden saptırarak kullanmak, “millet, milliyet” kavramından dolayı birçok sorunlara yol açarak Türk halkının önüne çıkmaktadır...

Asla Irkçılığın İlacı “Ümmetçilik” Olamaz!

Öyle Araplara “Bir milletiz” mesajı vermek çok geçmişlerde denendi, tutmadı, şimdi eskilere dönüp yeniden kampanya yaparak, “millet” deyiminin aslında “ümmet” anlamındadır. Birçok kişi bunu farklı bir sözcükmüş gibi kullanarak “ulus” anlamında olduğunu sanır. Bu dolaylı, dolambaçlı kullanılan “millet” sözcüğü Osmanlı, dört millet olarak kullandı. Bunlar: “Müslüman, Rum Ortodoks, Ermeni Katolik ve Yahudi milleti” diye. Bu videoyu izleyen Araplar öyle sanıldığı gibi “Bir milletiz” mesajından “ulus” anlam çıkarmazlar, tersine “ümmetçilik” yeni yeni bir Osmanlıcılık olarak görürler ve AKP ve Türk-İslamcı çevreler ile yakınlaşma değil de daha çok düşmanlaşarak uzaklaşırlar... 

İktidar Yanlısı Sosyal Medyada Operasyonun Hedefi ve Yeni “Ümmetçilik” Kampanyası

İktidara yanlısı gazetecilerin Arapçı sevdaları “Millet” diyerek dorusu “ümmetçilik” çağrısıdır yaptıkları!..

İktidara yakın bir grup gazeteci, bir yerden yönlendirilen, Gerçek Hayat dergisi, kampanyanın, “İslam âlemine” seslenen video gösterisinde kimisi Türkçe kimisi Arapça seslenerek “Biz bir milletiz” (Aslında amaç ümmetiz) mesajı vermişlerdir. 

İktidar yanlısı bu Arapçı gazetecilerin Türkçe ve Arapça “Biz tek milletiz” Gazeteciler, sözüm ona, ırkçılıkla mücadele adı altında sinsi planlarla ülkeyi Araplaştırmak ve Arap dünyasına “millet” adı altında “Ümmetçilik” çağrısı yaparak “tek millet” mesajı veriyorlardı. Yani, “Biz tek ümmetiz” demek yerine, şimdilik, (bir bakıma da millet, ümmet anlamına gelir), millet örtüsü altında yatan sevdaları “ümmetçilik” olup bir gün üzerindeki örtünün kalktığında görün gerçek niyetlerini.

AKP iktidarına yakınlığıyla bilinen gazeteciler, dini içerikli “Gerçek Hayat Dergisi” hesabından, Arap dünyasına görüntülü ve sesli olarak hazırlayıp yayınladıkları videodan seslenerek, “Türkiye'de bazı kişilerin nefret tohumları ektiği” iddiasıyla Türkçe ve Arapça “Biz bir milletiz” başlığıyla çağrı yapan bir video yayınladılar. 

Hep bir ağızdan Arap-Türk Kardeşliği çağrısı yapanlar

Şöyle sesleniyorlardı: “Bu çağrıya kulak verin” başlığıyla AKP’li gazeteciler Arap dünyasına, “Türk olduğunu iddia ederek ırkçılık yapanların Türk milletinin değerleriyle alakası olmadığı” iddiasında bulunanlar Türkçe ve Arapça, “Türkiye’de bazı kişilerin nefret tohumları ektiğini” iddia eden gazeteciler Aralarında Asla Türk’üm demem, Türk değilim! diyen Esra Elönü, Türk diye bir millet yoktur” diyen Yasin Aktay, Özlem Doğan, Hikmet Genç, Hacı Yakışıklı, Taha Hüseyin Karagöz, Yakup Köse, Öznur Sirene, Turan Kışlakçı, Kemal Özer, İsmail Halis, Tacettin Kutay, Yusuf Alabarda, Baki Yaya, Ahmet Yusuf ve Ürdünlü gazeteci Nidal Siyam gibi kişilerden oluşuyordu.

15 yerli bir Ürdünlü gazetecinin “Millet” deyimiyle” aslında “Ümmetçilik” çağrısındaki videoda Türkçe ve Arapça şu sözleri kullandılar:Türk milletinden yeryüzündeki bütün Müslümanlara selam olsun. Bu çağrıya kulak verin. İman edenler bir bedendir ve bu bedeni bölmek istiyorlar. Her toplumun içinde iyi insanlar olduğu gibi kötü insanlar da vardır. Son günlerde Türk olduğunu iddia eden bazı şahıslar ülkemizde ırkçılık tohumları ekiyor. Bu tehlikenin farkındayız ve Türk gazetecileri olarak bu çağrıyı yapma gereği duyduk...

100 yıl önce yaptıkları gibi bugün de Müslümanların arasına fitne sokmaya çalışıyorlar. "Biz Türkler tarihin her devrinde misafirperverliğiyle ile anılmış ve Müslümanları bağrına basmış bir milletiz. Türk olduğunu iddia ederek ırkçılık yapanların Türk milletinin değerleriyle uzaktan yakından alakası yok. Azınlık bir grubun yaptığı bu ırkçı saldırılar, Türk milletini temsil etmiyor. Hiçbirimiz ırkçılığı kabul edemeyiz. Irkçılık İslam’da yasaktır. Biz hep birlikte bir halkız, Türk’üz, Kür’üz, Arap’ız, Gürcü’yüz ve diğerleriyiz. Hepimiz aynı milletin birer parçalarıyız. Ten rengimiz farklı olsa da kalplerimiz renksizdir. Irkçılık insanlığın ilerlemesini engelleyen bir hastalıktır. Biz Müslümanlar ezelden ebede dek kardeşiz ve öyle kalacağız. Biz tek milletiz.!” Diyorlardı. 

18 Temmuz 2011 sayısında Fetö’ye övgüler yağdıran, yere göğe sığdırmayan, bu “Gerçek Hayat Dergisi (@Gercek_Hayat), Fetö’ye hasret sözleri şöyle: Vatan size hasret” manşeti yanına Fetullah Gülen’in fotoğrafının kullanıldığı dergi kapağında, Fetullah Gülen başta olmak üzere adı konulmamış bir sürgün yaşıyor. Türkiye sürgündeki değerlerinin Esat Coşan ve Ahmet Kaya gibi vatana hasret vefat etmesini istemiyor. Kemal Burkay dönüyor ya diğerleri…sözlerine yer vererek manşet atmıştı.

Yine dergi kapağında 16 Temmuz günlükleriyle bir direnişin şanlı hikayesi…” dikkat çeken bir başka başlıklı yazısıydı.

Bir zamanlar Fetö’ye övgü yağdıran Gerçek Hayat dergisine şimdi ise Arap dünyasına ümmetçilik çağrısı yapmaktadır.

Aslında kim Atatürk’e düşmansa, videoda o isimlerden seçilmiş kişiler ses vermişlerdir.

Gürsel Tekin, bu videonun işleniş biçimine tepki kor ve şöyle seslenir: Bizim bir millet olduğumuzu bir biz mi biliyoruz? Bizim vatandaşımız Suudi Arabistan’a vizeyle gidiyor. Suudi Arabistan’a gitmeye kalkan Etiyopyalılar yolda vuruluyor, Afganlar ülkeye sokulmuyor. Biz bir millet değiliz. Bu ülkenin insanları da ne Suudi Kralının tebaası ne bilmem ne emirinin kulunun. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları tek millettir. Bu ülkede bizim. Parasını basanın, kafasına esenin dünyanın öte yakasından kalkıp basacağı paspas değil.” Demiştir.

Toplumsal Olarak “Dinci-Laik” Kutuplaşma Tehlikesi ve İslamcı Gazetecilerin Rolü

Türkiye'de son günlerde artan İslamcı Gazetecilerin siyasi-ideolojik Arapçılığın temsilcileri midirler?..

Günümüz Türkiye’sinde en tehlikeli gelişme siyasi ortamını belirleyen en önemli faktör, tek adam yanlı karaları ve muhalefete ağır söylemleri ile başlatılan, gittikçe derinleşen çatışmalara kadar varabilecek toplumsal kutuplaşmadır.

Ülkede oldukça yüksek düzeyde seküler cumhuriyetten yana ağırlık verirken, kitleleri İslami değerleri benimsemiş kitle dindar kitleleri karşı karşıya getiren Recep Erdoğan ve AKP iktidarı ve yanlıları olan kesim ile muhalif kesim ve kentsel uyumda ve git gide muhafazakarlaşan kırsal kökenli alt ve orta sınıflar arasında sertleşmeler kendisini göstermektedir.

Bu derinleşen kutuplaşmalar salt toplumun siyasi ve ahlaki konsensusunu oluşturan değil, ortak yaşamda siyasi ve etik değerleri de yanında yıkmaktadır.

Ortak bir orta yol ve değerler sistemi her geçen gün din ve toplumsal yapıya kendi düşüncesine uyarlayarak uygun biçime getirerek amaca ulamak için güçlendikçe her şeyi denemektedir. Git gide birçok bası ve yayın kurumları ve onların gazetecilik kimliğinin dışına çıkmış gazeteciler mahkûm edilerek iktidarın siyasetinin ideolojik alanına hapsolmuş durumda olup, salt iktidarın yardakçılığı yapma zavallılığındalar. Toplum önünde gerçek gazetecilerin gündemini, neyin doğru haber neyin haber değeri olmadığını ve haber dairelerinin yazım çizgilerini belirlemektir. Ancak ulusun imaj inşası, İslamcı çizgide giden ideolojik saplantılı iktidara bir süreliğine iktidarın muhalefete karşı ideolojik çatışmasında ideolojik taraflar olarak hizmet etmesi, kişilik kaybıdır. Bir başka deyişle, bir ulusal toplumluluğa doğru, tarafsız gazeteci kimliğiyle haber üretmesi gerekir ve gazetecilik alanındaki ahlakını gösterir.

Ümmetçi tarikat liderleri ve müritleri

Ülkede birçok sözüm ona gazeteci kimliğiyle çıkıp ortaya videodan seslenerek iktidar yanlısı, ümmetçi sevdası ağırlıklı gazeteciler kendilerine sanki kutsal görev yapmışçasına, Bu İslamcı gazeteciler, Arap imajının, Araplaşma sevdasının bir tür kusmuğuydu. Bu İslamcı gazeteciler aralarında haber üretme sürecinden nasıl siyasi ve siyasetin kurguladığı gerçeği gün gibi su üstüne çıkıvermiştir.

En temel sorun, Türkiye’deki İslamcılar Osmanlı’dan beri bir türlü kendi öz kimliklerini “ümmetçi” bir kimlik altında sakladı durdu. Arapların öz kimliklerini ise “Arap Kardeşlerimiz” diyerek Arap ulusçuluğunu tanımlayarak, kendi ulus kimliğine gelince “ümmetçi” bir havaya büründürerek saptırmışlardır. Bu siyasal İslamcı çevrelerin saptırmayı ortak dini ve tarihi gelenek haline getirmişlerdir.

Türkiye’de İslamcı gazetecilerin gündelik çalışma yaşamlarında Orta Doğu’yla ilgili haberleri yorumlarken, aralarında tartışırken ve haber metnine yazarken Arap insanını tanımlayıcı ve kategorize edici belirli birtakım temsiller, yankılama yapan tipler ve kodlar kullanırlar. İşeri Arap toplumuna bütün Müslümanların, Başta Türklerin Arap dünyasına nasıl baktığını ve Arap dünyasını nasıl yorumladığını siyasi olanaklarını zorlayarak “ideal bir toplum” olduğuna dair beyanda bulunurlar. Bu da gösteriyor ki, Türkiye’de gazetecilerin hangi ideolojik saplatışında oldukları doğrultusunda kanalize edildikleri olduğu, gündelik haberlerde nasıl İslam-ideolojik eylemci olarak çalıştıkları görülebiliyor. Böylece bunda ülkede bir tür “Laik-Dinci” ideolojik kamplaşma olduğunun en belirgin kanıtlarından biri olduğunu ve çatışan toplumsal grupların farklı toplum ve ulus kimliğinin gelişmesine, siyaset ve medya gücünü kullanarak yaymaya ve kitleleri harekete geçirmeye çalışmaları engel olmaktadır.

İdeolojik olarak, Arap kimliğinin temsilinde, Araplardan daha çok dinci-İslamcı, laiklik karşıtı ve dünya görüşünün ve siyasi rolünü, Arap İmajı Arapların toplumsal imajı ve onlara iliştirilen kimlik, Türk milli kültürünün ve kimliğinin inşasında önemli rol oynamıştır. Bu bir “ötekileştirmedir” ve siyasi ve kültürel olarak kendimizi tarihsel olarak Arap toplumundan ayırma tarzımız, Türkiye’deki ülküsel toplum ve ulus anlayışının gelişimine ışık tutmuştur.

Bu akıllanmanın ve aklı başına gelmenin tarihsel gelişim, 1. Dünya Savaşı’ndaki Arap İsyanları ve toplum üzerindeki Osmanlı ve Arap etkisinin azaltılmasına yönelik erken Cumhuriyet dönemini reformlarıyla ciddi ölçüde şekillenmiştir. Arap İsyanları, Türkiye’deki Arap kimliğini, “hain”, “bizi sırtımızdan bıçaklayan”, “güvenilmez” yankılamalarını kodlamış; Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasıyla gelişen Türk ulus-devlet fikri ve Türk milliyetçiliği, Türklüğü esas alırken Arap kimliğini dışlamıştır.

Türkiye’de erken dönem Cumhuriyet devrimlerinin seküler ve aydınlanma devrimleri, kökten İslamcılar geri kalmışlığın Arapçı yanı ağır basarak sürdürülmesinden yana sürekli eylemdeydiler. Bunu kullanırlarken de 1950’den itibaren daha ağırlıklı 1960’larda başlayıp, 1970’ler de hızını artarak, 12 Eylül askeri darbe ile 1980’lerde “komünizm tehlikesi” hep ileri sürülerek, can yeleği gibi Türk-İslam Sentezcileri önde olmuşlardır. Bu bir bakıma “Yeni Osmanlıcılık” tutkunlarının türemesinde ve Osmanlı tarihine Türkiye’de yeni bir bakış açısıyla taraftar kazanılması ile Kemalizm’in seküler dokusunu ve önemini yaralayarak Türkleri, İslam dini ile yücelteceği tezini bu şekilde Müslümanlık ile Türk kimliğini İslam dini ile sentezlemeye amacında uğraşı verdiler. Hatta Türk-İslam Sentezcileri hakkında, “İslami yücelten Türklerdir ve İslam’ın bugünkü güçlü konumu Türklerin savaşçılığı sayesindedir. İslam’ın yüceltilmesinde Araplar ise ikincil konumdadır ve hatta zaman zaman “geri kalmış” kültürleri ile İslam dinini zayıflattıkları, lekeledikleri iddiasında bulunurlar. (J. White,Muslim Nationalism and the New Turks Princeton: Princeton University Press.2013)

Arapları tanımlayıcı, Arap toplumunu ve söylemlerini temsil eden tipler, Türk-İslamcı ideoloji arasındaki bağ kurmaya çalışmışlardır. Bu çalışma için kullanılan veriler ise, araştırmanın “İslamcı” akımlar artarak, daha cesur biçimde 21 yıllık AKP iktidarında yoğun biçimde ülke kendisini Orta Doğu siyaseti ve “Arap Baharı”, “Filistin sorunu”, Mısır’da ... Darbesi ile “Müslüman Kardeşler” yankılanmasından Mursi iktidarının darbe ile çöküşü karşısında taraf olan Recep Erdoğan ve başında bulunduğu AKP, Ortadoğu’da gelişmeleri kendisine görev bilmiş, ülkeyi uzun süre İsrail, Suriye, İsrail, Birleşik Arap Emirlikleri, Irak, Suudi Arabistan gibi İslamcı Ortadoğu ülkelerine kendisini odaklayarak 10 yıldan fazla süre Türkiye’yi bu ülkeler düşman görmelerine neden olmuştur.

Çünkü, bu süreçte en ilgi çekici konu, Ortadoğu insanlarının selefi İslamcı anlayışları ve onların Türklere bakışlarını İslamcı bir halife olmakla düzeleceğini, bu halifenin de Recep Erdoğan’ın hayallerinde yaşattığı kendisi olacağını, bütün Arap dünyasının kendisine biat edeceğini sandı. Bu gösterdi ki Arap toplumunu hiç tanımladığı anlamına geliyordu ki 10 yıldan fazla süre Katar dışında diğer Arap Körfez ülkelerinin, Erdoğan’ın İslam Halifeliği ülküsünü sezip karşı kabullenilmez cephe oluşturmalarına neden olması sonucu ülke çok zarar gördü ve şu günümüzde yaşanan ekonomik krizlerin nedenidir. Son günlerde bazı Erdoğan yanlısı gazetecilerin devreye girerek Arap imajı inşa etme uğraşıları da boşunadır.

Arap-Türk İki Kardeş midirler? Arap Toplumu Aynı Düşücede mi?

Söyledikleri “İki kardeş toplum” gerçeğinin altında yatan sinsi amaç “ümmetçilik” arzuları yatmaktadır...

Daha önce bu kadar Arapçılık yapan sözüm ona gazeteci geçinen AKP iktidarı yanlısı gazetecilik görevini siyasi bir patiye bağlayan ve o partinin lideri karşısında “evet efendimci” el pençe divan duran gazeteciler, Türkler ile Araplar arasında yeni bir ilişki ve yakınlık kurma yalakalığında sınır tanımaz bir durumda, kendilerinde gururlu, gurursuz bir biçimde seslenişler sunmaları, Türkiye’nin Arap dünyası ile gelişmelere hizmet edecek sanmaları, dünya siyasetinden ne kadar tutarsız ve anlaşılmaz olduklarını göstermişlerdir. Onlar sanıyorlar ki, Araplar ile kardeşlik kurularak, “Osmanlı’nın yeniden doğuşu ve halifelik hayalleri Arap toplumlarıyla bağlantılı olarak, büyük bir memnuniyetle kabul edilerek “ümmet” toplumu kurma çabalarının bir başlangıcı olacağını sanıyorlar.

Ulusal aidiyeti, ulusal kimlikten ayıran İslamcılık doğrusu, Türkleri ulusal kimliklerinden ayrıştıran tek referans, İslamcılık ideolojinin ana unsuru “ümmetçilik” bütün Müslümanlarını bir çatı altında toplayarak birleştirilmiş Müslüman ulusların ulus kimliklerini yok ederek “ümmetçi” kuruluşunu hedefleyen siyasi bir yapılanmadır. Bu konuda, İslamcılık ile milliyetçilik arasındaki uyuşmazlık açıktır. Ancak dikkat edilmesi gereken ise ağır basan galip gelebilir.

Ümmetçi düşünce, Türkçü milliyetçilik ile çelişmektedir, çünkü “ümmetçi” ülküde, Müslüman dünyasındaki bütün ulusal sınırların kalkması ve ulusal kimliklerinin yerini din adına “ümmetçi” ayrımlar hiçbir sınıf ya da rütbe farkı olmaksızın bütün Müslümanların eşit statüde bir arada yaşamasıyla gerçekleşebilir iddiası vardır. Ancak uygulamada böyle bir şeyin asla geçekleşmesi ve birlikteliği olası değildir. Alası olması için tek şey, ümmetçilik ancak tek dilli, tek ulusun birlikteliğinde gerçekleşmesi olabilir, yani çok uluslu, çok kimlikli, dinin çok mezheplisi kimselerin bu çağda birlikte “ümmet” olmaları olası değildir ve toplumların ulus olma ülküsüne zıtlıklar içerir.  

Bu bir ideal daha önce İslam toplumlarında geçmişte yaşanmıştır; bir yararı olmamıştır Yeniden eski yaşanmışa dönmek akılsızlıktır. İslamcılık, yeniden tarihte yaşandığı gibi Müslümanlara dayatılarak formüle edilmesi ve uygarlıkta ilerlemesi gereken topluma uyarlanması abesle iştigaldir. İslamcılık sevdalısı gazeteciler, Türklerin ve Arapların İslamın şemsiyesi altında bir arada, huzur ve güven içinde yaşadıklarını, yeniden bu düzene geçilmesi gerektiği iddiasındalar. Bu ya tarihi gerçekleri görmemek veya art niyetlilik veya da menfaatçi bir zihniyet işin içinde yatmaktadır.

Suriye’deki iç savaşa ilişkin tartışmalar ve haber üretim süreci bakmak gerekir...

Nalan, ümmet fikrini destekleyen ve basında kurgulanan Esat rejimine karşı 2012’den bu yana katı bir muhalif tutum takınan Recep Erdoğan Suriye lideri Esat’a “zalim Esad” diyor Esat’a karşı savaşan Sünni Müslümanlara da “özgürlük savaşçısı” statüsü veriyordu. Suriye’de Müslümanların Müslümanlara karşı veya “iyi” Müslümanlarla “kötü” Müslümanlar arasında iç savaş yapılıyordu.

23 Eylül 2011’de Suriye iç savaşın başladığı günlerde bir haber-videoda “Esad rejimine bağlı askerler, Şam yakınlarında bir camide kutsal mekâna saygısızlık ettiler” diye propaganda bilgiler sunulur. Bu haber-video tam bir güvenirliği ve inanırlığı olmayan internet sitesinden alınmış olduğu kanıtlanır. Videoda, aralarındaki Arapça konuşmaları alt yazı ile sunmaları ve haber-videoda askerlerin, camide sigara içmeleri ve aralarında gülüşmeleri gösterilmekte; “Esad askerleri namazla alay etti” gibi yorumlar verilmekteydi. Haberin bu durumuyla, kanalın sadık dindar Sünni Müslüman izleyici kitlesinde, Alevilere karşı bir öfke uyandıracağı planı açıktır. Bunlar, İdeoloji organize yalan haber üreten sayısız fırsatçı temsilcilerden biriydi.

İslamcı gazetecilerin çalışma deneyimleri, siyasi yaşamın zihinlerinde gizlenmiş, sürekli seküler yapıyı ve Kemalist düşüncenin yaşamasını kendilerine tehlikeli tehdit olarak görmeleri hastalığı içindedirler. Böylece, araştırmacı gazetecilik yerine, haberin üretme yerine ağırlık verdikleri İslamcı zihniyetli gazetecilerin Kemalistler ve seküler yapıya ve koruyucu güçlerle olan bitmez kin ve nefret yüklü uğraşıları sürmekte olup, buradaki temel eylemcilik durumları korkuya dayalı olup, bir gün gelebileceğini düşündükleri “seküler baskı rejimi” ile karşı karşıya gelebilmektir. AKP yönetimine kadar İslamcılar, sürekli kendilerini eküler bir baskı rejiminin değişmeyen kurbanları olarak görürdüler, sürekli kendine tehdit oluşturabilecek “Kemalist ordu ve sivil elitler” olarak tanımlayan İslamcılar ve İslamcı gazeteciler daha çok kariyerlerini güçlendirme değil de sosyal ve kültürel varoluşlarını da tehdit eden bir unsur olarak gördüler. 21 yıllık AKP iktidarı döneminde siyasi güç elde ettiler ancak yine de seküler güçler karşında sürekli tetikte olmaları da geri tutmadılar.

Daha doğrusu bu İslamcı yapıdan olanların Ortadoğulunun kaderine ortak, kendilerini sürekli kurbanlık olmaktan geri durmadılar. Çünkü, Türk İslamcı gazetecilerin, Orta Doğu haberlerinde sıkça görülebilen bu kurban ölçümleri, Arap toplumlarını kapsayacak biçimde ve onların kompleksli siyasi koşulları ve kendine özgü yaşam tarzlarını anlamlandıracak biçimde kapsamlıdır. Onların dindar kimliğinden dolayı “seküler zalim” mazlum kurbanlar ise bütün İslam dünyasıdır.

Yani, kurban kimliğinin yakıştırılması bütün Müslümanlar, karşısına seküler zalimlerdir. Ortadoğu’da olumsuz gelişen acılı olayların İslamcılar tarafından paylaşılması, Türkiye iç siyasetinin ayrılmaz bir parçası ve önemli sorunu oluşturulmaktadır.

Son 15 yıldır Ortadoğu’yu oluşturan Arap toplumlarının siyasi yaşamlarında birçok değişimlere neden olmuştur. Mısırlı, Iraklı, Sudanlı, Somalili, Tunuslu, Filistinli, Suriyeli ve Libyalı Müslümanların aynı şartlarda aynı seküler baskı rejimi altında yaşadıkları bir gerçektir. Sonunda, “Arap Baharı” adıyla birbirinden farklı güç dinamiklerine geliştiler, ülkelerini daha da karanlığa sürüklediler. Son söz olarak, Türkiye’deki İslamcı gazetecilerin seküler güçlerle karşı yürüttükleri güç mücadelesi Arap isyanlarındaki kitlesel hareketi sonucu parçalanma olduğunun farkına varmalılar artık. Müslümanlık itikadı uğruna “ümmet” içinde, birbirine bağlayan ulus kimliklerini eriterek yok etmek artık bu çağda yok oluştur.

Michael Mann’ın ski kurumsal ideolojilerin ve pratiklerin artık işlemediği kriz zamanlarında, insanlara denenmemiş toplum tezleri sunan ideolojiler daha güçlü, çekici ve görünür hale gelir. Der. (M. Mann., 2012, “The Sources of Social Power” (Vol. 3), Global Empires and Revolution,1890-1945. Cambridge: Cambridge University Press.Selman Zebil 29 Eylül 2023







22 Eylül 2023 Cuma

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in Atatürk’e ve Türklere Hakaretine AKP ve Liderinin Suskunluğu!

 

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in Atatürk’e ve Türklere Hakaretine AKP ve Liderinin Suskunluğu!


Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’nin, Atatürk'ü hedef alan hakaret dolu sözlerine tepki yağdı. Buna AKP'nin sessizliği düşündürücü! Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk’ü çirkin sözlerle hedef alan Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih ithamlarına ilişkin AKP'den ve iktidar kanadından daha bir açıklama gelmezken; muhalefetten birçok kişi söz konusu alçakça işlenmiş sözlere teki koydu ve sert çıktı...

Atatürk’e hareket eden Atatürk düşmanlığı içine sinmiş olan Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih sınırları aşarak, Mustafa Kemal Atatürk’ün fotoğrafıyla uygunsuz, yakışık almayan hareketlerle saygısızlık eden 17 yaşındaki İmam Hatip lisesi öğrenciye, “kahraman öğrenci diyerek övgüler düzerek destek verdi.

İstanbul Valiliği, bir lisede çekildiği iddia edilen görüntülerde Atatürk fotoğrafına uygunsuz davranışlarda bulunan 17 yaşındaki çocuğun, uygunsuz görüntüler nedeniyle yığınla halkın tepki vermesinden dolayı İstanbul Valiliği öğrencinin gözaltına alındığını duyurdu. Bu gösteriyor ki, çağdaşlıktan, bilimden ve değer yargılarından uzak eğitim sistemi olduğu!

Daha önceleri de defalarca Atatürk’e ve Türk Milletine karşı çirkin söylemleriyle gündem yazıp çizen bu Kuveytli Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih adlı kişi, 17 yaşındaki Atatürk’e hakaret eden öğrenciye destek verdiği şu densiz paylaşımda bulundu: “Bu kahraman öğrenci, Türkiye’de istediği üniversitede öğreniminin tüm masraflarını karşılayacak, ben de aşırı Kemalistler tarafından yargılanırsa onu savunacak avukatın ücretini karşılayacağım. Hesabını bilen varsa bana göndersin veya benimle iletişime geçmesini sağlasın.”

Bu Kuveytli, Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in sosyal medya hesabından Atatürk’e yönelik kullandığı “Eşcinsel” olduğu iddiasıyla iğrenç hakaret içerikli yazılarını, Atatürk ve Türk Halkı’na yönelik birçok sayıda paylaşımı olduğu görüldü.

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih, Trabzon’da bir Türk vatandaşının Arap bir turiste yumruk atarak bayıltması üzerine sosyal medya hesaplarından Türkiye’yi hedef alan açıklamalarda bulundu. Abdulaziz, attığı bir Tweette ise Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ’ı etiketleyerek Atatürk’e yönelik çok çirkin sözler söylemesi dikkatleri çekti.

Kuveytli Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in denen Kuveytli yazarın, Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik kabullenilmez itham ve hakaretlerini, her sosyal medya paylaşımı sonrası harekete geçmeyen, sessiz kalan hatta nerdeyse “biz diyemedik sen bari de” der gibi AKP ve liderinin sessizliği unutulur gibi değil...

Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih, şöyle yazıyordu: “Türk Vatandaşlığının çok ucuz bir yatırım olduğunu bir gün bir Arap’ın Türkiye Cumhurbaşkanı olmasını ve Atatürk’ün heykellerini yıkmasını diledi. Kuveytli yazarın paylaştığı Türk pasaportu hala Araplara ait sosyal medya hesaplarından kampanya olarak paylaşılıp reklamları yapılıyor.” Paylaşımı yapar.

Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih Türker’e “Barbar” ve “Vahşi” Diyerek Saldırmaktadır

Bitmedi, Kuveytli yazar Abdulaziz, bir başka paylaşımında da Türk tarihi ve Türkler hakkında şu skandal sözleri: “Barbar” bir başka gün ise “Vahşi” dediği paylaşımlarında görülmektedir.

Eğitimciler, başta İmam Hatip okullarında Atatürk düşmanları yetiştiriliyor...

Atatürk’ün fotoğrafına saygısızlık yapan 17 yaşında bir genç tutuklandı. Bu konuda Eğitimci Kadem Özbay, “Ne yazık ki doğduğundan beri hep aynı iktidarın yönetiminde, aynı değerleri aldı. Bir çocuğu gözaltına alınca sorunlar çözülüyor ya da çözüm için adım atılıyor sanılmasın. O çocuk ne yazık ki doğduğundan beri hep aynı iktidarın yönetimi altında büyüdü. Bir çocuğu, Kurtuluş Savaşı’nda savaştığımız ülkelerin vatandaşlarının dahi yapmayacağı nezaketsizliği yapabilecek aşamaya getiren sürece bakmamız gerekir” derken.

İlahiyatçı Cemil Kılıç da olayın geçtiği yerin imam hatip lisesi olduğunu: “İmam hatip liselerinde bazı öğrenciler Atatürk ve Türk düşmanı olarak yetiştiriliyor dediğimde inanmayanlar görsün. Bu sadece yansıyan dedi.

Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ ise, Tweettir hesabından yaptığı paylaşımda “Beni ve Zafer Partisi’ni Birleşmiş Milletlere şikâyet edeceğini söyleyen, Araplara Türkiye’deki paralarını geri çekmeleri tavsiyesinde bulunan bu şerefsiz Kuveytli ahlaksız Atatürk’e ve Atatürk’ü seven herkese hakaret ediyor. Zafer Partisi Türkiye’ye gelen turistlere, okumak için gelen öğrencilere karşı olmadı. Ama Atatürk’e ve Türk Milletine küfreden bu Kuveytli alçağı ülkemizde istemiyoruz" sözlerine yer verdi.

Memleket Partisi Genel Başkanı Muharrem İnce’nin partisinden: “Türk milletine ve Mustafa Kemal Atatürk'e hakaret eden ve aşağılayıcı ifadelerde bulunan çöl faresi Abdülaziz Dwaihi bin Rumaih'in, Türkiye Cumhuriyeti'ne girmesi yasaklanmalı, Türkiye'deki tüm mal varlıklarına devlet tarafından derhal el konulmalıdır!” sözlerini söyledi.

Kuveytli yazar Abdulaziz Duwaihi bin Rumaih’in Atatürk'e yönelttiği itham ve hakaretlere tepki yağarken; şu ana kadar AKP'den veya ikitdar kanadından konuya ilişkin bir kınama veya açıklama gelmemesi dikkat çekti. Selman Zebil 23 Eylül 2023

 

11 Eylül 2023 Pazartesi

Recep Erdoğan Ne Söylemişse Kaybettikleridi



Erdoğan Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile tokalaşırken
Recep Erdoğan Ne Söylemişse Kaybettikleridir. Sisi'ye Dile gelmeyecek Sözler Söyledikleri ile Sisi İle Tokalaşma Çelişkisi! 

2013’te Mısır’da Erdoğan’ın desteklediği Müslüman Kardeşler iktidarına Sisi’nin başında bulunduğu ordunun darbe yapması ve Mısır’da yönetimi ele geçirmesinin ardından Türkiye-Mısır ilişkileri, kopmuştu. Mısır Devlet Başkanı Abdülfettah es-Sisi hakkında dile ağza gelmeyecek çok kötü, devlet adabına yakışmayacak sözler söylemişti...

Müslüman Kardeşlerden devrik lider Muhammed Mursi için...

Recep Erdoğan: “Bizlere hak, hukuk, özgürlük dersleri verenler Mısır halkının özgür iradesiyle yüzde 52 oyla seçtiği cumhurbaşkanının, darbe mahkemelerinde ölümüne sessiz kalsa da biz, sessiz kalamayız. Merhum Cemal Kaşıkçı cinayetinin unutulmasına nasıl rıza göstermemişsek Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'nin dramının da birileri tarafından unutturulmasına asla izin vermeyeceğiz. Uluslararası hukukun verdiği imkanları sonuna kadar kullanarak, meselenin aydınlığa kavuşturulması için mücadele edeceğiz...

Ben kendisi için her zaman onu söylüyorum bir zalimdir ve bir demokrat değildir. Gerçek manada bir demokrasinin neticesi iş başına gelmiş birisi değildir. Bizim bu ifadelerimiz tabi gerek Sisi ve etrafındakileri, aynı zamanda dünyada da onları sevenleri rahatsız edebilir. Ama önemli olan bu dünyada haklıların yanında yer alanların buna nasıl baktığıdır.

Mursi'nin hayatını kaybetmesi ile ilgili: “Ailesi vasiyetinin yerine getirilmesini istiyor, ailesine naaşını vermiyorlar. Sisi denilen kişi Mısır’da böyle bir yöneticidir ve bir zalimdir." dedi.

1 Mart 2015 

Recep Erdoğan: “Ben uluslararası platformlarda şu anda darbeci Sisi'yi Cumhurbaşkanı olarak kabul etmediğimi söyledim. Yine söylüyorum. Benim için Mısır'ın Cumhurbaşkanı Mursi'dir. BM'de aynı masaya onunla oturmadım. Oturursam, kendimi inkâr ederim. Oturursam demokrat olmam." demişti.

Sisi ile görüşüp görüşmeyeceği sorusu üzerine, “Şaka yapıyorsun herhalde. Böyle bir şey arkadaşlar söz konusu değil. Bizim gündemimizde böyle bir şey asla söz konusu değil. Böyle bir şeyin olabilmesi için çok ciddi bir defa olumlu istikamette adımların atılabilmesi lazım." Dedi

17 Haziran 2019’da Türkiye Diyanet Vakfı’nın bir ödül töreninde yaptığı konuşması...

Recep Erdoğan: Beni Sisi ile çok barıştırmak isteyenler var, asla kabul etmiyorum, etmem de. Neden? İşte bunlardan dolayı. Neden? Halkının yüzde 52 oyunu almış olan bir Mursi'yi ve arkadaşlarını cezaevine mahkûm eden bir anti demokratla karşı karşıya gelmem, onunla aynı masada oturmam.” Demişti. Aynı günkü konuşmasının devamında ise: “Darbeyle başa geçen şu andaki zalim Sisi, 50'ye yakın kişiyi idam etmiştir. Batı bu idamlara sessiz kalmıştır. AB ülkelerinde idam yasak olduğu halde siz Sisi'nin davetine nasıl oluyor da icabet ediyorsunuz?” diyerek Avrupa Birliği’ni de eleştirdi.

19 Haziran 2019’da İstanbul Belediye Başkanlığı seçiminin tekrarı öncesinde elinde mikrofon Sancaktepe’de bir toplu açılış töreninde, Ekrem İmamoğlu’nu ve CHP’yi hedefine alarak: “13 Mart 2019’da “pazar günü Sisi mi diyeceğiz, Binali Yıldırım mı diyeceğiz? Mesele bu kadar önemli." Diyordu...

Erdoğan: “Sisi ile asla görüşemeyiz” derken...

Recep Erdoğan, katıldığı bir canlı yayınında Sisi ile ilgili şöyle konuşmuştu: "Ben böyle bir kişiyle asla görüşmem. Her şeyden önce onun bir defa genel afla içerideki bütün bu insanları serbest bırakması lazım. Serbest bırakmadığı sürece biz kalkıp Sisi'yle görüşemeyiz. Görüşenler de tarihte farklı bir şekilde değerlendirilecektir. Sisi göreve geldiğinden bu yana 42 kişiyi idam ettiler. En son 9 genci idam ettiler. Bu bir defa yenilir yutulur bir lokma değildir. Mısır halkı bizim canımız ciğerimizdir ama Sisi asla!

Yine başka bir canlı yayında “Sisi denilen kişi, şu anda Mısır'da böyle bir yöneticidir” der.

Erdoğan şunları dillendirir: “Darbecilerin yaptığı açıklamalar ne Mısır halkının ne de uluslararası kamuoyunun vicdanını rahatlatmaktan uzaktır. Darbeci yönetim tarafından basın yayın kuruluşlarına uygulanan abluka, şüpheleri daha da arttırmaktadır. Bir ülkede seçimle gelen ilk cumhurbaşkanı 20-25 dakika can çekişiyor ve orada en ufak bir müdahale yapılmıyor. Ailesi, bir vasiyetin yerine getirilmesini istiyor 'kendi köyüme gömülmek istiyorum' diyor ve ailesine naaşını vermiyorlar. Sadece iki oğlu ile avukatları bu defin esnasında hazır bulunabiliyor. Böyle bir cinayet olabilir mi? Sisi denilen kişi, şu anda Mısır'da böyle bir yöneticidir."

Erdopğan, Sisi'nin de katıldığı bir toplantıda 


Müslüman Kardeşler iktidarı yanlısı Erdoğan, 9 yıl aradan sonra Müslüman Kardeşlere darbe vurarak Sisi ile tokalaştı.

Erdoğan 23 Kasım 2022’de, Katar’ın başkenti Doha’da, Dünya Kupası’nın açılışında Mısır Cumhurbaşkanı Abdülfettah Es-Sisi ile selamlaşıp tokalaştı. Geçmişte defalarca hakaretler ettiği, “katil” dediği Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi ile Katar’da bir araya geldi...

18'inci G20 Liderler Zirvesi kapsamında bulunduğu Hindistan'ın
başkenti Yeni Delhi'de Erdoğan Sisi ile bir araya geldiği an

Recep Erdoğan, yıllarca Sisi için sert sözleri sürekli dile getirmiş, “katil”, “tiran”, “darbeci”, “zalim” demişti. 18'inci G20 Liderler Zirvesi kapsamında bulunduğu Hindistan'ın başkenti Yeni Delhi'de Erdoğan Sisi ile bir araya geldi ve ikinci kez Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile el sıkışarak görüştü...

 Ne Olmuştu? Türkiye-Mısır ilişkileri Nereye Kaymıştı?

3 Temmuz 2013'te dönemin Genelkurmay Başkanı Sisi liderliğindeki Mısır ordusu, yönetime el koyup AKP'nin yakın ilişkiler kurduğu Müslüman Kardeşler yolunda giden Muhammed Mursi yönetimini devirmişti. Mısır yönetimi, bunun karşısında Türkiye Büyükelçisi’ni, istenmeyen kişi ilan etti. Türkiye de mütekabiliyet ilkesi gereğince Mısır Büyükelçisi’nden ülkeyi terk etmesini istedi. Böylece Ankara ve Kahire arasındaki ilişkiler, maslahatgüzar düzeyine indi. Sisi karşıtı, Müslüman Kardeşler yanlısı AKP iktidarı 213 yılında başlayarak Türkiye Dışişleri Bakanlığı, Türkiye ile Mısır arasındaki diplomatik ilişkiler karşılıklı olarak maslahatgüzarlar düzeyinde sürdürülmeye başlar. Ancak 2013’te başlayan Türkiye-Mısır ilişkileri 2022’de Maliye Bakanı Nebati’nin Haziran 2022’de İslam Kalkınma Bankası’nın yıllık toplantısına katılmak üzere Kahire’ye gitmesiyle 23 Ağustos 2022’de Türkiye Ticaret Bakanlığı'nca Kahire’de Türk ve Mısırlı işadamları arasında görüşmeler başlar...

Recep Erdoğan ve Abdülfettah es-Sisi, Dünya Kupası temasının ardından 10 Eylül 2023'te Hindistan'daki G20 Liderler Zirvesi kapsamında masaya oturup görüştüler. Recep Erdoğan, Mısır ile ilişkilerin kopuk olduğu yıllarda Sisi'yle ilgili çok ağır, devlet geleneğine yakışmayan sözler dilinden dökülmüştü!

Uzun süre Sisi için rabia işareti ypmıştı

Recep Erdoğan, Rabia İşaretini 2013 Yılından İtibaren Sıklıkla Kullandı
Müslüman Kardeşleri Destekleyen Erdoğan, Sisi'ye karşı “Rabia” işaretini sahiplenerek kullandı(?!)

Sisi liderliğinde başlayan Mısır askerî darbesini protesto etmek amacıyla Mısır'ın cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ve Müslüman Kardeşler destekçileri tarafından kullanılan bir simge olan Rabia işaretini kullandı. Daha sonraları ise ne oldu da bu “Rabia” işaretini anlam kargaşası yaparak, Tek Millet, Tek Bayrak, Tek Vatan, Tek Devlet anlamıyla kullanmaya başladı!..

Selman Zebil 11 Eylül 2023

 

9 Mart 2023 Perşembe

TÜRK KAĞANLARININ İŞİ EL-AYAK ÖPME DEĞİLDİ SELÇUKLU ERTUĞRUL'A KADAR

El Ayak Öpmek Türk Kağanların İşi Değildi!
1258’de Bağdat’a giren Hulagu Han Bağdat’ı alıncaya kadar süren Abbasilerin İslam Halifeliği dağılmak üzereydi. O zaman, Selçuklular ile Halifelik sıkı bağları vardı. Dağılmak üzere olan İslam devletini kurtararak yeniden Türkler hayat verdi; bazı farklı yenilikler getiren Türkler, Devlet-Hükümdar otoritesini yeniden düzenleyerek bir yola soktular.

Selçukluların İslam dünyasının başına geçmesi öyle pek kolay olmadı. Bazı tavizler verildi. Sultan ona iltifat etti. Vezir, Halife’nin kendisine olan teveccühünü ve selamını bildirdi. Tuğrul’a Halife’nin mektubunu verdi, vezir Halife adına Büveyhoğulları hükümdarı “Melik’ür-Rahim” ve ordu kumandanları ile dost kalacağına dair ondan yemin aldı. Teşekkür eden, yer öpmeye kalkışan Tuğrul, sonra şu nutku irad etti:

“Buraya büyük işleri bırakarak ve Halife’nin yüksek emirlerine uyarak geldim. Bir maksadım da Halife’nin yüksek hizmetinde bulunarak ona yaklaşmak suretiyle diğer Horasan hükümdarları arasında temayüz etmek, düşmanlardan intikam almaktır.” (1)

15 Aralık 1055’de Tuğrul Bey adına Bağdat camilerinde hutbe okundu. Tuğrul Bey’in adını, Melikü’r-Rahim’in adı takip ediyordu. Böylece İslam tarihinde ilk kez müstakil bir Türk hükümdarı, 25 Aralık 1055’de Tuğrul Bey, Sünni İslam dünyasının merkezi olan Bağdat’a girer. (2)

Sarayda, Halife nezdinde Tuğrul Bey’in değeri ve itibarı oldukça artmış olduğuna dair müşahede ediliyordu. Mesele Tuğrul Bey halifelik sarayın kapısında at üzerinde uzun müddet bekletildi. Daha sonra Halife, Tuğrul Bey’i altı metre yüksekliğinde bir tahta oturmuş halde 23 Ocak 1058’de kabul etti.

Tuğrul Bey, Halife’nin önünde eğilerek defalarca yer öptü. Tuğrul için halifelik tahtının altında bir taht dikildi. Halife Tuğrul’a çalışmalarından dolayı ve adaletinden dolayı teşekkür etmiş, Allah’ın kendisine memleketlerin (3) idaresi hususunda tevdi ettiği bütün salahiyetleri Tuğrul’a devrettiğini ve Tanrı kullarının idaresini ona verdiğini tekrarlamış, ülkelerin imarına ve halkın refahına, adaletin yayılmasına çalışmasını istemiştir. Ayağa kalkan Tuğrul tekrar eğilip yer öpüş, halifenin ‘hadimi’ ve ‘kulu’ olduğunu, emrini yerine getireceğini bildirmiştir. Hil’at giydirildikten sonra başında bir taç olduğu halde huzura tekrar gelen Tuğrul Bey’in yer öpmesine Halife mâni olmuş ve ona kendi eliyle kılıç kuşatmış, “Melikü’l-Maşrik ve’l-Mağrib” (Doğunun ve Batının hükümdarı) unvanını ve başka sancaklar da vermiştir. Sonra da Tuğrul’un eline bir ferman vererek, ona göre işlerini yürütmesini istemiştir. Abbasi Halifesinin dünyevi yetkilerini kendi rızası ile Selçuklu Sultanı hükümdarına devretmiş olmaktaydı. Böylece Sünni-Şii İslam âleminin şamili olmuş oluyordu.

Daha önce Türklerin geleneğinde hiç olmayan el etek öpme işi ilk defa Tuğrul Bey, Halife’nin önünde eğilerek yapması ve ilk defa bir Türk Kağanını bir başkasına biat etmesi var mıdır, düşünmek gerekir.

Halife’nin ona sunduğu ayrıcalıklardan sonra Tuğrul Bey söz alır, halifelik emrinin Tanrı’nın emri olduğunu söyler ver dahi, Tuğrul’un talebi üzerine Halife’nin uzattığı elini öptü ve iki kez “yüzüne” koydu!

Yine el ayak öpmek işi…
1 Şubat 1060’da Bağdat civarında “Nehrevan”a gelindiği zaman Sultan Tuğrul Halife’yi karşılamaya çıktı, Halife çadırını görür görmez atından indi ve Halife’nin yanına varıncaya kadar yürüdü. Tuğrul Bey Halife’nin önünde eğilerek yedi defa yer öptü ve kendisi İbrahim Yınal’ın isyanından dolayı (gelmekte) geciktiği için özür diledi. Kardeşinin birkaç kez isyan ettiği halde affettiğini, fakat bu sefer, onun yüzünden “Emir’ül Müminin” zarar gelince, yayının kirişiyle boğduğunu; kendisi kurtarmak için yola çıkmak niyetinde iken kurtulduğu, Mühariş’in ona gereken hizmet yaptığı haberini aldığını söyledi. Sultan, bunu müteakip “köpek” diye bahsettiği “Besasiri” ile onun isyanından mesul saydığı Mısır Fatımi Hükümdarına karşı nasıl hareket edeceğini izah etti.

Bunun üzerine Halife teşekkür etti ve kendi kılıcını Tuğrul’a kuşattı. Tuğrul (diz çöküp) yer öptükten sonra ayağa kalktı ve askerlerin kendisini görmeleri huzura alınmalarına izin verilmesi istedi. Halife’nin çadırına giren ordu mensupları, yer öpüyorlar ve ayrılıyorlardı…

Selçuk’un adını taşıyan Büyük Selçuklu İmparatorluğu, Selçuk’un oğulları ve torunları arasında çıkan taht anlamazlı mücadelesinde parçalanmış; taht için ayaklanan Kutalmış oğlu Süleyman Şah Anadolu’ya kaçarak sınmak zorunda kalır ve batmakta olan bir Selçuklu Devletinden, Anadolu’da ayrı bir Selçuklu Devleti kurulmasında öncülük etmiş olur.

Anadolu Selçukluları zamanında Türkiye’nin nüfuz yapısı ve kültür dokusu kısa sürede değişerek Türkler lehine değişmiştir ve 1000 yıldır Türklerin sahipliğine sahne olmuştur. Türk egemenliği Anadolu’da Konya Selçuklu Sultanlığı (1075-1308) sürer ve 14. Ve 15. Yüzyıllarında Doğu Anadolu’da Azerbaycan, İran ve Irak topraklarında Karakoyunlular, Akkoyunlular birer Türkmen devletleri olarak varlıklarını sürdürürler.

Öte taraftan Selçukluların İslam dünyasının başına geçmesi, Anadolu’yu ele geçirmesi, 1087’de Bizans’ın başkenti yakınlarındaki İznik’e yerleşerek, Bizans’ı tehdit eder duruma gelmesi feodal Avrupa’yı tedirgin ediyordu. İşte bu tedirginlik, Avrupalıları, Ortaçağ tarihinin en önemli olaylarından biri olan Haçlılar adıyla severlere çıkıp, ilk Haçlı Seferini M.S.1097’de İstanbul üzerinden Anadolu’ya (Selçuklulara) yapmışlardır. (4)

Türk Geleneklerinde Olmayan El Öpme İşi...
Eski Türk geleneklerinde boyun eğme ve el öpme liderlerin işi değildir...
Büyük Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, 1057 de Abbasi Halifesi olan, sırtında Peygamberin hırkası ile bir dini merasimdeyken kürsüde oturur. Selçuklu sultanı Tuğrul Bey içeri girer, halifenin önünde diz çöküp elini öper, sonra kendine ayrılan bir yere oturur. Tuğrul ve Büyük Selçuklu Devletinin batma süreci böylece başlamış olur. Abu-l Farac Tarihinde, Geçmişte Türklerde Kağanların el öpme adet olmayan ama ilk kez Selçuklu Sultanı Tuğrul Bey’in Halife Kaim’in elini öper ve alnına koyduğunu yazar.

Tuğrul Bey, Halife Ebu Cafer Kaim’e, Türk geleneğinde olmayan şu sözü söyleyen ilk kişi olur: “Ben emrinize tabi bir bendeyim. Sizin iradenizi yerine getirmek hususunda Allah’ın yardımına güveniyorum” der dahi Halife’nin kendine doğru elini uzatmasını istedi. Halife Kaim elini uzatınca Sultan (Tuğrul Bey) elini iki kere öper ve onu alnına doğru götürdü” der. Abu-l Farac Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi 2.baskı 1.cilt s.312

1243 yılına gelindiğinde Anadolu Selçukluları, Kösedağ savaşında İlhanlı devletine yenilerek 60 yıla yakın başsız kalan Anadolu Türk halkı 1299 da Türk gelenek ve töreleri içinde yaşayan Oğuzların Kayı boyundan olan Osmanlı’yı kendilerine baş seçerler...

Kösedağ savaşında İlhanlılara yenilen Selçukluların zayıflamasının arkasında yatan baş neden, kendi öz halkına yabancılaşıp Arap-Acem tarzı objelerin sevimli hale gelmesi nedeniyle büyük kavganın başlaması ile tarihe “Babailer isyanı” olarak geçen Anadolu Türkmen halk ayaklanmasıydı...

Kısacası “milliyetçilik” vasfına sahip olduğunu sananlar geçmişin acı ve tatlı olaylarını pek bildiği söylenemez. Zaten bu ülkede çok az “milliyetçi” okuma alışkanlığına sahip. Çoğunluğun okuma alışkanlıkları yok denecek kadar azdır. Dolaysıyla Türk milliyetçiliği kulaktan telkinlerle verilen masalımsı hikâyelerin tekrarı ötesine geçmiş bir şey değildir. Elleriyle kurt başı silueti yapıp savunmalarında şiddeti öne çıkaran halleri “Tekbir; ya Allah bismillah, Allah-u Ekber” ile “Tanrı Dağından” uzaklaşarak “Hıra Dağına” tırmanmakta oldukları görülmektedir...

1683 yılı Osmanlıların parlak yükselişinin sonuydu. Geriye, çöküşe geçişti. İkici Viyana kuşatması zamanıydı. Türk halkının savaş meydanlarındaki yiğitliği, meclislerdeki hâkim hüneri ve ahlaki terbiyesi hiçe sayılarak, Sultanlar Türk halkının başına memur tayin ettikleri dönme devşirmeler halkın başına bela olmuşlardı. Türkmenler kendi kendilerinin efendileriyken, kendi topraklarında yokluk ve yoksulluk içinde olmalarına dayanamayıp devletine karşı isyan eder hale gelmişlerdi...

Osmanlının sonunu hazırlayan safahata ve tembelliğe düşmüş olmasından ileri geldiği, istiklal halinde yaşamak isteyen halka dayatılmak istenilen Türk’e özgü olmayan dini objelerin kültür hayatına sokmak, dini, Vahabi mezhebi ahlak ve terbiye kurallarına göre istenilmesinden kaynaklanan nedenlerin bugün işlenmek istenilen senaryoların birincisi dini objelerin Türk milliyetçiliğin önüne çıkarılmasıdır.

(1) Mehmet Atay Köymen “Selçuklu Devleti, Türk Tarihi” TTK. Ank. 2013 s.173
(2) a.y.s.175
(3) a.y.s.180
(4) Halil İnalcık, “Türklük, Müslümanlık ve Osmanlı Mirası” Kırmızı yayınları

27 Şubat 2023 Pazartesi

TÜRK MİTOLOJİSİNDE KURT KÜLTÜ

Türklerde Kurt Kültü Gök Börü (Göksel Kurt)
Proto-Türk topluklarında bir totem olan kurt, Hunlar döneminde ata kültünün bir parçası durumundaydı. Nerdeyse bütün Türk dünyasında mezar ve veya kayalarda resmedilmiş, bazı resimler üzerine Şaman alet ve elbisesi giydirilmiş olarak görülür. O dönemlerde adına “Tanrı-Kurt” adıyla anılırmış. Yani Kurtla ilgili olarak zamanla hayvan-ata kavramı gelişmiş, devlet, yöneticilik unsurları simgesi olarak ta anılan dahi çeşitli anlamlar yüklenmiştir.

Her ulusun mitlerinde bir tabu hayvanı vardır. Onlara hürmet ederler ve saygı duyarlar. Türklerinde saygı duyduğu; hürmet ettiği, adını gökten aldığına inanılan “tabusu” Gök yeleli Gök Kurt’tur. Sık söylenmese de bir adına Gök Börü de denir.

Genelde ise Gök Kurt olarak gerçek Türk tarihi içinde tanımlanır. Günümüzde siyasi olarak “Bozkurt” diyenlerin tabiri sonradan ortaya atılmıştır. Gök Kurt, göksel olması ve ufukta belirmesi ve Türk ulusuna, “ilahi kutsal bir kılavuzluk” yaptığına inanılır. Yani Türklerin her dara düştüklerinde bir çıkış yolunu mutlak ilahi “Gök Kurt” yol gösteriyordu.

Gök Kurt, Kök Kurt, Gök Börü (Bozkurt) gibi adlarla anılan Kurt, Türk-Moğol efsanelerinde kutsal hayvan, ulusal sembollerin başında gelir. Moğollarda “Börteçine” (*) veya “Börtoşona” olarak geçer. Türk ve Moğolların ortak inancında, başlarına kötü bir iş geldiğinde kurt, çıkar meydana ve yol gösterici olarak geçer ve dahi bazı Türk ve Moğol boylarında soylarının kutlu bir varlık olarak algılanılan kurttan türediğine inanılır. Soyun bir kolunun Kurt’tan diğer bir kolunda Ala Geyikten geldiğine inanılır. Gök Kurt gökyüzünü Alageyik ise yeryüzünün simgesi olur. Göktürkler gök renkli bayraklarında Gök Kurt başı resmi bulunur, anlamı savaşçı ruhu, özgürlüğü, hızı ve doğayı temsil eden bir karakter olarak inanılır.

Göktürkler çadırlarının önlerinde direklerin başına Kurt başı asarlar ve Göktürklerin inancında savaş ruhu olarak bilinen tanrı, Kurt görünümünde öne koyulur ve Türklere dar günlerinde, düşmanlar tarafından tehdit edildiklerinde yol gösterici olur.

Önemlidir ki, her milletin tarihi, ulusal destanı ve efsaneleriyle başlar. Büyük devletler kuran hakanların ve onların yardım eden milli tanrıların menşelerine dair söylenen efsaneler; ayinlerde okunan dua ve ilahiler. Kahramanların maceralarını yavaş ve güzel sesle şakıyarak masallar, halk efsanelerinden itibaren atalar sözü bugün bizim için manasız gibi gelebilen hurafeler, yalınız bir milletin değil, bütün beşeriyetin tefekkür tarihini ve onu en muhaliflerine bile hizmettir.

Anadolu halk dilinde bir söz vardır, “Kurt Masalı” Bu Anadolu da yalan sözlere için söylenen bir sözdür.

Çin kaynaklarında Türklerde Kurdun egemenlik ve yiğitlik ilişkisi hakkında oldukça geniş bilgiler sunulur. Kurt konusunda bir Çin yıllığında: “Sancaklarının başı altında kurt başı takarlar. Korumacılarına, savaşçılarına “Fu-li” (Börü) derler. Çin dilinde anlamı kurt demektir, yani kurttan doğmuşlardır. Diye yazar. (Kaynak Ahmet Taşağıl, “Göktürk Ülkesine Gelen Çinli Elçilerin Raporlarına Göre Göktürk-Çin İlişkileri (552-630) Yüksek Lisans Tezi İst. S. 187)

Dsiungnulara ait Noin-Ula kurganlarında (mezarlarında) çıkartılan ve bayrak haline gelmiş keçe torba biçiminde bir tözün (ruhun) bağlı bulunduğu yerde, yani gönderin tepesinde bir kurt başının asılı bulunması, Hunlarda kurt totemi çok önem taşıdığı göstermektedir…

Doğu Türkistan’da 6. ve 8. Yüzyıllara ait kurt başlı bayrak göklerde biçiminde ıslak kireç sıva üstüne yapılan resimler (fresk) bayrak biçiminde ayrıntılı resimlerle anlatma ve betimlemiş olarak görülmektedir. Kurt kısaca Türkler için bir tür yol gösterici olarak daha çok bilinenidir. Uygur Türklerinde Oğuz Destanında kurt yol gösterici olarak geçer. Hatta Başkurtlar adıyla biline Başkurt Türkleri vardır adını kurttan alma. Onların efsanelerinde de kurt yol gösterici olarak bilinir.

Yani, Türk kozmolojinde gök unsuruna bağlı olarak aydınlığın ve buna bağlı unsurların bir simgesidir. Kültigin Yazıtlarının doğusundaki, “Tanrı güç verdiği için babam Kağan’ın ordusu kurt gibi imiş, düşmanı koyun gibi imiş” diye yazar. Yine Oğuz Kağan destanında gök kurdun bir ışık birlikte orya çıkması işaret edilir. Bazı Türkler arasında kurt her zaman gök kurt (boz kurt) olarak anılmaz ancak en çok adı “gök kurt” olarak yaygın biçimdedir. Türk toplumlarında daha az bilinen kurt adına eklenen “Ak kurt”, “Al Kurt”, “Kara Kurt, olarak renklerde kurt adlarına tanık oluruz.

Burada, “Ak Kurt” gök unsur, saflık ve erdemlilik, temizlik simgesi olur. “Al Kurt” şiddete veya yer unsuruna; “Kara Kurt”, karşı durulmaz güce, yeraltı unsurlarına veya kötülüğün simgesi olduğuna işaret ettiğine inanılır.

Müslümanlaşmış Türklerde kurt anlamı eski kutsallığının yerini maalesef bazı uydurulmuş olumsuzluk anlamlara kurban edilmiştir. Anadolu’da bazı Müslümanlar ise yaygın olan “yiğitlik ve güç” simgesi yanında akıllı veya kurnaz biri için “kurt adam”, deyimi kullanırken öğüt veren yaşlılar için ise “eski kurt” gibi yaygın sözler vardır ve sıkça görülmüştür. Bu Beyşehir-Şamlar Köyünde de aynen böyledir…

Günümüzdeki bozkurt işareti ve tarihçesi…

Bozkurt işaretinin 1991 Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra Bakü'de Ebulfeyz Elçibey'in düzenlediği mitingde bir milyon insanın Milliyetçi Hareket’in sembol ismi Alparslan Türkeş'i “Bozkurt” işaretiyle selamlaması sonrası ortaya çıktığı sanılsa da Tarihi araştırmalarda bu sembolün Türklere Budist kültüründen geçtiği yazılmaktadır.

Bozkurt işreti, Türk hakanları tarafından başarı anlamına gelen bir zafer işaretidir. Batıya göç eden, Hun, Kıpçak, Peçenek Türkleri aynı zamanda bu işareti soy belirtir olarak yani “Ben Türküm” manasında da kullanmışlardır

Bu sembole 10. yüz yıl İranlı Şair Firdevsi’nin “Şahname” adlı yapıtında da rastlanmaktadır. Türk kadınların minyatürünün yer aldığı bu eserde Bozkurt işareti yapan kadınlar resmedilmiştir.

Çin de bulunan çıkarılan eserlere bakıldığında. Bozkurt İşareti yapan Türk hakanı Heykeli ilgi çekicidir. Bozkurt işaretinin, İslamiyet öncesi Göktürk döneminde ve diğer Türk devletlerinde, Türk hakanlarının zafer işareti olduğu, mağaralarda bulunan 6. yüzyıla ait “Türk hakanı heykeli” ile apaçık anlaşılmıştır.

Türk-Moğol etnografınki bir sembol olan kurt, Potanin’in Çeltlerle yazdığı eserlerinde, kurdun, Türk kültürü olduğunu kuşku etmediği halde bugünkü Türk akvamında bu efsane bakiyelerine pek az tesadüf etmiştir. Orta asırlardaki İtalyan destanlarına kadar etki eden “Bozkurt Efsanesi” unsurları” Veselowski “Roma Hikâyeler Tarihi” yapıtı. Dahi Cengiz Kağan, soyu olarak “Börteçine” (Bozkurt) olarak anılır.

Kuşkusuz kurt, en eski Türk destanının merkezi unsuru olmuştur. Hala Müslümanlaşmamış Şamanist Türkler de kurt kutsi mahiyeti olduğu görülür. Hala Şaman davulunda salt kurt motifleri resmedilir. Şamanist Türkler Kam dualarında kurtta el açıp dua ederler. Rus Tarihçi Vladimir Radloff derlemelerinde geçer.

Kurda dair Romalılarda bir efsane olsa da kurt Türk ulusal kültürün kültü olduğu bir gerçektir. Fuat Köprülü: “O gün bugün İslam olan Türklerin halk edebiyatında bile eski bir milli destanı ortak izlerine tesadüf olunmaktadır. Türkiye tarihi, kurt bütün Orta Asya kavimlerinin ortak kültürüdür.” Der.

Dede Korkut hikâyelerinde kurt: Kurdun yüzü mübarek ve karabaşım kurban olsun kurdum sana” diye geçer kurt kültü. Zamanla Şamanizm’in hatıraları Anadolu da halk kütleri arasında saklanmıştır.

Oğuz kağan destanının ana teması “Gök Kurt” oluşudur. Gök Kurt ışık huzmeleri içinde görünür ve “Türklere yol gösterdiği” anlatılır. Gök Yeleli-Gök Kurt, Orta Asya Türk dilleri konuşanların ortak inancıdır. Hunlar, Uygurlar, Oğuzlar, Sibirya halklarının hatta Türklere yakın akraba sayılan Moğolların ortak inancında Kurt totemi vardır...

Bu Kurt adı, tarihte ve mitolojide “Gök Yeleli-Gök Kurt” dur. Adını gökten aldığından, “Göktürkler” gibi göksel olandır. “Gök Kurt” günümüzde siyasi bir olguya dönüşerek “Bozkurt” olur. Görüldüğü gibi “Gök Kurt” özelliği, özgünlüğü yitirilerek başkalaşır...

Kurt diye anladığımız hayvan dağlarda gezer, dört ayaklı, kulakları dik, kürkü kıymetli yırtıcı bir hayvan olarak bilinir. Birde mitolojik “Kurt” vardır. Türklere dar günlerinde yardım eder ve atalık yapar. İşte bu “Kurt” pek anlaşılmış değildir. Türk halkı içerisinde gizemli bir yaratık olarak kalmıştır. Tekbir getirilerek “Kurt Selamı” verilerek “Ya Allah, Bismillah, Alla-u Ekber” ile hiç mi hiçbir alakası yok. Buna siyasete bulaştırılmış hali ve işin hafife alınışı denir. Yani, kurt izini, it izine karıştırmaktır ancak...Selman ZEBİL 27 Şubat 2023

(*) Ergenekon destanında geçen kurdun adı da “Börte Çene” olarak geçer. Göktürk destanında, Türklere tuzak kurularak yok edilmek istenir. Bu tuzaktan kurtulan bazı Türler kaçarak çevresi dağlarla çevrili bir yere girerek sığınırlar; orada yüz yıl dağların arasında gizlenmiş olarak kaldıkları anlatılır. Çoğalırlar, Ergenekon’a sığmaz olurlar ancak çıkacak bir yol bulamazlar. Bir gün bir demirci ustası dağların demir madeni olduğunu keşfeder. Bu madenleri eriterek dağlardan bir yol açılıp çıkılabileceğine karar veriler. Ve öyle de yaparlar; yüzlerce körüklerle ateşledikleri demir madenini eritirler ve bir çıkış yolu açarlar. Oradan çıkışlarında Türklere yol gösteren “Börte Çine” adlı kurt beklemektedir. Türklere yol gösteren kutrun peşinden giderek kendilerine yeni bir yaşam bulurlar. Dahi; hala Anadolu’da “Börü-Börtü, böcek” kurt anlamına söylenir. 

20 Şubat 2023 Pazartesi

DESPOT-OTORİTER-TOTALİTER-DİKTATÖR EĞİLİMLİ LİDERLER

Despotizm ve Despot kime Denir?
Despotizm hem yönetim anlayışı hem de bir kişilik özelliği ve yönetim anlayışıdır.
Despotizm, genellikle diktatörlükle de eş anlamlıdır. Bu eş anlamlı olan totalitarizm, otokrasi, baskıcılık.

Despotizm yönetim anlayışına sahip kişilerce, kanunca belirlenmiş hükümleri bilerek ve isteyerek ihlal etmek anlamına gelir. Bu kanunları ihlal eden o despot yönetici, yönetilenleri toplumu baskı altında tutar. Yönetilenlerin hemen hemen bütün özgürlükleri ellerinden alınmış durumdadır. Kişiler istedikleri her faaliyeti, istedikleri biçimde yapamazlar, ciddi ve kesin ağır yasaklar ile önleri kesilir. Çünkü yöneticiler cebri bir biçimde kendi dayattıkları her şeylerin uygulanmasını isterler.

Despotizmin tiranlık, totaliter rejim ya da mutlakiyet gibi sözcüklerle de bir bağı vardır. Daha açık biçimiyle, despotizm yönetimi, egemenliğin tek bir kişiye ait olduğu bir yönetim biçimidir. Her şeyi tek adamın isteklerine göre biçimlenir. Yani despot eğilimlimi ağırlıklı kişi, kendisini tanrısal bir varlık olarak gördüğü bir noktaya yerleştirmiştir. Kendine biçmiş olduğu çok geniş özgürlük alanları yaratırken, yönettiği topluma hiçbir özgürlük alanı bırakmaz, onların özgürlüğünü kısıtlayarak varlığını sürdürür. Çünkü kendisini toplumdan kendi iradesini üstün gördüğünden hiçbir yasağa bağlı olmaz, yönettikleri üzerinde sürekli olarak yasaklar uygular.

Yani kısacası, despotun verdiği emirler sorgulanmadan doğrudan yerine getirilmelidir. Aksi halde despot, emirlerini yerine getirmeyen kişilere her türlü cezayı vermek hakkına sahiptir.

Otoriter Diktatörlük ve Ruh Halleri!
Devletin kişiler ve gruplar üzerinde sıkı bir denetim sağladığı ve muhalif fikirlere sınırlı olarak yer verdiği diktatörlüklerdir. Otoriter diktatör, kendisi gibi düşünmeyen, kendinden olmayan hiç suçu olmayan, yoktan yere üzerine suç atılan insanların cezalandırıldığı bir ülke yaratırlar. Dışlanan, horlanan, aşağılanan, zayıf görülen, erkeğe eşit görülmeyen kadınlar, çocuk hakları verilmeyen ülkeyi yönetirler.

Otoriter diktatör kişiler, yönettikleri ülkede akıllı insan istemezler; cahil insanlar ülkesi yapıp cehaletin içinde yaşamaları için yaşamın içinde var olan eğlencenin, kültürel etkinliklerin, müziğin, sanatın, sanatçının fikir insanlığının, bilim ve felsefe üretenlerden korkar, zalimce önlerini tıkar, iş yapamaz duruma getirir. Böylece sokaklar, mafyaya, suç çetelerine, uyuşturucu baronlarına ve onların pazarlamacılarına kalır. Çünkü bu tür çetelerin işi iktidarla uğraşmazlar, onlara göre her şeyin üstesinde para olduğu yeterlidir.

Otoriter diktatör ile yönetilen ülkede hak ve özgürlüklerini arayan insanlar polis şiddetiyle karşılaşır, en doğal protesto ve gösteri hakkını kullanamaz duruma getirilir, yürüyüş ve gösteri hakları ellerinden alınır, toplumu sorunsuz, başlarını ağrıtmayacak biçimde yönetebilmek için soru sormayan, sorgulamayan, düşünmeyen budala, kendilerine bağlı, her dediklerini yapan insanların yönetildiği ülke yapmak isterler...

Totalitarizm
Bütün yetkilerin merkezîleştirildiği, devlete mutlak itaat beklenen, diktatörlük yarı yönetim. Totalitarizmde bireysel özgürlüklere izin verilmez ve bireyin yaşamının bütün alanları devleti yönetenin kontrolüne bırakılır.

Totaliter diktatörlük: Kişisel ve siyasal özgürlükleri devletin güvenliği için sınırlandırabilen, bireye oldukça sınırlı bir yaşam sahası tanıyan diktatörlüklerdir. Devlet resmi bir ideoloji çerçevesinde şekillendirir ve muhalif fikirlere imkân tanımaz.

Totalitarizm ile otoriterizm arasındaki en temel fark...
Totaliter bir devlette, hükümetin insanlar üzerindeki kontrolü neredeyse sınırsızdır. Hükümet, ekonomiyi, politikayı, kültürü ve kamusal alanı bütün yönleri ile kontrol eder. Eğitim, din, sanat ve bilim, hatta ahlak ve üreme hakları, totaliter hükümetler tarafından belirlenir. Otoriter hükumetlerde ise yine tek bir diktatörün veya grubun baskıcı yönetimi söz konusu olduğu halde vatandaşlara sınırlı bir özgürlük alanı tanınır.

Eğer basın tamamen kontrol altına alınamamışsa sıkı biçimde sansür uygulanır.
Basın yayın organları, sürekli hükumet yanlısı propaganda yapar duruma getirilir...
Hükumeti eleştirmek yasaklanır, vatandaşların devletten korkar durma getirilir sürekli topluma “korku” salmak için birçok dolaylı ve doğrudan unsurları kullanılarak toplum sindirilir.

Otorite ve Otoriterleşme
Bütün yetkinin bir kişinin elinde toplanması. Otoriter, herhangi bir konuda bir şeyin yeterliliğine herkesi inandırarak bir kişinin kendine sağladığı itaat ve güven; hâkimiyet ve emretme gücü, yaptırım koyma ve kullanma gücüdür.

Totalitarizm ve Otoriterizm Arasındaki Farklar, birbirlerini tamamlayış olmalarıdır...
Benzer birer yönetim biçimi olan totalitarizm ve otoriterizm arasındaki fark pek yok sayılır. Demokratik ülkelerde yasalar vardır, yasalara göre kimse müdahale etmez, edemez seçimlere gidilirken. Ancak otoriter liderlerin yönettiği ülkelerde, kimse tek adamın emirleri dışında davranamaz. Seçimlere aday olabilmek için devleti tepeden yöneten tek adamın onayladıkları, halkın tamamının onayladıklarını seçilmesi olası değildir. Seçilse bile, kısa sürede görevden alınır ve yerine tek adamın iteyip atadığı kişiler yönetime getirilir.

Yani totalitarizm yönetimlerde, totaliter liderlerin emrinde devletin gücünün sınırsız olduğu, kamusal ve özel yaşamın neredeyse bütün yönleriyle kontrol edildiği yönetim biçiminde bütün kontrol, her yönde, örneğin, siyasetin yanında finans konuları yanı sıra, halkın yaşam biçimine, ahlak anlayışına, giyim kuşamına, inançlarına kadar kapsayan lider olarak varlığını sürdürmek ister.

Max Weber otorite tiplerini üçe ayırır: geleneksel otorite, karizmatik otorite ve hukuksal (demokratik) otorite.

1. Geleneksel otorite: Geleneklerin büyük saygı gördüğü, toplumsal düzenin ağır değiştiği toplumlarda ve kurumlarda görülür. Bu gibi ortamlarda iktidarın kaynağı; gelenekler ya da yerleşik inançlardır.

2. Karizmatik otorite: Önderin olağanüstü gibi görünen niteliklerinden doğar. İktidarın kaynağı, bizzat kişinin doğuştan sahip olduğuna inanılan özelliklerdir. Büyük bir kahraman ya da çok zor koşullar içinde toplumu çıkış yoluna sokabilmiş olan bir önderin iktidarının kökeninde karizmatik otorite bulunur. Çoğu zaman mantıkla araştırılmadan, onun olağanüstü niteliklere sahip olduğuna inanılır.

3. Hukuksal (demokratik) otorite: Ne geleneklerden ne de olağanüstü kişisel niteliklerden kaynaklanır. Bu tür otorite söz konusu olduğunda, iktidarın kaynağını akıl ve kurallar oluşturur. Kişiler belli kurallara göre iktidara gelir, belirli sınırlar içinde yetkilerini kullanır ve belirli kurallara göre iktidardan uzaklaşırlar.

Bu üç “meşru” otorite kaynağına, genelde meşru sayılmayan; kaba güce ve baskıya dayalı otorite de eklenebilir. Köklü siyasal rejim değişikliklerinin en azından başlangıç dönemlerinde, siyasal iktidarların ana kaynağını bu tür bir otorite oluşturur. Zamanla diğer otorite türleri devreye girer.

Otoriter Liderler...
Genelde iktidarı elinde tutan kişinin otoriterleşmesi, daha çok yönettiği ülkede zamanla kriz koşulları derinleştikçe demokrasi sınırları gittikçe daraltılarak, anti demokratik uygulamalar ile kişi hak ve hukuku hiçe sayılmaya başlar ve toplum özgürlükleri otoriter liderin iki dudağı arasından çıkacak sözlerle belirlenir. Otoriter liderin en büyük sığınağı, daha çok baskıcı yöntemini yönettiği kitlelere milliyetçilik sosu ile yönettiği toplumun milli duygularını sömürerek, kitlelere “dış güçler bizi kıskanıyorlar, gelişmemizi istemiyorlar” gibi söylemlerle halkın dikkatlerini çekerek, kendisinin otoriter zalimliklerini unutturuyor. Bütün bunlar, daha çok kriz ortamı genişledikçe uygulamaya açık duruma getirilir...

Otoriterleşen liderlerde genelde cahillik çok görülür ancak var olan akıllarını kurnazca demagoji (lafebeliği) yaparak kullanırlar. Sürekli dış düşmanlar yaratırlar ancak kendisinin gücüyle düşmanların etkisiz kaldıklarını topluma anlatırlar; gerçek tarihi çarpıtarak kendi kurgusal, efsanelerden oluşan tarihi oluşturur, toplumun gözünü boyar, kedisinin tarihine inandırır. Eğe karşı çıkan, sorgulayan, eleştiren olursa, onlara çamur atar, vatan hainliği ile suçlar ve etkin propaganda ile değersizleştirir

Otoriter liderin bir özelliği korkak oluşları. O nedenle yalınız olmaktan korkarlar, sürekli çok kalabalık korumalarla, konvoy halinde zırhlı araçlarla dolaşırlar ve yüksek maaşlarla çevresinde insanlardan koruma duvarları oluştururlar. O, korumaları ve birlikte çalıştığı bürokratlara hazineden yüklüce maaşlar vererek, kendisine bağımlı kılar. Yoksul toplumu da ekonomik sıkıntı içinde olmalarını, onlara yetinmeleri için devlet bütçesinden sosyal yardımlar yaparak kendisine bağımlı duruma getirirler...

Otoriter liderlerin bir başka özellikleri, bencillik yüklü hırslarının sürdürebilmek için yardımlar yaptıkları yoksul kitlelere sürekli olarak tek seçeneklerinin kendisi olduğuna inandırır. Bir bakıma otoriter liderin oluşturduğu faşist rejime uymayan, karşı çıkan kim olursa olsun mutlar cezalandırılır, günlerce, hatta yıllarca cezaevlerinde sorgusuz sualsiz yılları yıllara dolattırır.

İşçiler, öğretmenler, memurlar yaşam koşullarının iyileştirilmesi için anayasal gösteri haklarını kullanmak istiyorlar, yine gaz, cop, “alın bunu” diyen polisle karşılaşıyor, ters kelepçe ile bazılarını, diğerlerine gözdağı olması için doğru sorguya götürülürler...

Otoriter liderlerin kullandıkları propaganda dili seviyesiz ve düzeysiz daha çok demagojik içeriklidir. Ağzı bozuk, sürekli rakiplerine argo ve küfürler kullanırlar ve buna da “halk dili”, “halkın anlayacağı dil” derler. Bu hakaretli, küfürlü sözlerine halk “bizden biri, bizim dille konuşuyor” diyerek elleri çatlarcasına alkışlarlar. İş böyle olunca, otoriter liderlerde görülen, olağanüstü şartlarda, kendilerine olağanüstü siyasal koşullar yaratırlar. Milliyetçiliği kullanarak, kriz ortamlarında ırkçı, savaş yanlısı görünerek, toplumun milli duygularını kabarık tutarlar, o kitlelere kişisel ve siyasi hırsları doğrultusunda fırsat kollamaları ve krizleri bu temelde kullanmaları arasında diyalektik bir bağ kurarlar, böylece koltuklarını sağlam tutarlar...

En tepeden, en alta ki bürokrata kadar otoriterleşmek...
Otoriterlik baskıcı bir rejimi, totaliterlik ise kontrol altına almayı tasvir eder. Örneğin, otoriter bir lider egemenliği altında çalışan bir bürokrat, liderinin yanında “evet efendim” yönteme bağlı kalır, kendisini liderine “aferin” dedirmek için deliler gibi çalışır çabalar. Ancak liderin yanında yokluğunda, kendi emri altında olanlara baskı uygular ve kendisine saygıda kusur etmelerini ister. Böylece, yukarıdan aşağıya doğru salahiyet eden baskıcı sistem, liyakat yerini emirler aldığını görürüz. Bu biatçı bürokratlar bir bakıma da en tepedeki tek adama yaralanmak için birbirlerini kontrol ederek, birbirlerini asla güven duymazlar. Yani, en tepeden, en alt bürokratlara kadar, totaliter toplumun her kesimine nüfus eder ve kontrol mekanizmaları ile düzenlerini işletirler...

Totaliter Liderler ve Totalitarizm
Totalitarizm, bütün yetkilerin merkezîleştirildiği, toplumdan devlete mutlak itaat beklenen, diktatörlük yönetimlerde. Sözcük sıfat hâlinde totaliter olarak kullanılır. Totaliter egemenlik olarak da bilinir. Totaliter yönetimlerde tek kişinin özgürlüğü vardır, bireylerin, bireysel özgürlüklerine izin verilmez ve hatta birey yaşamının bütün alanları devlet ve devleti yönetenin kontrolündedir.

Carl Friedrich ile Zbigniew Brzezinski göre totaliter rejimlerin 7 ortak özelliğini vurgular:

1. Ütopyacı gelecek vaadi ve bin yıllık egemenlik iddiasıyla gelişmiş bir ideoloji.
2. Tek kişi, tek lider, tek parti.
3. Terör sistemi, fiziksel veya psişik.
4. Medya tekeli.
5. Silah tekeli.
6. Bürokratik koordinasyonla, ekonominin merkezi yönetimi.
7. Totaliter rejime destek veren propagandalar.

Totaliter çevresine topladığı üç-beş kişiler tarafından baş lider, tek güç ve tanrısaldır, her şeyi o bilir, onun dediği olur, karşı konulmaz, her şey üzerinde hakkı vardır, her şeye o tek başına kara verir, hak, hukuk odur. O totaliter liderin emrine amade olan, ruhunu okşayan dalkavuk, yalaka, yağcı kim olursa olsun lütfuna mazhar olur. Eğer eleştiren olan olursa hiçlikte kaybolur. Çünkü totaliter rejim inşa edenin ruhunda özgürlük ilkesi yoktur, bireyin kendi geleceklerini düşünmesi yoktur, her şey tek adamın emrindeki toplumun mutluluğu içindir. Aile ve gruplar totaliter lider ve düzeni için örgütlemesi zorundadır...

Totaliter sözcüğün kökeni...
Totaliter sözcüğü Türkçeye Fransızcadan giren bir sözcük olup, kökeni Latince olan “totus (bütün) sözcüğünden gelmektedir. Faşist İtalyan diktatör Benito Mussolini 1920'lerde, başında bulunduğu İtalya’daki yönetimini tanımlamak için “totalitario” olarak kullanmıştır. Mussolini bu sözcüğün kavramı: “Devlet içindeki herkes, devlet dışındaki hiçbir kimse, devlete karşı olan hiçbir kimse” diye açıklamıştır.

Totaliter, benliğinde gizli diktatörlük eğilimi olan bencilliğini önde tutan kişiler, belirli güç sahibi olduça diktatörleştirmeye iten ruh, ona “karizmatik lider” diyerek sürekli övülmeyi, kendisinin bulunmaz tek önemli varlık olduğunu söylendikçe her geçen gün ruh hali kendisini bulunmaz tek kişi olarak algılamaya başlar ve artık o, “ben sizden biriyim, sizin gibiyim” demeyi aşar, “ben sizden ayrıyım, bulunmaz liderim” hastalığı onun bütün ruhunu bir hastalık gibi sarar. O, “bulunmaz lider” egosu ile böbürlenir, özeleştiri yapmaz, her konuda tek hatasız kişi kendisini sanır...

Totalitarizmin ile ülke yöneten liderlerde birde halkın arasına karışmak yerine yanına en güvendiği, seçilmemişlerden oluşturduğu, “evet efendimci” bürokrasiyi hizaya getirerek ortaya türettiği bir lider kültü üzerinde varlıklarını korurlar.

Totaliter lider, en çok istemediği, parlamenter demokratik sistemdir. Bu nedenler, parlamenter sitemi ortadan kaldırmak ve yerine totaliter niyetini birçok seçim entrikaları ile yasallaştırıp, bütün kurumları kendi hükmü altına alıp kendi totaliter rejimini kurar. Parlamenter sisteme son vererek, kafasında tasarladığı sistemine geçerek “tek adam” olur, yönettiği ülkede kendisine ayak bağı olabilecek kişileri düşmanlaştırarak, ötekileştirir.

Totaliter Lider, Otoriterleşen Ülke Yönetimi ve Halklar
Önce, halk propagandaya neden inanıyor; halk neden totaliterliğe bu kadar eğilimli?..
İlk koşul, genelleştirilmiş yalnızlık, sosyal izolasyon ve nüfus arasında sosyal bağların olmamasıdır. Sosyal bağlantının bu şekilde bozulması ile 
yaşamda anlam eksikliği ikinci koşula yol açar. Üçüncü koşul ise, bir popülasyonda serbest yüzen kaygı ve psikolojik kargaşanın yaygın varlığıdır...

Dördüncü koşul, sırayla, ilk üçünden de kaynaklanmaktadır: çok fazla serbest yüzen kaygı ve saldırganlık. Yalnızlık, anlamsızlık ve belirsiz endişe ve rahatsızlıktan rahatsız olan insanlar genellikle giderek daha sinirli veya agresif hissederler ve bu duyguları ortaya çıkartmak için nesneler ararlar. Bunlar, kitle oluşumuna, totaliterlik için verimli bir zemin olan psikolojik duruma yol açan koşullardır...

Bu sürecin salt kapsamlı bir incelenmesi, “totaliterleşmiş” bir nüfusun şok edici davranışlarını anlamamızı sağlar; buna bireylerin kolektifle (yani kitlelerle) dayanışma dışında kendi kişisel çıkarlarını feda etme konusunda aşırı istekli olmaları, muhalif seslere karşı derin bir hoşgörüsüzlük ve sözde bilimsel endoktrinasyon ve propagandaya karşı belirgin duyarlılıkları da dahildir.

Totaliter eğilimli hatta tam totaliter kişi iktidarın öncelikli amacı toplumu önce izole etmek için çalışmaktır. Evden işine, işten evine gelip gitsin, evinde çoluk çocuklarıyla uğraşsın, siyesilerin işine aklı ermesin, karışmasın ister. Sürekli yokluklara, insan hatasından kaynaklanan kazalara hep halka “sabırlı olun”, “kader, Allah’ın taktiri” diyerek din iman ile, önceden zayıflatılmış zihnini uyutur durur. Zaten artık halk başına ne geldiyse Allah’tan olduğuna, iyi işler olmuşsa onu da liderim dediği, liderlerini körü körüne takip edenler, başlarına gelen belaların o lider olduğunu akıl edemez, “Allah seni başımızdan eksik etmesin seni” derler sürekli hatalı güvenlerini sürdürürler. Ancak bu totaliter liderlerde baskı, yolsuzluk ve rüşvet, özel mal mülk edinme, kızlarını oğullarını servet sahibi etme yanında, yandaşlarına da mal mülk edinme yolunu açarlarak hızlıca zenginleşirler...
Selman ZEBİL 20 Şubat 2023

Yarlanılan Kaynaklar:
Hale Hacıkuloğlu, “Platon’un Devlet Kuramı”, Ara Yay., İstanbul, 1991.
Mehmet Ali Ağaoğlu, “Eski Yunanda Siyaset Felsefesi”, Ankara, 1989.

5 Şubat 2023 Pazar

ŞAMLAR KÖYÜNDE 50 YAŞ ALTININ ANIMSAMADIĞI ANILAR



Bir Zamanlar Bizim Köyün (Şamlar) Yaşam Dokusu
Bizim bir köyümüz vardı, kadının gebelik dönemi kentlerin yaşam koşullarındaki gibi değil, kendi doğa koşullarında doğal olarak mevsimine göre, gecesi gündüzü olmayan tarlada, bağda, bahçede, kırda, bayırda, evinde çalışan kadın, bir yandan da doğacak çocuğunun giysilerini hazırlar, bazen evinde bazen dağda çalı dibince sancısı gelir doğururdu yavrusunu.

Doğan çocuğun kırk gününe kadar önemlidir. Kırkı çıkmadan yıkanmaz, 40 gün “kırklama” diye bir tören düzenlenirdi. Çocuğun kırkı çıkmadan o eve başka lohusa kadın alınmaz. Eğer lohusa kadı, 40 çıkmamış çocuğun bulunduğu odaya girerse albastı-kırk-bastı basmasından korkulur. Evde iki körpe çocuk varsa iğne değiştirilir. Eğer çocuğu kırk bastığına inanılırsa “aydaş” aşı pişirilip yedirilir. Aydaş aşı pişerken yoldan gelip geçenler ocağın altına birer parça çalı atarlardı.

Çocuklar beşikte yatırılır, beşiğin içinde minder vardır, minderin ortasındaki bir delik bulunur, bu deliğin altına pişirilmiş topraktan yapma “silbiç” adlı bir kap yerleştirilir, çocuk tuvaletini bu silbiç denen kabın içerine yapardı.

Doğan çocuk son erkek çocuksa, önemlidir, diğer, kendisinden büyük oğlan kardeşleri evlendikçe, kendi evlerini kurarlar ancak evin direği, evin işlerini görecek, yaşlanmış anne ve babanın gereksinimlerini gidersin diye ana-babası ile baba evinin direği olarak kalırdı. Kız çocuklar ise kocaya giderler...

Ne olurdu bilir misiniz?
Bir baba, babasının yanında ve aile büyüklerinin yanında çocuğunu kucağına alıp sevemezdi. Semeye kalkarsa ayıplanırdı. Çünkü babasının yanında çocuğun babasının söz hakkı yoktu. Ayrıca çocuğa adını aile büyükleri, aile büyünden birinin adı verilmesi geleneği vardır.

Nazar değmesi...
Genel geleneklerden olan nazar olayı, nazar değmesin diye akraba olmayanlara nazarı geçer diye pek gösterilmek istemezler. En çok ta gök gözlü insanların nazarı geçer diye çocuğa bakmasına izin vermezler. Kısmeti bağlanmasın, diye, göbeği düşünceye kadar çocuğun yanında iş yapılmazdı.

Çocuk doğduğu andan itibaren annesi genelde sırtında bağlı olarak taşır ve bir yandan da bağda, tarlada, bahçece, ekinde, harmanda sırtında çocukla işlerini görürdü. Bazen de çalıştığı yerde kuytu bir yerde salıncak yaparak içinde uyutulur, üzeri bir battaniye ile sarıp sarmalayarak çocuğu rüzgardan, tozdan, güneşten korunurdu.

Çocuk yedi yaşına gelince aileye yardım olsun diye gücünce işlerde çalışırdı. Eskiden tarlar iki alız öküzle kara sabanla sürülürdü. İlk baharla nadas edilir, o dönemde “büvelek” adı verilen bir böcek öküzlerin sırtından ısırırlar, öküzler koşturarak bir gölgelik yere sığınırlardı. İşte o öküzleri nadastan salınan öküzleri gütme (otlatma) olarak bu çocuklar görevlendirildi. Yani çocuklar büyüdükçe nadastan salınan öküzleri, atları gütmeye başlar. Ayrıca, görevleri arasında oğlakları ve kuzuları gütmek de çocukların işiydi.

Yoksul aile gençleri, ilkokuldan sonra yaşları 15’in üzerine çıkmaya başladığında artık büyümüş sayılırlar ve gurbetin yollarına düşerler. Aileye yardım için gurbetin ağır işlerinde çalışılarak para kazanılır. Kimisi kazandığı paralar ile evlilik hazırlıkları için biriktirirlerdi. Bir zamanlar köy yaşantımız böyleydi, yaşam büyükler kadar çocuklar ve gençler içinde o kadar zordu.

Çocukluğumun unutulmaz, iz bırakan anılarıydı bir daha geriye gelmeyecek olanlar...
Leylek leylek lekirdek, hani bana çekirdek, çekirdeğin içi yok! Diye başlayan oyunlar...
Körebe oyunu, çelik çomak, topaç çevirmek, bilye ütme oyunu, kazık ütme oyunu, bir düz taşın üzerine çizilen grafi üzerinde üçtaş, beş taş oyunu. Hiç unutulur mu, yağ satarım bal satarım, ustam ölmüş ben satarım, diyerek birinin ardına mendil bırakmak, daire biçimi oturup ayaklarını birbirine dayayarak tekerleme söylerler. Her tekerlemenin sonunda bir ayak oyundan çıkar, kimin ayağı sona kaldıysa oyunu yitirir. Mendi arkasına konduğunu hissetmeyeni bir tur atarak onun kovaladığı yere oturup, elindeki mendili bir başkasının arkasına bırakarak ebe seçme, evcilik oyunu, çember çevirme, kışları kar yağdı mı kardan adam yapar, kartopu oyunu onadığımız günler. Baharla yalman zamanı söğüdün odunundan kabuğunu çıkartıp düdük yapmak. Hele ninelerimizin eski bez çaputlarından top yapıp yakarca adı verilen oyun oynardık sokaklarda...
Selman ZEBİL 2023


TURANCI-TÜRKÇÜ-SOSYALİST ETHEM NEJAT (1881-1921)

ETHEM NEJAT (1887-1921) Annesinin adı Cavide, babasının adı Hasan'dır. Anne tarafından dedesi Ahmet Cavit Paşa, Çerkes İttihat ve Teavün...